وَقَالُوا قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ وَف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ اِنَّـنَا عَامِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالُوا | ve dediler ki |
|
2 | قُلُوبُنَا | kalblerimiz |
|
3 | فِي | içinde var |
|
4 | أَكِنَّةٍ | kılıflar |
|
5 | مِمَّا | şeye karşı |
|
6 | تَدْعُونَا | bizi çağırdığın |
|
7 | إِلَيْهِ | kendisine |
|
8 | وَفِي | ve var |
|
9 | اذَانِنَا | kulaklarımızda |
|
10 | وَقْرٌ | bir ağırlık |
|
11 | وَمِنْ | ve |
|
12 | بَيْنِنَا | bizim aramızda var |
|
13 | وَبَيْنِكَ | ve senin aranda |
|
14 | حِجَابٌ | bir perde |
|
15 | فَاعْمَلْ | sen (istediğini) yap |
|
16 | إِنَّنَا | elbette biz de |
|
17 | عَامِلُونَ | yapıyoruz |
|
İbn Âşûr’un da işaret ettiği gibi (XXIV, 233) Araplar kalp kelimesini “akıl” anlamında kullanırlardı; Kur’an-ı Kerîm’de de bu kelime ve çoğulu (kulûb) genellikle akıl anlamında kullanılmıştır.
Hz. Peygamber Mekke putperestlerine Kur’an’ı tebliğ ederek onları Allah’ın birliğine inanmak, sadece O’na kulluk etmek, bencil duygulardan ve haksız davranışlardan arınarak insanlara iyilik etmek gibi ilkeleri benimseyip yaşamaya davet ediyor; fakat muhataplarının çoğu, âyette belirtilen küstahça ifadelerle bu daveti reddediyorlardı. Bunu yaparken ileri sürdükleri gerekçe oldukça ilginçtir. Zira onlar, “Davetini, bize tebliğ ettiklerini düşündük taşındık, ama inandırıcı bulmadık, onun için de reddediyoruz” demiyorlardı. Aksine, tebliğ ettiği şeylere kalplerinin, akıllarının kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söylüyorlardı. Şu halde onlar, gerçeği arayan samimi bir insanın iyi niyetli tavrıyla kendilerine okunan Kur’an’a kulak verip dinlemeye, anlamları üzerinde akıllarını kullanıp zihin yormaya bile gerek görmemişlerdir. Râzî’ye göre sûrenin asıl amacı, bunu eleştirmek, bu zihniyetin yanlışlığını ve tehlikesini ortaya koymak, muhatapları buna ikna etmektir (XXVII, 133).
Özetle, ilk âyetlerde ifade buyurulduğu üzere Kur’an Allah’ın rahman ve rahîm isimlerinin tecellisi olarak ilâhî rahmetin insanlar üzerine doğuşudur; “onun âyetleri Arapça bir okunuşla (Arapça olarak) ayrıntısıyla açıklanmıştır.” Fakat ondan gerektiği gibi yararlanmak için bunu istemek, dolayısıyla ona samimiyetle kulak vermek ve tebliğleri üzerinde aklî değerlendirmeler yapmak gerekir. Bu, anlamanın ve inanmanın vazgeçilmez şartıdır. Mekke putperestleri ve Kur’an’a karşı tavır alan bütün inkârcıların temel yanlışı ise bu şarta uymamalarıdır.
“Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!” şeklinde çevirdiğimiz cümle iki şekilde açıklanmaktadır: a) Sen kendi dininin gerektirdiğini yap, biz de kendi dinimize göre yaşayacağız; b) Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız (Râzî, XXVII, 98). Bize göre ikinci yorum Mekke putperestlerinin karakterlerine daha uygun görünmektedir.
وَقَالُوا قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ وَف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mekulü’l-kavli قُلُوبُنَا ‘dır. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
قُلُوبُنَا kelimesi mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪ٓي اَكِنَّةٍ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
مَا müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle birlikte اَكِنَّةٍ ‘e mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası تَدْعُونَٓا ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
تَدْعُونَٓا fiili و üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘ dir. Mütekellim zamiri نَا mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. اِلَيْهِ car mecruru تَدْعُونَٓا fiiline mütealliktir.
ف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ cümlesi atıf harfi و ‘la mekulü’l-kavl cümlesine matuftur.
ف۪ٓي اٰذَانِنَا car mecruru muahhar mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. وَقْرٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
وَ atıf harfidir. مِنْ بَيْنِنَا car mecruru mahzuf mukaddem mübtedanın haberine mütealliktir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَيْنِكَ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. حِجَابٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
فَاعْمَلْ اِنَّـنَا عَامِلُونَ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن أردت الاستمرار في الدعوة (Davete devam etmek istersen) şeklindedir.
اعْمَلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. عَامِلُونَ fiili اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
عَامِلُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan عمل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَالُوا قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli olan قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan قُلُوبُنَا ’nın haberi mahzuftur. ف۪ٓي اَكِنَّةٍ bu mahzuf habere mütealliktir.
İsim cümlesinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mecrur mahaldeki مَا müşterek ism-i mevsûlu, مِنْ harfiyle birlikte اَكِنَّةٍ ‘in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sılası olan تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ cümlesinde istiare-i temsiliyye sanatı vardır. Anlayışsızlık ve idraksizlik manasınadır.
Müftî Sa'dî der ki: ”Bu ayet-i kerimede ف۪ٓي gelirken, (Kehf: 57) suresinde على kullanılmıştır. Çünkü bu ayet-i kerimede maksat, onların kabul etmeyişleri noktasında mübalağa yapmaktır. اَكِنَّةٍ 'Ekinne' öyle bir örtüdür ki, kalbin üzerini kuşatıp örttüğü zaman tıpkı bir zarfın, içindeki nesneyi kuşatması gibi sarar ve artık o nesneye herhangi bir şeyin ulaşması mümkün olmaz. İşte bu mübalağa على’ da yoktur. Sonra Kehf Suresindeki ifade, azameti vurgulamak için sevk edilmiştir. Buna uygun olan da isti'lâ edatı olan على harfinin getirilmesidir.” (Rûhu’l Beyân)
ف۪ٓي اَكِنَّةٍ ifadesindeki zarfiye manasındaki ف۪ٓي harfi, idraklerinin kapalı olduğunu ifade eder. (Âşûr)
اَكِنَّةً kelimesi, كِنَانْ kelimesinin çoğuludur ki ‘kat kat örtüler’ demektir. Herkesin tanımadığı garip ve çirkin örtüler demektir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Âşûr)
Ancak burada çağrıldıkları şeyin ismini veya sıfatını zikretmemişlerdir, yani sözleri ‘’Kalplerimiz senin dinine karşı kılıflar içindedir’’ veya ‘’Sana indirilen şeye karşı’’ şeklinde gelmemiştir. Bunun yerine ‘’sadece kendisine davet edegeldiğin şeyden’’ demişlerdir. Bu sözde, kendilerini temize çıkarma isteği vardır. Onlar batılda olmalarına rağmen, manaların inceliklerinin son derece farkında olarak konuşuyorlardı. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s. 34)
وَف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ
ف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ cümlesi atıf harfi وَ ‘la mekulü’l-kavl cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatı vardır. ف۪ٓي اٰذَانِنَا mahzuf mukaddem habere muteallıktır. وَقْرٌ ise muahhar mübtedadır.
Cümlede müsnedün ileyh olan وَقْرٌ kelimesinin nekre gelmesi tahkir ifade etmiştir.
Burada istiare-i tasrîhiyye vardır. Zira, burada hakiki olarak, onların söylediklerinden herhangi bir şey yoktur. Onlar bu sözü, işittikleri Kur'an'ın uyarıları ve kapsamlı açıklamalarını ağır bulduklarını gösterme makamında söylemişlerdir. Kur'an'a karşı aşırı nefretlerinden, sanki onların kulakları anlamalarına engel olacak şekilde sağır olmuş, kalpleri de ilme engel olacak şekilde kapanmıştır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ
Cümle atıf harfi وَ ‘la öncesindeki mekulü’l-kavl cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatı vardır. مِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ mahzuf mukaddem habere mutealliktir. حِجَابٌ ise muahhar mübtedadır.
بَيْنِكَ izafeti بَيْنِنَا ‘ya matuftur. بَيْنِنَا ‘ya dahil olan مِنْ ibtidaiyye manasındadır.
Bu terkibe مِنْ harfi ilave edilince kastedilen örtü, ‘bizimle senin arandaki bütün mesafeyi kaplayan bir örtü, öyle ki bu örtü bizim yanımızdan başlar ve senin yanında biter’ manasını taşır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.35)
Onlar, "Bizimle senin aranda bir perde vardır" demişlerdir. Hicâb (perde) kişinin görmesine mani olan şey demektir. Buradaki مِنْ edatının kullanılış hikmeti şudur: Eğer, burada مِنْ kullanılmamış olsaydı, o zaman, bu perdenin iki tarafın tam ortasında olduğu manası çıkardı. Ama bu harf-i cer kullanılınca, mana, ‘Bu perde hem bizim hem de senin tarafında oluşmaya başladı’ şeklinde olur. Bu da, ‘Bizim ile senin arandaki bütün mesafe perde ile kaplıdır. O mesafenin hiçbir yeri perdesiz değildir’ demektir. Binaenaleyh bu مِنْ lafzı o, perdenin son derece kuvvetli olduğuna delalet eder." Bu izahları Keşşâf sahibi yapmış olup, bunlar son derece güzel izahlardır. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
حِجَابٌ - اَكِنَّةٍ ve قُلُوبُنَا - اٰذَانِنَا gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı, بَيْنِ ‘nin tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette istidrâc sanatı yapılmıştır. Önce işitmemeleri, sonra kalplerindeki kılıflar, sonra kulaklarındaki sağırlık daha sonra da aralarındaki hicab zikredilmiştir.
Cümlede temsîli istiare vardır.
فَاعْمَلْ
Rabıta harfi فَ , mahzuf şartın cevabının başına gelmiştir. Bu cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Takdiri إن أردت الاستمرار في الدعوة (Davete devam etmek istersen) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اعْمَلْ kelimesinde irsâd sanatı vardır.
اِنَّـنَا عَامِلُونَ
Beyanî istînâf veya ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
Ta’lil cümleleri anlamı pekiştirmek ve kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsned olan عَامِلُونَ , ism-i fail vezninde gelerek durumun devam ve sübutuna işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَاعْمَلْ - عَامِلُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اِنَّـنَا عَامِلُونَ cümlesinde başka bir delalet vardır. Çünkü bu, اِنَّ ve isim cümlesi olarak gelmek sureti ile iki kere tekid edilmiştir. İsim cümlesi, فَاعْمَلْ fiil cümlesindeki teceddüt ve hudûsun mukabili olarak sübut ve devam ifade eder. O halde bu cümledeki yeni mana şöyledir: Onlar Peygamber Efendimiz’in (sav) davetini her yönden kuşatarak engelleme konusunda tüm azimlerini, çabalarını, cesaretlerini toplayıp biriktirdiklerini tekidli olarak ifade etmişlerdir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 2, s.36)
Burada üç uzvu zikretmekle yetinilmiştir. Çünkü kalp, marifetullahın yeri ve bedenin sultanıdır. Kulak ile göz, marifet (bilgi) elde etmek için, kalbi destekleyen ve ona yardımcı olan iki alet (vasıtadırlar). Binaenaleyh bu üç uzvun da kapalı olduğu beyan edilince, bu, kabul etmeme hususunda söylenebilecek en ileri ve tekidli bir söz olmuş olur. Bir şeye karşı nefret gerçekleşince bu nefret kalbe iyice yerleşir. Binaenaleyh kişi, karşı taraftan manasını gerektiği şekilde anlamadığı bir söz dinleyip duyduğunda, bu duyma, duyulup görülen o şeyin inceliklerine vâkıf olmak için bir sebep olmaz. Bu idrak eden ve algılayan nefistir (ruhtur). Nefsin bir şeyden alabildiğine nefret etmesi ise, onun, o şeyi düşünmesine ve o şeyin inceliklerine vakıf olmasına mani olur. Durum böyle olunca da onların, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı, kalplerimiz örtülüdür. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır" şeklindeki sözleri, kastedilen manayı ifade etmede, tam ve mükemmel bir istiare (teşbih) olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)