Fussilet Sûresi 35. Ayet

وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُواۚ وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا ذُوحَظٍّ عَظ۪يمٍ  ...

Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan ve olgunluktan) büyük payı olanlar kavuşturulur.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا
2 يُلَقَّاهَا buna kavuşturulmaz ل ق ي
3 إِلَّا başkası
4 الَّذِينَ kimselerden
5 صَبَرُوا sabreden(lerden) ص ب ر
6 وَمَا ve
7 يُلَقَّاهَا buna kavuşturulmaz ل ق ي
8 إِلَّا başkası
9 ذُو olandan
10 حَظٍّ şansı ح ظ ظ
11 عَظِيمٍ büyük ع ظ م
 

Zemahşerî, kötülüğün en güzel davranışla savılmasını şöyle açıklar: “Biri sana kötülük ettiğinde onu affetmen bir iyiliktir; ama bundan da iyi olanı, onun sana yaptığı kötülüğe iyilikle karşılık vermendir... Eğer bunu yaparsan amansız düşmanın sıcak bir dost haline gelir” (III, 392). Râzî, âyetin bağlamını da dikkate alarak buradaki iyilik ve kötülüğün özellikle şu anlamları içerdiğini belirtir: İyilikten maksat, Resûlullah’ın insanları hak dine davet etmesi, inkârcıların küstahça davranışlarına sabretmesi, intikam peşinde koşmaması, kötülüğe kötülükle karşılık vermemesidir. Kötülükten maksat ise putperestlerin, “Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır” (5. âyet); “Bu Kur’an’a kulak vermeyin, okunurken gürültü çıkarın” (26. âyet) gibi ifadeleriyle sergiledikleri aşağılık davranışlardır. Âyette bir bakıma şöyle buyurulmuş olmaktadır: “Ey Muhammed! Sana yakışan davranış iyilik, onlara yakışan da kötülüktür. İyilikle kötülük bir olmaz; yani eğer sen iyilik yaparsan dünyada saygınlığı, âhirette de sevabı hak edersin; onlar da (kötülükleri sebebiyle) bunun tersini hak ederler. Şu halde onların kötülüklere yönelmeleri senin iyiliği sürdürmene engel olmamalıdır... Onların barbarca ve câhilce hareketlerini bütün tutumların en güzeliyle savmaya bak; eğer onların kötü huylarına karşı sabrını ısrarla sürdürür, terbiyesizliklerine öfkeyle, verdikleri zararlara eza ve cefa ile karşılık vermezsen bir gün gelir onlar da kendi kötü huylarından dolayı utanır, o çirkin davranışlarını da artık terk ederler” (XXVII, 126-127).

Hz. Âişe, bir soru dolayısıyla Hz. Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu bildirmiştir (Müslim, “Müsâfirîn”, 139); Kur’an-ı Kerîm de Resûlullah’ı müslümanlara bir davranış modeli olarak gösterdiğine göre (Ahzâb 33/21) her müslümanın iyiliğe en güzel davranışla karşılık vermek gibi yüksek erdemlerle donanması ahlâkî bir görevdir; buna göre âyet, bütün müslümanlar için bir ahlâk ilkesi koymaktadır. Nitekim 35. âyetin ifade tarzından da bu anlaşılmaktadır. Bu âyette ayrıca kötülüğe iyilikle karşılık vermenin, nefse ağır geldiğine, ama aynı zamanda yüksek bir ahlâkî hedef olduğuna da işaret edilmekte, bu hedefe ulaşmanın birinci şartının da sabır olduğu belirtilmektedir. Âyetteki “büyük pay sahibi olanlar” anlamına gelen ifade, bu bağlamda sabrın yanında onu destekleyici mahiyetteki ahlâkî erdemlerle bezenmiş olanları ifade etmektedir (İbn Âşûr, XXIV, 295). İbn Atıyye, “büyük pay” deyimiyle akıl ve erdemin kastedildiğini belirtir; aynı müfessire göre bununla cennet ve uhrevî mükâfat da kastedilmiş olabilir. Bu takdirde âyet uhrevî bir vaad içermektedir (V, 16).

Kötülüğe iyilikle karşılık vermenin düşmanlıkları sıcak dostluklara çevireceği yönündeki açıklama, ahlâk psikolojisi ve toplumsal barış açısından son derece önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Kuşkusuz insanların bazı kötülüklerini hukukî yaptırımlarla önlemek mümkündür; ancak hiçbir toplumu sadece bu yaptırımlarla uzun süre ayakta tutmanın, hele bu yolla insanlar arasında dostluk ve kaynaşma sağlamanın, kalıcı toplumsal ilişkiler kurmanın mümkün olmadığı hemen bütün siyaset ve hukuk felsefecileri tarafından kabul edilmektedir. Özellikle bireysel özgürlüklerin öne çıkarıldığı yönetimlerde bu özgürlüklerin anarşiye dönüşmemesi için hakkına razı olmak, bağışlamak, yardımlaşmak, sıkıntıları paylaşmak vb. feragat örneği davranışların geliştirilmesine, bunun için de insanların bu yönde eğitilmelerine büyük ihtiyaç vardır. Bu yapıcı davranışların en ileri derecesi, kişinin kendisine yapılan bir kötülüğü cezalandırması mümkün olduğu halde bunu yapmak yerine bağışlama yolunu seçmesi, hatta kötülüğü iyilikle karşılama yüceliğini gösterebilmesidir. İslâm ahlâkında bu erdemin adı hilimdir. Nitekim İbn Atıyye âyetteki kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi öğütleyen kısmın, “bütün ahlâk güzelliklerini ve hilim çeşitlerini” kapsadığını belirtir ve selâm verme, öfke duygusunu bastırma, alacak-verecek ilişkilerinde kolaylaştırıcı olma gibi güzel davranışları bu çerçevede değerlendirdikten sonra Abdullah b. Abbas’ın şu sözünü aktarır: “Mümin kişi bu erdemli işleri yaparsa Allah onu şeytanın etkilerinden korur, düşmanının dahi ona saygı duymasını sağlar” (V, 16). Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber’in feragate dayalı ahlâkî tutumu ile siyasî ve sosyal başarıları arasında kesin bir ilişkinin bulunduğu görülür.

Kur’an-ı Kerîm’in affetme, kötülüğe iyilikle karşılık verme gibi öğütleri bireysel hakların ihlâliyle ilgili olup kamu haklarını kapsamadığı bizzat Hz. Peygamber’in uygulamalarından anlaşılmaktadır (meselâ bk. Buhârî, “Menâkıb”, 32; “Hudûd”, 10, 12; Müslim, “Hudûd”, 8, 9; “Fezâil”, 77); daha sonraki müslüman devlet ve hukuk adamlarının görüş ve uygulamaları da bu yönde olmuştur.

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 708-710
 

وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُواۚ 

 

Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُلَقّٰيهَٓا  fiili  ى üzere mukadder damme ile merfûdur, meçhul muzari fiildir. Muttasıl zamir  هَٓا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

اِلَّا  hasr edatıdır. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  naib-i fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  صَبَرُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur. 

صَبَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

يُلَقّٰيهَٓا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  لقى ‘dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


 وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا ذُوحَظٍّ عَظ۪يمٍ

 

Fiil cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُلَقّٰيهَٓا  fiili  ى üzere mukadder damme ile merfûdur, meçhul muzari fiildir. Muttasıl zamir  هَٓا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

اِلَّا  hasr edatıdır. ذُو  naib-i fail olup beş isimden biri olduğu için و  ile merfûdur.  حَظٍّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  عَظ۪يمٍ  kelimesi  حَظٍّ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُواۚ 

 

وَ , istînâfiyyedir. İki tekid hükmündeki kasr, cümlenin anlamını olumluya çevirmiştir.

Muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Nefy harfi  مَا  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasr, fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

Naib-i fail konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  صَبَرُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

Her iki yerde de  يُلَقّٰيهَٓا  fiili muzari gelmiştir. Çünkü en güzel şekilde def etmek emri, gelecekte bu güzel ahlakı edinmekle yerine gelecektir. Sıla cümlesindeki mazi fiil ise sabrın onlar arasında üstün bir ahlak olduğunu belirtmek ve zalime karşı iyi davranmak için bir yardım olduğunu ifade eder. (Âşûr)


 وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا ذُوحَظٍّ عَظ۪يمٍ

 

Bu cümle atıf harfi  وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.

Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Nefy harfi  مَا  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. İki tekid hükmündeki kasr, fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

عَظ۪يمٍ  kelimesi  حَظٍّ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.  عَظ۪يمٍ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

İki  cümlede de  يُلَقّٰيهَٓا  fiili dikkatleri mef’ûlde yoğunlaştırmak için meçhul bina edilmiş ve tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

يُلَقّٰيهَٓا  fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.

Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.

Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)

Ayette ikinci cümlede birinci cümledeki cemi sıygadan müfred sıygaya iltifat edilmiştir. Bu iltifat ikinci cümledeki hasletin elde edilmesinin zorluğuna işaret olabilir.

 حَظٍّ ’deki tenvin tazim ve kesret ifade eder.

Zeccâc şöyle der: "(Bunlardan birinci ifade), bu hareket tarzına, kötülüklere göğüs germeye, sıkıntılara katlanmaya; öfkeyi yutkunmaya ve intikam duygusunu terk etmeye karşı sabredenlerden başkası ulaşamaz; (ikincisi de) buna ancak ruhanî faziletlere ve ruhanî kuvvet bakımından yüksek derecelere dair büyük bir haz ve hisse sahibi olanlardan başkası ulaşamaz. Çünkü, intikam alma ve onu savuşturma ile meşgul olma işi, ancak ruhun etkilenmesinden sonra söz konusu olabilir. Ruhun hariçten gelenlerden etkilenmesi ise, ancak o ruhun zayıf olması halinde olabilir. Ama ruhun cevheri kuvvetli olursa bu haricî etkenlerden müteessir olmaz. O bunlardan etkilenmeyince de zaafa düşmez, sıkıntı duymaz, intikam alma peşinde koşmaz" demektir." Böylece, açıkladığımız bu hareket tarzına ancak ruh kuvveti ruh cevherinin duruluğu ve zat temizliği gibi hususlarda büyük bir pay sahibi olanların ulaşabileceği, ancak onların bunu elde edeceği sabit olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)