Mâide Sûresi 120. Ayet

لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ  ...

Göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لِلَّهِ Allah’ındır
2 مُلْكُ mülkü م ل ك
3 السَّمَاوَاتِ göklerin س م و
4 وَالْأَرْضِ ve yerin ا ر ض
5 وَمَا ve ne varsa
6 فِيهِنَّ bunlarda bulunan
7 وَهُوَ ve O
8 عَلَىٰ üzerine
9 كُلِّ her ك ل ل
10 شَيْءٍ şey ش ي ا
11 قَدِيرٌ kadirdir ق د ر
 

Babasız dünyaya gelmiş olan Hz. Îsâ’nın annesi olması dolayısıyla Hz. Meryem’in gerek Hıristiyanlık’ta gerekse İslâmiyet’te özel bir yeri ve değeri vardır. Kur’an’da kendi adına bir sûre bulunan ve değişik sûrelerde anılan Hz. Meryem’in öteki kadınlara üstün kılındığı yine Kur’an’da ifade edilmiştir (onun böyle bir mûcize olay için seçilmesinin insanlık tarihindeki önemi ve hikmetleri konusunda bk. Âl-i İmrân 3/42, 45-47).

 

 Ne var ki hıristiyanlar Tanrı inancı konusunda asırlarca süren bocalama süreci içinde Hz. Meryem’in bu seçkinliğine de farklı bir boyut getirmeye yönelmişler, hıristiyan mezheplerinde onun mahiyeti hakkında değişik teoriler ortaya konmuştur. Bu arada tarihî bilgiler Arabistan’da Collyridienler diye anılan bir sapkın hıristiyan grubunun Hz. Meryem’i tanrıça olarak kabul ettiğini göstermektedir. 116. âyette Allah’a nisbetle yer verilen “Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı kabul edin’ dedin?” şeklindeki soru, gerek Hz. Meryem’i teslîs inancının ögesi haline getirecek kadar ileri giden hıristiyanları gerekse bu derecede olmasa bile genellikle Hz. Meryem’in mahiyeti hakkında aşırılıklar taşıyan hıristiyan telakkilerini mahkûm etmektedir (bu konuda bk. bu sûrenin 72-76. âyetlerinin tefsiri; Hz. Îsâ’nın vefat ettirilmesi ve –Allah katına– kaldırılması hakkında bilgi için bk. Nisâ 4/155-161).

 Hz. Îsâ’nın “Hakkım olmayan şeyi iddia etmek bana yakışmaz” şeklinde tercüme edilen sözündeki incelik, böyle bir sözü söylemeye hakkı olmadığını belirtmek değil, kendisinin asla mâbud olamayacağını ve böyle bir iddiada bulunamayacağını ifade etmektir. Âyetin bu kısmını “Gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz” şeklinde anlayanlar da olmuştur.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 366-367

 

لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ

 

لِلّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مُلْكُ  muahhar mübtedadır.  السَّمٰوَاتِ  muzâfun ileyhtir. Cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır. 

الْاَرْضِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

وَ  atıf harfidir.  مَا  müşterek ism-i mevsûlu,  مُلْكُ’ye matuf olup mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur. 

ف۪يهِنَّ  car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf sılasına müteallıktır.

لِ  harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

  وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ  car mecruru  قَد۪يرٌ ’e müteallıktır.  شَيْءٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  قَد۪يرٌ  ise haberdir.

عَلَى  harf-i ceri mecruruna istila, rağmen, karşı, hal gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قَد۪يرٌ۟  mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 
 

لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ

 

Ayet, istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda, faide-i haber inkarî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır.  لِلّٰهِ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. 

Muahhar müsnedün ileyh olan  مُلْكُ السَّمٰوَاتِ , az sözle çok anlam ifade etme yollarından olan, izafet terkibiyle gelmiştir. 

وَالْاَرْضِ  muzâfun ileyh olan  السَّمٰوَاتِ’ye tezat sebebiyle matuftur. 

Müşterek ism-i mevsûl  مَا  da muzâfun ileyhe tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir. 

Âkil olmayan varlıkları âkil olanlara tağlîb etmiştir. Bunun sebebi, yaratılmış bütün varlıkların, Hakk Teâlâ’nın hakimiyet, kudret, kaza ve kader elinde musahhar, zelil ve aciz olduklarına bir dikkat çekmedir. Buna göre bu teshîr içinde sanki kudreti olmayan cansız varlıklar, aklı olmayan hayvanlar (behâim) gibidirler. Allah’ın ilmine nispetle hepsinin ilmi bir ilimsizlik; yine, Allah’ın kudretine nispetle hepsinin kudreti, bir kudretsizliktir. (Fahreddin er-Râzî)

Mevsûlün sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.  ف۪يهِنَّ  bu mahzuf sılaya müteallıktır.

Mülkün semavat, arz ve her ikisinde olanlar şeklinde sayılması taksim sanatıdır.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.


وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

 

İstînâfa matuftur. Takdim kasrıyla tekid edilmiş cümle faide-i haber inkarî kelamdır.

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ amiline takdim edilmiştir. Bu cümle, mamulun amile kasrını başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. O, her şeye kādirdir. Muktedir olmadığı hiçbir şey yoktur. 

عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ  ifadesi maksûrun aleyh, قَد۪يرٌ۟  ise maksûrdur. 

شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.

قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Bu cümle Allah Teâlâ’nın tüm mevcudattaki tasarrufunun umumiliğine delalet etmektedir. Var olanı yok etmek ve yok olanı da var etmek yalnız O’nun elindedir. 

Ayetin bu son cümlesi tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelirler. 

Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet,  sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.

Surenin başı, rubûbiyyet ile ubûdiyyet (Rabblık ile kulluk) arasında yapılmış olan bir ahdi hatırlatma ile ilgiliydi. Binaenaleyh Allah, “Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin.” (Maide Suresi, 1) buyurmuştur. Müminin halinin kemâli de kulluğa girmesi, nefsinden tamamen vazgeçerek sırf fena haline ulaşmasındadır. Bunlardan birincisi şeriattır ki bu, başlangıçtır. Diğeri de hakikattir ki bu da nihai gayedir. Binaenaleyh surenin başlangıcı şeriattan bahsetmiş, sonu da Allah’ın kibriyasının, celâlinin, izzetinin, kudretinin ve yüceliğinin zikredilmesiyle bitmiştir. İşte bu hal, hakikat makamına vasıl olmadır; binaenaleyh, bu başlangıç ile bu bitiş arasında ne güzel bir münasebet bulunmaktadır! (Fahreddin er-Râzî)