بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللّٰهُمَّ رَبَّنَٓا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَٓائِدَةً مِنَ السَّمَٓاءِ تَكُونُ لَنَا ع۪يداً لِاَوَّلِنَا وَاٰخِرِنَا وَاٰيَةً مِنْكَۚ وَارْزُقْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالَ | dedi |
|
2 | عِيسَى | Îsa |
|
3 | ابْنُ | oğlu |
|
4 | مَرْيَمَ | Meryem |
|
5 | اللَّهُمَّ | Allah’ım |
|
6 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
7 | أَنْزِلْ | indir |
|
8 | عَلَيْنَا | bizim üzerimize |
|
9 | مَائِدَةً | bir sofra |
|
10 | مِنَ | -ten |
|
11 | السَّمَاءِ | gök- |
|
12 | تَكُونُ | olsun |
|
13 | لَنَا | bizim için |
|
14 | عِيدًا | bir bayram |
|
15 | لِأَوَّلِنَا | öncemiz için |
|
16 | وَاخِرِنَا | ve sonramız için |
|
17 | وَايَةً | ve bir mu’cize (olsun) |
|
18 | مِنْكَ | Senden |
|
19 | وَارْزُقْنَا | bizi rızıklandır |
|
20 | وَأَنْتَ | ve sen |
|
21 | خَيْرُ | en hayırlısısın |
|
22 | الرَّازِقِينَ | rızık verenlerin |
|
İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Hz. Îsâ’nın bu duası üzerine gökten bir sofra indirilmiştir. Tefsir kitaplarında bu sofrada hangi yiyeceklerin yer aldığı, bu ziyafetin ne kadar bir süre devam ettiği ve kimlere nasip olduğu hususunda ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. Fakat bu bilgileri destekleyen sahih rivayetler bulunmamaktadır. Bazı tâbiîn bilginlerinden gelen bir rivayeti esas alan müfessirlere göre yüce Allah’ın “Kuşkunuz olmasın, ben onu size indireceğim; fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, varlıklar âleminde hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim” buyurması üzerine, sofra indirilmesini isteyenler bu taleplerinden vazgeçmişler ve sofra indirilmemiştir. Reşîd Rızâ, hıristiyanların kutsal kitabı olan İnciller’de bu konuda bir bilginin bulunmamasını ve bunun hıristiyanlar arasında bilinegelen bir olay olmamasını bu yorumu destekler nitelikte bulur, İnciller’deki Hz. Îsâ’nın yiyecekleri bereketlendirmesiyle ilgili bilgilerin gökten sofra indirilmesi mûcizesiyle ilgisinin bulunmadığını açıklar. Şu var ki İnciller’de bu konuda bilgi bulunmamasını bu görüşe destek kılmak isabetli görünmemektedir. Zira sofranın indirilip indirilmediği bir yana –Kur’an’ın haber verdiği– havârilerin bu isteği ve Hz. Îsâ’nın bu duası da İnciller’de zikredilmemektedir. Taberî, Resûlullah’tan, ashabından ve Selef bilginlerinden nakledilen rivayetleri dikkate alarak ve Allah Teâlâ’nın vaadini mutlaka yerine getirmiş olduğunu düşünerek sofranın indiği görüşünü tercih etmek gerektiğini savunur. Ancak Taberî’ye göre, neler içerdiğini belirleme cihetine gitmeksizin üzerinde yiyecekler bulunan bir sofra indiğini kabul etmekle yetinilmelidir; zaten bunları bilmenin bir yararı olmadığı gibi, bilmemenin de bir zararı yoktur.
Kuran Yolu/Diyanet Tefsiri
ماد yerin sallanması gibi büyük nesnelerin sallanması ve çalkalanmasıdır. مَائِدَة ise üzerinde yemek bulunan tabak, tepsi veya sofradır. Bazı âlimler bu ayetteki mâide kelimesini ilim olarakta yorumlamışlardır; çünkü nasıl yiyecek bedenlerin gıdasıysa, ilim de kalplerin gıdasıdır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 5 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri mâide ve meydandır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
عود avede: عَوْدٌ Bir şeyden döndükten veya ayrıldıktan sonra ona, ya bizzat ya da sözle ve azim (kararlılık) itibarıyle geri dönmektir. إعَادَة ; bilgi, haber veya başka bir şeyin tekarlanmasıdır. عَادَة fiil ve infialin, bir huy gibi insanın kolay yapabileceği bir duruma gelinceye kadar tekrar edilmeleridir. Bundan dolayı âdet ikinci bir tabiattır denmiştir. ألْعِيد belli aralıklarla tekrarlanan şeydir. Yine ألْعِيد insan üzerinde dönüp duran /tekrarlayan her türlü şeydir. عَائِدَة insana dönen herhangi bir faydadır. مَعَاد Dönüş ve dönüşün yapıldığı zaman ve mekanla ilgili kullanılır. Yolculuk yapmayı ve çalışmayı itiyat haline getirmesi ya da yılların peşpeşe üzerinden geçip gitmesi sebebiyle yaşlı deveye عَوْدٌ denir. عُود asıl anlamı kesildiği zaman tekrar yeşerme özelliğine sahip olan ağaçtır. Daha sonra bu kelime ut çalgısına ve kendisiyle tütsü yapılan öd ağacına tahsis edilmiştir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 63 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri âdet, âid, âidat, (alel)âde, âdi, avdet (etmek), (fevkal)âde, iâde, itiyat, mutat, miat, muâyededir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللّٰهُمَّ رَبَّنَٓا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَٓائِدَةً مِنَ السَّمَٓاءِ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. ع۪يسَى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
ابْنُ ise ع۪يسَى ’nın sıfatı veya bedelidir. مَرْيَمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır.
Mekulü’l-kavli, اللّٰهُمَّ رَبَّنَٓا’dir. اللّٰهُمَّ münadadır. Nida harfi mahzuftur. اللّٰهُمَّ ifadesindeki مَّ, nida harfi olan يَا ’nın yerine gelmiştir; dolayısıyla bu iki harf birlikte kullanılmaz. Bu, Allah lafzının hususiyetlerinden biridir. (Keşşâf - Âşûr)
رَبَّنَٓا lafza-i celâlin sıfatıdır. Muzâftır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Nidanın cevabı اَنْزِلْ عَلَيْنَا ’dır. اَنْزِلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup, takdiri أنت’dir.
عَلَيْنَا car mecruru اَنْزِلْ fiiline müteallıktır. مَٓائِدَةً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru اَنْزِلْ fiiline müteallıktır.
تَكُونُ لَنَا ع۪يداً لِاَوَّلِنَا وَاٰخِرِنَا وَاٰيَةً مِنْكَۚ
Cümle مَٓائِدَةً ’in sıfatı olarak mahallen mansubtur.
تَكُونُ nakıs muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. تَكُونُ ’nun ismi müstetir هي zamiridir. لَنَا car mecruru ع۪يدًا’in mahzuf haline müteallıktır.
ع۪يدًا kelimesi تَكُونُ ’nun haberi olup lafzen mansubtur. لِاَوَّلِنَا car mecruru لَنَا’nın bedelidir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اٰخِرِنَا kelimesi atıf harfi وَ’la لِاَوَّلِنَا ’ya matuftur.
اٰيَةً kelimesi atıf harfi وَ’la ع۪يدًا ’e matuftur. مِنْكَ car mecruru اٰيَةً ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
وَارْزُقْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. ارْزُقْنَا sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت’dir.
Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir اَنْتَ mübteda olarak mahallen merfûdur. خَيْرُ haber olup lafzen merfûdur.
الرَّازِق۪ينَ kelimesi muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الرَّازِق۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan رزق fiilinin ism-i failidir.قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللّٰهُمَّ رَبَّنَٓا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَٓائِدَةً مِنَ السَّمَٓاءِ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlenin mekulü’l-kavli …رَبَّنَٓا اَنْزِلْ عَلَيْنَا, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nida harfinin hazfi münadanın nida edilene yakın olma isteğine işarettir.
اللّٰهُمَّ’nin aslı يا الله ’tır. Nida harfi hazfedilip, nida harfinden ivaz olarak مَّ, gelmiştir. Bu kullanım sadece bu isme mahsustur. رَبَّنَٓا ikinci nida veya lafza-i celâl için sıfattır.
Dikkat edilirse önce اللّٰهُمَّ, sonra رَبَّنَٓا şeklinde ikinci bir nida gelmiştir. Bu nida ilkinden bedel veya atf-ı beyan değildir. Bu iki nidadan amaç tevazu içinde olmak veya yakarışta mübalağa etmektir. Kur’an’da sadece burada vardır. Mübalağalı bir nidadır. Duanın ne kadar içten olduğunun bir göstergesidir.
Nidanın cevabı اَنْزِلْ عَلَيْنَا, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen dua manasında olduğu için cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
رَبَّنَٓا izafeti, muzâfun ileyhin şanı içindir.
مَٓائِدَةً ’deki tenvin, nev ve tazim ifade eder.
İsa (a.s.) görüldüğü gibi niyazının başında Allah Teâlâ’ya iki kere nida eder: Birincisinde bütün kemalâtı kapsayan ulûhiyet vasfıyla ikincisinde de terbiye ifade eden rubûbiyet vasfıyla. Bu iki nidadan amaç, tevazu içinde olmak ve yakarışta mübalağa etmektir. (Ebüssuûd)
تَكُونُ لَنَا ع۪يداً لِاَوَّلِنَا وَاٰخِرِنَا وَاٰيَةً مِنْكَۚ وَارْزُقْنَا
مَٓائِدَةً için sıfat olan cümle fasılla gelmiştir. كانَ ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede كانَ ,ع۪يداً ’nin haberidir. Car-mecrur لَنَا, önemine binaen amili olan ع۪يداً ’e takdim edilmiştir.
Nidanın cevabına matuf olan وَارْزُقْنَا cümlesi duanın devamıdır. Emir üslubunda talebî inşaî isnad olmasına rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
وَارْزُقْنَا kelimesinde irsâd sanatı vardır.
لِاَوَّلِنَا - اٰخِرِنَا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَارْزُقْنَا - ع۪يداً - مَٓائِدَةً kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ne kadar dikkate şayandır ki havariler sofrayı isteyip maksatlarını anlatırken yemeği öne almışlar ve diğer dinî ve ruhanî maksatlarını geriye bırakmışlardı. Halbuki Hz. İsa dinî maksatları öne almış ve yeme maksadını hem geriye bırakmış hem de rızık olmakla ifade etmiş ve sonra rızıkta kalmayıp rızkı veren Allah’a geçmiş ve onu ululamış ve onu yüceltmekle şükrünü de arz etmiştir. Bunlar düşünülünce ruhların derecelerindeki mertebeler ne büyük bir fark ile ortaya çıkmış oluyor. (Elmalılı)
Ayetteki bu tertip hakkında bir düşün. Zira havariler, gökten gelecek bir sofra isterlerken onu isteme hususunda birçok sebep zikretmişler, bunun başında da önce “yeme” sebebini getirerek “İstiyoruz ki biz de ondan yiyelim.” (Maide Suresi, 113) demişler, dinî ve manevî sebepleri geriye bırakmışlardır. Ama Hz. İsa, bu sofrayı isteyip sebeplerini sıralarken önce dinî sebepleri söyleyip yeme sebebini sonraya almıştır. Çünkü o, sözünün sonunda “Bizi rızıklandır.” demiştir. İşte bunu iyice düşündüğünde bir kısmının ruhanî bir kısmının da maddeye mütemayil olmaları bakımından ruhların derece derece oluşları gözünün önüne serilir. Sonra Hz. İsa’nın dini son derece saf, ruhu da alabildiğine aydınlık olduğu için “Bizi rızıklandır.” diyerek rızıktan bahsedince o sözle kalmamış, rızıktan rızık verene geçerek “Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.” demiştir. Buna göre ayetteki (Ey Rabbimiz) ifadesi, Hakk Teâlâ’nın ismi ile başlama; “Üstümüze gökten bir sofra indir.” ifadesi, zattan sıfatlara geçiş; “Bizim hem evvelkilerimiz hem sonrakilerimiz için bir bayram olsun.” ifadesi, birer nimet olmaları bakımından değil, nimeti veren Allah’tan südur etmeleri bakımından ruhun nimetlerden dolayı sevinmesine bir işaret; “Senden bir ayet (mucize) olsun.” ifadesi, bu sofranın, istidlal ve tefekkür edebilecek kimselere bir delil olmasına bir işaret; “Bizi rızıklandır.” ifadesi de nefse düşen paya bir işarettir. Bunların hepsi, Allah Teâlâ’dan inen şeylerdir. O halde bir bak, Hz. İsa, önce en şerefli olandan başlayıp nasıl kademe kademe daha aşağı doğru inmiştir. Daha sonra o, “Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.” demiştir ki bu da yaratılmıştan yaratana, Allah olmayandan Allah’a; daha aşağıda olandan daha yukarıda şerefli olana doğru yeniden bir yükseliştir. İşte bunu düşündüğünde nurânî, ilahî ve aydınlık ruhların nasıl çıkıp indikleri hususunda bir işaret belirir. (Fahreddin-er Râzî)
وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ
Ayetin son cümlesi istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesidir. Lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsm-i faile muzâf olan خَيْرُ cümlenin müsnedidir. Müsnedin izafetle gelmesi veciz ifade kastına matuftur.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu [sabit olması] veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الرَّازِق۪ينَ - وَارْزُقْنَا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Nida cümlesi Allah ismiyle başlayıp onun ismiyle bittiği için cümlede teşâbüh-i etrâf sanatı vardır.
قَالَ اللّٰهُ اِنّ۪ي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ مِنْكُمْ فَاِنّ۪ٓي اُعَذِّبُهُ عَذَاباً لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالَ | buyurdu ki |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | إِنِّي | ben |
|
4 | مُنَزِّلُهَا | onu indireceğim |
|
5 | عَلَيْكُمْ | sizin üzerinize |
|
6 | فَمَنْ | ama kim |
|
7 | يَكْفُرْ | inkar ederse |
|
8 | بَعْدُ | ondan sonra |
|
9 | مِنْكُمْ | sizden |
|
10 | فَإِنِّي | ben |
|
11 | أُعَذِّبُهُ | ona azab ederim |
|
12 | عَذَابًا | bir azapla |
|
13 | لَا |
|
|
14 | أُعَذِّبُهُ | azab etmediğim |
|
15 | أَحَدًا | hiç kimseye |
|
16 | مِنَ |
|
|
17 | الْعَالَمِينَ | dünyalarda |
|
قَالَ اللّٰهُ اِنّ۪ي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْۚ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. Mekulü’l-kavli, اِنّ۪ي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْ ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. Muttasıl zamir olan ي harfi اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
مُنَزِّلُهَا kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
عَلَيْكُمْ car mecruru ism-i fail olan مُنَزِّلُهَا izafetine müteallıktır.
فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ مِنْكُمْ فَاِنّ۪ٓي اُعَذِّبُهُ عَذَاباً لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟
فَ atıf harfidir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. يَكْفُرْ şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
بَعْدُ zaman zarfı, يَكْفُرْ fiiline müteallıktır. مِنْكُمْ car mecruru يَكْفُرْ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
Muttasıl zamir olan ي harfi اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
اُعَذِّبُهُ fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. اُعَذِّبُهُ merfû muzari fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri انا ’dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
عَذَابًا kelimesi mef’ûlu mutlaktan naibtir.
لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَدًا cümlesi عَذَابًا ‘in sıfatı olarak mahallen mansubtur. لَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
اُعَذِّبُهُٓ merfû muzari fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri انا ’dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اَحَدًا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟ car mecruru اَحَدًا’in mahzuf sıfatına müteallıktır. Cer alameti ي ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
اُعَذِّبُهُٓ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب’dir. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.قَالَ اللّٰهُ اِنّ۪ي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlenin mekulü’l-kavli olan اِنّ۪ي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْۚ, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyh telezzüz, teberrük ve mehabeti artırmak için tüm esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil Allah ismiyle gelmiştir.
Allah Teâlâ’nın kendisinden “Allah” şeklinde bahsetmesinde tecrîd sanatı vardır.
عَلَيْكُمْۚ’de tevcih vardır. Hem üstünüze hem aleyhinize demektir.
Bu cümle de bir istinaf cümlesidir.
İsa (a.s.), sofranın indirilmesini niyaz ederken inzal fiilini kullandığı halde Allah Teâlâ icabetini belirtirken ziyade ifade eden tenzil fiilini kullanmıştır. Bu ilâhî lütuf ve ihsanın kemâlini göstermek içindir. Enam Suresinin 63 ve 64. ayetlerinde de bu üslûp kullanılır. (Orada da kurtarmak anlamında incâ fiilinden sonra aynı mananın çokluğunu belirten tenciye fiili kullanılmıştır.)
İlâhî icabet ifade eden mezkûr cümlenin başında tahkik (İnnî/Şüphesiz Ben) kelimesinin bulunması ve ondan sonra isim kipi “münezzilünün” kullanılması,
ilâhî vaadin kesinliğini, onun mutlaka gerçekleşeceğini, hiçbir şeyin O’na engel olamayacağını ve bunun devam edeceğini bildirir. Yani Ben size o sofrayı çok kere indireceğim, demektir.
Diğer bir görüşe göre ise ayette kullanılan inzal ve tenzil aynı manadadır. (Ebüssuûd)
فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ مِنْكُمْ فَاِنّ۪ٓي اُعَذِّبُهُ عَذَاباً لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟
Ayetin bu cümlesi makabline فَ ile atfedilmiştir. Şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır.
یَكۡفُرۡ بَعْدُ مِنْكُمْ şeklindeki muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan şart cümlesi مَن ’in haberidir.
فَ karinesiyle gelen şartın cevabı اِنّ۪ٓ ile tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır.
لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟ cümlesi عَذَاباً için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber inkârî kelamdır.
اَحَداً ’deki tenvin “hiç kimse” manasındadır. Olumsuz siyakta nekre, umum ifade eder.
فَاِنّ۪ٓي اُعَذِّبُهُ عَذَاباً cümlesiyle لَٓا اُعَذِّبُهُٓ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ۟ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اُعَذِّبُهُ - لَٓا اُعَذِّبُهُٓ - عَذَاباً kelimeleri arasında iştikak cinası, tıbâk-ı selb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَذَاباً mef’ûlu mutlak olarak gelmiştir.
Küfrün ve nimeti inkârın azabı yalnız ahirette değil, dünyada da büyüktür. Nimet ne kadar büyük ne kadar olağanüstü ise küfür ve inkârın azabı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevali de o ölçüde acı olur. “Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendin.” (Maide Suresi, 3) buyurulduğu gün Müslümanlara ihsan edilmiş olan sofranın gerek hoşluğu ve gerek lütfedilme şekli bakımından İsa’nın sofrasından ne kadar büyük bir devlet olduğunu düşünmeli de, buna karşı küfür ve inkârın nasıl bir azaba layık olacağını anlamalıdır. (Elmalılı)
وَاِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ ءَاَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُون۪ي وَاُمِّيَ اِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ ل۪ٓي اَنْ اَقُولَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِحَقٍّۜ اِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُۜ تَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْس۪ي وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَۜ اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذْ | ve yine |
|
2 | قَالَ | demişti ki |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | يَا عِيسَى | Îsa |
|
5 | ابْنَ | oğlu |
|
6 | مَرْيَمَ | Meryem |
|
7 | أَأَنْتَ | sen mi? |
|
8 | قُلْتَ | dedin |
|
9 | لِلنَّاسِ | insanlara |
|
10 | اتَّخِذُونِي | beni edinin |
|
11 | وَأُمِّيَ | ve annemi |
|
12 | إِلَٰهَيْنِ | iki tanrı |
|
13 | مِنْ |
|
|
14 | دُونِ | başka |
|
15 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
16 | قَالَ | dedi ki |
|
17 | سُبْحَانَكَ | sen yücesin |
|
18 | مَا |
|
|
19 | يَكُونُ | değildir |
|
20 | لِي | benim (haddime) |
|
21 | أَنْ |
|
|
22 | أَقُولَ | söylemek |
|
23 | مَا | bir şeyi |
|
24 | لَيْسَ | olmayan |
|
25 | لِي | benim için |
|
26 | بِحَقٍّ | gerçek |
|
27 | إِنْ | eğer |
|
28 | كُنْتُ | olsaydım |
|
29 | قُلْتُهُ | demiş |
|
30 | فَقَدْ | muhakkak |
|
31 | عَلِمْتَهُ | sen bunu bilirdin |
|
32 | تَعْلَمُ | sen bilirsin |
|
33 | مَا | olanı |
|
34 | فِي |
|
|
35 | نَفْسِي | benim nefsimde |
|
36 | وَلَا | ve |
|
37 | أَعْلَمُ | ben bilmem |
|
38 | مَا | olanı |
|
39 | فِي |
|
|
40 | نَفْسِكَ | senin nefsinde |
|
41 | إِنَّكَ | şüphesiz sen |
|
42 | أَنْتَ | sensin |
|
43 | عَلَّامُ | bilen |
|
44 | الْغُيُوبِ | gizlileri |
|
Babasız dünyaya gelmiş olan Hz. Îsâ’nın annesi olması dolayısıyla Hz. Meryem’in gerek Hıristiyanlık’ta gerekse İslâmiyet’te özel bir yeri ve değeri vardır. Kur’an’da kendi adına bir sûre bulunan ve değişik sûrelerde anılan Hz. Meryem’in öteki kadınlara üstün kılındığı yine Kur’an’da ifade edilmiştir (onun böyle bir mûcize olay için seçilmesinin insanlık tarihindeki önemi ve hikmetleri konusunda bk. Âl-i İmrân 3/42, 45-47).
Ne var ki hıristiyanlar Tanrı inancı konusunda asırlarca süren bocalama süreci içinde Hz. Meryem’in bu seçkinliğine de farklı bir boyut getirmeye yönelmişler, hıristiyan mezheplerinde onun mahiyeti hakkında değişik teoriler ortaya konmuştur. Bu arada tarihî bilgiler Arabistan’da Collyridienler diye anılan bir sapkın hıristiyan grubunun Hz. Meryem’i tanrıça olarak kabul ettiğini göstermektedir. 116. âyette Allah’a nisbetle yer verilen “Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı kabul edin’ dedin?” şeklindeki soru, gerek Hz. Meryem’i teslîs inancının ögesi haline getirecek kadar ileri giden hıristiyanları gerekse bu derecede olmasa bile genellikle Hz. Meryem’in mahiyeti hakkında aşırılıklar taşıyan hıristiyan telakkilerini mahkûm etmektedir (bu konuda bk. bu sûrenin 72-76. âyetlerinin tefsiri; Hz. Îsâ’nın vefat ettirilmesi ve –Allah katına– kaldırılması hakkında bilgi için bk. Nisâ 4/155-161).
Hz. Îsâ’nın “Hakkım olmayan şeyi iddia etmek bana yakışmaz” şeklinde tercüme edilen sözündeki incelik, böyle bir sözü söylemeye hakkı olmadığını belirtmek değil, kendisinin asla mâbud olamayacağını ve böyle bir iddiada bulunamayacağını ifade etmektir. Âyetin bu kısmını “Gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz” şeklinde anlayanlar da olmuştur.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 366-367
وَاِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ ءَاَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُون۪ي وَاُمِّيَ اِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. اِذْ zaman zarfı olup takdiri اذكروا olan mahzuf fiile müteallıktır. قَالَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. Mekulü’l-kavli يَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ ’dir. قَالَ fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
يَا nida harfidir. ع۪يسٰٓى münadadır. ابْنِ ise ع۪يسَى ’nın sıfatı veya bedelidir. مَرْيَمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır.
Nidanın cevabı ءَاَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ ’dir. Hemze istifhamdır. Munfasıl zamir اَنْتَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
قُلْتَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. قُلْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur.
لِلنَّاسِ car mecruru قُلْتَ fiiline müteallıktır.
Mekulü’l-kavli, اتَّخِذُون۪ي ’dir. قُلْتَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اتَّخِذُون۪ي fiili ن ’un hazfıyla mebni emirdir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي ise mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
اُمِّيَ atıf harfi وَ ’la mütekellim zamirine matuftur. Mütekellim zamiri ي ise muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلٰهَيْنِ ikinci mef’ûlun bih olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
مِنْ دُونِ car mecruru اِلٰهَيْنِ ‘nin mahzuf sıfatına müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اتَّخِذُون۪ي fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftial bâbındadır. Sülâsîsi أخذ ’dır. İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ ل۪ٓي اَنْ اَقُولَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِحَقٍّۜ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
سُبْحَانَكَ mahzuf bir fiilin mef'ûlu mutlakı olarak mansubtur. Takdiri, نسبّح şeklindedir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mekulü’l-kavli, مَا يَكُونُ ل۪ٓي’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَكُونُ nakıs, merfû, muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
ل۪ي car mecruru يَكُونُ’nun mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, يَكُونُ’nun muahhar ismi olarak mahallen merfûdur.
اَقُولَ mansub muzari fiildir. Fail ise müstetir zamir انا ’dir.
Müşterek ism-i mevsûl مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası لَيْسَ ل۪ي بِحَقّ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
لَيْسَ nakıs camid fiildir. كَانَ gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.
لَیۡسَ ’nin ismi müstetir olup takdiri هُو ’dir. ل۪ي car mecruru حَقّ ’e müteallıktır. بِ harf-i ceri zaiddir. حَقّ lafzen mecrur olup لَیۡسَ ’nin haberi olarak mahallen mansubtur.
اِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُۜ
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تُ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
قُلْتُهُ fiili كُنْتُ ’nün haberi olarak mahallen mansubtur. قُلْتُهُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. قَدِ tahkik harfidir. عَلِمْتَهُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
تَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْس۪ي وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَۜ
Fiil cümlesidir. تَعْلَمُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Müşterek ism-i mevsûl مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur.
ف۪ي نَفْس۪ي car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.
وَ atıf harfidir. لَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَعْلَمُ merfû muzari fiildir. Fail müstetir olup takdir انا ’dir.
Müşterek ism-i mevsûl مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur.
ف۪ي نَفْسِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
كَ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اَنْتَ fasıl zamiridir.
عَلَّامُ kelimesi اِنَّ ’nin haberidir. الْغُيُوبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.وَاِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ ءَاَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُون۪ي وَاُمِّيَ اِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı اِذْ, takdiri اذكروا olan mahzuf fiile müteallıktır.
Muzâfun ileyh olan قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Nidanın cevabı istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen cümle, takrir ve azarlama kastı taşımaktadır. Vaz edildiği anlamdan çıktığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
İsim cümlesi formundaki cümlenin müsnedi قُلْتَ لِلنَّاسِ, mazi fiil sıygasında gelmiştir.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اتَّخِذُون۪ي وَاُمِّيَ اِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır ve قُلْتَ fiilinin mekulü’l-kavlidir.
ابْنَ - اُمِّ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr, قَالَ - قُلْتَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Burada Allah Teâlâ, İsa’nın (a.s.) bildiği bu hükmü yani böyle bir şey söylemediğini kabul etmesini, doğrulamasını istemiştir. Bunun için de burada hemzeyi fiilin takip etmesi gerekirdi. Ancak bunun yerine müsnedün ileyh gelmiştir. Bunda fiilin çirkinliğini ve bu sebeple de azarlamayı ziyadeleştirmek kastı vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu ayet دُونِ اللّٰهِۜ ibaresinin bir çok yerde “Allah’ın yanında” şeklinde tercüme edilmesinin doğruluğunu gösteren bir ayettir. Çünkü Hristiyanlar Allah’ı dışlamıyorlardı. Elmalılı Hamdi Yazır da bu ayetteki ifadenin “Allah’ın yanında” manasını taşıdığını söylemiştir.
مِنْ دُونِ اللّٰهِ sözündeki مِنْ, sıla ve tekid için ve سِوى manasınadır. (Âşûr)
ءَاَنْتَ قُلْتَ [Sen mi dedin] sorusu küfrü zemmetmek için gelmiş tecâhül-i âriftir.
لِلنَّاسِ sözünde umum söylenip husus kastedilmiştir. Yani İsa peygamberin ümmeti kastedilmiştir.
Şüphe yok ki bu azarlamanın asıl hedefi şimdi açığa çıkacağı üzere bizzat Hz. İsa değil, onu ilâh edinen üçlü ilâh inanışı sahipleridir. Fakat onların Hz. İsa’yı büyükleme adına taşkınlık ettikleri küfrün ona Allah’ın huzurunda nasıl bir sorumluluk yöneltmiş olduğunu ve bundan dolayı o kâfirlerin Allah’ın katında nasıl bir azarlanma ve azap edilme mevkiinde bulunduklarını düşünmelidir. Bu ayetten anlaşılıyor ki Allah’tan başka İsa’yı ilâh edinenler bulunduğu gibi annesi Hz. Meryem’i de ilâh kabul edenler varmış. Acaba bunlar kimlerdir? Ayet bu yönü açıklamamıştır. Bununla beraber açıktır ki bu da -olsa olsa- Hristiyanlar arasında bulunacaktır. Gerçi Hristiyanlar tarafından mezheplerince Hz. Meryem’in üçlemeye sokulmadığı ve bundan dolayı ona oğlu İsa gibi ilâh denmediği ileri sürülerek bu ayete itiraz edilmek istenmiştir. Fakat birinci olarak, İbni Hazm’ın “Fisâl”inde zikrettiği üzere Hristiyanlardan Berberaniyye fırkası vardı ki bunlar İsa’ya da anasına da ilâh diyorlardı. Bu mezhep sonra bitmiş kalmamıştır. Demek ki bunlar üçlemeyi, baba, ana, oğul diye sayıyorlardı. Ve halk nazarında üçlemenin açık şekli de budur. İkinci olarak, Hristiyanların üçleme inancı birlik değilse, hulûl (ruhun başka bir şeye girmesi) inancından ayrı değildir. İsa’da ilâhî bir tabiat veya İsa’nın bir cüzünü ilâh farz ederek onu tam bir ilâh edinenler Meryem’in de hamileliği esnasında o ilâhî cüzü taşıyan ve bundan dolayı bir ilâh olduğu inancından -ister istemez- uzak değildirler. Sonra kiliselerinde ve evlerinde Hz. İsa gibi Hz. Meryem’in de resimlerine karşı vaziyetleri, ibadet durumundan başka bir şey değildir. Bu bakımdan ayetin manası yalnız Berberanileri değil, diğerlerini de içine alır. Üçüncü olarak, böyle bir itiraz, ayetin manasındaki azarlama hitabını ve sorumluluğun dehşetini düşünmemek ve hesaba katmamaktan ileri gelmektedir. Zira azarlamanın asıl şiddeti, İsa’nın ilâh kabul edilmesi noktasında toplanmaktadır. (Elmalılı)
قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ ل۪ٓي اَنْ اَقُولَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِحَقٍّۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisaldir. Müspet fiil cümlesi lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İtiraziyye olarak gelen سُبْحَانَكَ cümlesinde îcâz-ı hazif vardır. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır. سُبْحَانَكَ ifadesi, takdiri نسبّح olan fiilin mef’ûl-ü mutlakıdır.
Mekulü’l-kavl olan مَا يَكُونُ ل۪ٓي cümlesi, كاَن ’nin dahil olduğu isim cümlesi, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. كاَن ,ل۪ٓي’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
اَنْ ve akabindeki اَقُولَ muzari fiil cümlesi, masdar teviliyle كاَن ’nin muahhar ismi konumundadır.
Mahallen mansub olan müşterek ism-i mevsûl اَقُولَ ,مَا fiilinin mef’ûlüdür. Sılası لَيْسَ ل۪ي بِحَقّ cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَيْسَ ,ل۪ي ‘nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.
لَيْسَ ,بِحَقّ ’nin muahhar ismidir. Zaid olan بِ harfi cümleyi tekid etmiştir.
Mevsûllerde müphem yapıları gereği tevcih sanatı vardır.
سُبْحَانَكَ kelimesi, tesbihin adıdır. Bunun masdarı olduğu fiil, kendisiyle beraber hiç zikredilmez. Bu kelimenin, tenzih manasını bir çok cihetten mübalağalı olarak ifade ettiği gayet açıktır.
Yani şu anlamı kazanmıştır: “Ben Senin hakkında böyle demekten yahut Senin hakkında böyle söylenmesinden, Seni layıkı vechile tenzih ederim.” (Ebüssuûd)
اِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُۜ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi كُنْتُ قُلْتُهُ lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart cümlesidir.
Şart fiili كاَن olduğu zaman اِنْ harfi genel kurallara uygun olarak müstakbel için kullanılmaz. Mazi için kullanılır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’An Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi قَدْ ,عَلِمْتَهُ ile tekid edilmiş, müspet mazi fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber talebî kelamdır.
كُنْتُ - مَا يَكُونُ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
تَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْس۪ي وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَۜ
Ta’lîliye olarak fasılla gelmiştir. Müstenefe cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet muzari fiil sıygasındaki cümle, lazım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müşterek ism-i mevsûlün sılası mahzuftur. ف۪ي نَفْس۪ي bu mahzuf sılaya müteallıktır.
Tezat sebebiyle makabline matuf وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَ cümlesi de aynı üsluptadır.
وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَ cümlesi ve وَ itiraziyyedir. (Âşûr)
Mevsûllerde tevcih sanatı vardır. Sıla cümlelerin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
ف۪ي نَفْس۪ي ifadesinde tecrîd sanatı vardır.
ف۪ي نَفْس۪ي ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla nefis içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü nefis hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. İnsanın her türlü düşünce ve hislerini Allah Teâlâ’nın bildiğini etkili bir şekilde belirtmek için bu üslup kullanılmıştır.
تَعْلَمُ - لَٓا اَعْلَمُ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
تَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْس۪ي cümlesiyle وَلَٓا اَعْلَمُ مَا ف۪ي نَفْسِكَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
نَفْس۪ kelimeleri arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetteki نَفْسِكَ kelimesi Allah’ın zatı için kullanılmıştır. Allah’ın zatı için bu kelimenin kullanılması doğru olmadığı halde öncesinde geçen aynı kelimeden ve bağlama uygunluğundan dolayı müşâkele yoluyla “Allah’ın katındakiler” anlamında kullanılmıştır. Zemaḫşerî bu ayetin tefsirinde, ilk geçen ف۪ي نَفْس۪ي kelimesinin kalp anlamında olduğunu, ikinci نَفْسِكَ kelimesiyle de aynı kelimenin farklı bir anlama taşındığını ifade etmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedi’ Sanatları)
تَعْلَمُ kelimesinde irsad sanatı vardır.
اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
Ta’îiliyye olarak fasılla gelmiştir. Müstenefe cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنَّ ve fasıl zamiriyle tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesi, lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ cümlesi تَعْلَمُ ما في نَفْسِي cümlesini illeti olarak gelmişttir. Çünkü اِنَّ ta’lîl ifade etmiştir. Burada dört tekid ve hasr üslubu vardır. Fasıl zamiri hasr ifade eder, اِنَّ tekid edatı, hasr üslubu, الْغُيُوبِ lafzının cemi gelmesi ve istiğrab (Cümlede garip, çok bilinmeyen bir kelime veya ifade kullanılmasıdır.) edatıdır. (Âşûr)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir.
عَلَّامُ - الْغُيُوبِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
قَالُوا - يَقُولُ ve عَلَّامُ - عِلْمَ kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu cümle, 109. ayetin fasılasıyla aynıdır. İki cümle arasında ıtnâb, tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قَالَ - قُلْتَ - قُلْتُهُ - اَقُولَ ve كُنْتُ - يَكُونُ ve عَلِمْتَهُ - اَعْلَمُ - تَعْلَمُ - عَلَّامُ kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayet-i kerime Allah ismiyle başlayıp onun ismiyle bittiği için teşâbüh-i etrâf sanatı vardır.
İsa muhakkak diyecek ki: “Seni Sana layık paklıkta tenzih ederim, ilâhî paklığına sığınır ve öyle haksız ve yakışıksız bir sözden uzak olmayı dilerim. Hâşâ ey Rabbim! Hak ve layık olmayan sözü söylemek bana yakışmaz, buna ilmini şahit getiririm. Eğer ben onu söylemiş olsaydım, elbette Sen onu bilirdin. Çünkü Sen benim dışım, açıklayıp ilan ettiklerim şöyle dursun, nefsimde gizlediğim, gönlümden geçirdiğim şeyleri de bilirsin. Ben ise Senin nefsindekini, ilminde gizlediğin bilgileri bilmem. Şu halde söylemediğimi bildiğin halde bana bu soruyu sormaktaki ilâhî hikmetini de bilmem. Çünkü bütün gaybları tamamıyla bilen عَلَّامُ الغُيُوبِ olan Sen, ancak Sensin.” (Elmalılı)
مَا قُلْتُ لَهُمْ اِلَّا مَٓا اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۚ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَه۪يداً مَا دُمْتُ ف۪يهِمْۚ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَن۪ي كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْۜ وَاَنْتَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا |
|
|
2 | قُلْتُ | ben söylemedim |
|
3 | لَهُمْ | onlara |
|
4 | إِلَّا | başka |
|
5 | مَا | şeyden |
|
6 | أَمَرْتَنِي | bana emrettiğin |
|
7 | بِهِ | onu |
|
8 | أَنِ |
|
|
9 | اعْبُدُوا | kulluk edin |
|
10 | اللَّهَ | Allah’a |
|
11 | رَبِّي | benim Rabbim |
|
12 | وَرَبَّكُمْ | ve sizin Rabbiniz olan |
|
13 | وَكُنْتُ | idim |
|
14 | عَلَيْهِمْ | onlar üzerine |
|
15 | شَهِيدًا | şahid |
|
16 | مَا |
|
|
17 | دُمْتُ | olduğum sürece |
|
18 | فِيهِمْ | onların içinde |
|
19 | فَلَمَّا | fakat |
|
20 | تَوَفَّيْتَنِي | sen beni vefat ettirince |
|
21 | كُنْتَ | sen oldun |
|
22 | أَنْتَ | sen |
|
23 | الرَّقِيبَ | gözetleyen |
|
24 | عَلَيْهِمْ | onları |
|
25 | وَأَنْتَ | ve sen |
|
26 | عَلَىٰ | üzerine |
|
27 | كُلِّ | her |
|
28 | شَيْءٍ | şey |
|
29 | شَهِيدٌ | şahitsin |
|
مَا قُلْتُ لَهُمْ اِلَّا مَٓا اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۚ
Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. قُلْتُ sükun üzere mebni mazi fiildir.
Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur. لَهُمْ car mecruru قُلْتُ ’ye müteallıktır. اِلَّا hasr edatıdır.
Müşterek ism-i mevsûl مَٓا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اَمَرْتَن۪ي sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي ise mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur. بِه۪ٓ car mecruru اَمَرْتَن۪ي fiiline müteallıktır.
اَنِ ve masdar-ı müevvel, mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri, هو şeklindedir.
اعْبُدُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile masubtur. رَبّ۪ي lafzı اللّٰهَ lafza-i celâlinden bedeldir. Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
رَبَّكُمْ lafzı atıf harfi وَ ’la رَبّ۪ي ’ye matuftur.
وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَه۪يداً مَا دُمْتُ ف۪يهِمْۚ
وَ istînâfiyyedir. كُنْتُ sükun üzere mebni nakıs mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
تُ muttasıl zamiri, كَاَنَ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهِمْ car mecruru شَه۪يدًا’e müteallıktır.
مَا masdar harfidir. دُمْتُ sükun üzere nakıs mebni mazi fiildir. كَانَ gibi ismini ref haberini nasb eder.
Âşûr, tam fiil olduğunu ve “onların aralarında iken” ve “kaldığım müddetçe” anlamında olduğunu belirtir.
ت muttasıl zamiri, دُمْتُ ’nun ismi olarak mahallen merfûdur. ف۪يهِمْ car mecruru دُمْتُ’nun mahzuf haberine müteallıktır.
مَا ve masdar-ı müevvel, شَه۪يدًا’e müteallıktır.
فَلَمَّا تَوَفَّيْتَن۪ي كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْۜ
فَ atıf harfidir. لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
تَوَفَّيْتَن۪ي şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي ise mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
Şartın cevabı كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْ ’dir. تَ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. اَنْتَ fasıl zamiridir.
الرَّق۪يبَ kelimesi كُنْتَ ‘nin haberi olup lafzen mansubtur. عَلَيْهِمْ car mecruru الرَّق۪يبَ ’ye müteallıktır.
تَوَفَّيْتَن۪ي fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi وفي ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَاَنْتَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir اَنْتَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
عَلٰى كُلِّ car mecruru شَه۪يدٌ ’e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. شَه۪يدٌ ise haberdir.
عَلٰى harf-i ceri mecruruna istila, rağmen, karşı, hal gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
شَه۪يدٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا قُلْتُ لَهُمْ اِلَّا مَٓا اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۚ
Ayet istînâfiyyedir. Hz. İsa’nın sözleri devam etmektedir.
Menfi mazi fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber talebi kelam olan cümle kasrla tekid edilmiştir. Kasr, fail ve mef’ûl arasındadır.
Müşterek ism-i mevsûl قُلْتُ ,مَٓا fiilinin mef’ûlüdür. Sılası olan اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar harfi أن ve akabindeki اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۚ cümlesi masdar teviliyle mahzuf mübtedanın haberi konumundadır. Takdiri, هو olan mübteda ve masdar-ı müevvel olan haberden oluşan cümle, بِه۪ٓ ’deki zamir için tefsiriyyedir.
رَبّ۪ي ve رَبَّكُمْۚ izafetlerinde muzâfun ileyh olan كُمْۚ ve ي zamirleri şeref kazanmıştır.
مَٓا اَمَرْتَن۪ي بِه۪ٓ [Bana emrettiğin şeyi] ifadesinden sonra اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۚ [Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet etmek] açıklaması, ibhamdan sonra izah babında ıtnâb sanatıdır.
Allah isminden sonra gelen رَبّ۪ي ve رَبَّكُمْۚ bedel veya sıfat olup tekid için ıtnâbtır.
Tam paklık ve yüksek ululama ile Îsâ o müthiş soruya karşı böyle ince bir edebî kulluk içinde delalet bakımından nefy ile tekid edilmiş ve delilli bir şekilde cevap verdikten sonra o isnadı açıkça reddederek diyecek ki: “Ben onlara başka bir şey söylemedim, ancak bana emrettiğin emrini söyledim. ‘Hem benim hem sizin Rabbiniz olan Allah’a ibadet ediniz, ancak O’nu ibadete layık tanıyınız.’ dedim. (Âl-i İmran Suresi, 50-51. ayetlerin tefsirine bakınız.) İçlerinde bulunduğum müddetçe de kendilerine şahit oldum. Şu halde bu müddet içerisinde çıkar ve zararları hususunda kabul edip etmediklerine şahitlik edebilirim. Fakat ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, içlerinden aldın, kaldırdın. ‘Ben seni öldüreceğim, Bana yükselteceğim.’ (Âl-i İmran Suresi, 55) vaadini yerine getirdin, o andan itibaren üzerlerine kontrolcü, gözcü ancak Sen oldun, ve Sen herşeye şahitsin, önüne de şahit, sonuna da şahitsin.” (Elmalılı)
وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَه۪يداً مَا دُمْتُ ف۪يهِمْۚ
وَ istînâfiyyedir. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. عَلَيْهِمْ önemine binaen amili olan haber كَانَ ’ye takdim edilmiştir.
Nakıs fiil مَا دُمْتُ ’nun dahil olduğu isim cümlesi de lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مَا دُمْتُ ,ف۪يهِمْۚ ‘nun mahzuf haberine müteallıktır.
فَلَمَّا تَوَفَّيْتَن۪ي كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْۜ
فَ istînâfiyyedir. Ayet, şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi aynı zamanda muzâfun ileyh olan تَوَفَّيْتَن۪ي cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi olan كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْ ise faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesinde fasıl zamiri اَنْتَ cümleyi tekid etmiştir. Kasr ifade eder. Bir başka tekid unsuru da كَانَ ’nin haberinin marife gelmesidir. Haberin marife oluşu bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtmek yanında tahsis ifade etmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.
Bu ayette murakabe sıfatı, mevsuf olan Allah’a tahsis edilmiş. Bu ayette fasıl zamiri olmasaydı güzel olmazdı. Çünkü Allah her zaman ve her halükârda murakabe durumundadır. İsa (a.s.) hayattayken kavmini murakabe ediyor, onlara Allah’a ibadet etmelerini emrediyordu. Ama o aralarından ayrılınca Allah’tan başka murakıb kalmadı. Bunun için fasıl zamiriyle kasr yapılması gerekli oldu.
(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu ayetin başında bulunan (... تَوَفَّيْتَن۪ي ..) kelimesinden maksat Hazreti İsa’nın göğe çekilmesi, alınmasıdır. Burada [Ey İsa, şüphesiz ki seni öldürecek olan Benim, seni kendi nezdime yükseltip kaldıracağım. (Âl-i İmran Suresi, 55)] ayetindeki mana söz konusudur. (Fahreddin er-Râzî)
تَوَفَّيْتَن۪ي Azrail’in ruhunu alması, Allah’ın, ölümüne hükmetmesi anlamındadır. (Âşûr)
وَاَنْتَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
Cümle istînâfiyyedir. Hz. İsa’nın sözlerinin devamıdır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelen ve takdim kasrıyla tekid edilmiş cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.
عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ âmiline takdim edilmiştir. Bu cümle mamulun âmile kasrını, başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. O, her şeye şahittir, şahit olmadığı hiçbir şey yoktur.
عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ ifadesi maksûrun aleyh, شَه۪يدٌ ise maksûrdur.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.
شَه۪يدٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
الرَّق۪يبَ ve شَه۪يدٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.
شَه۪يدٌ kelimelerinde tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. İlki İsa peygambere ait bir vasıf, ikincisi Allah Teâlâ’nın ismidir.
رَبّ۪ - شَه۪يدٌ - كُنْتُ - مَا - عَلَيْهِمْ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Bu cümle, itirazî (makablinden bağımsız) olup makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. Bu ifade bize bildiriyor ki İsa (a.s.) onların arasında iken de onların hepsini murakabe eden Allah Teâlâ idi. (Ebüssuûd)
اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَۚ وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | eğer |
|
2 | تُعَذِّبْهُمْ | onlara azabedersen |
|
3 | فَإِنَّهُمْ | şüphesiz onlar |
|
4 | عِبَادُكَ | senin kullarındır |
|
5 | وَإِنْ | ve eğer |
|
6 | تَغْفِرْ | bağışlarsan |
|
7 | لَهُمْ | onları |
|
8 | فَإِنَّكَ | şüphesiz sen |
|
9 | أَنْتَ | yalnız sen |
|
10 | الْعَزِيزُ | daima üstünsün |
|
11 | الْحَكِيمُ | hüküm ve hikmet sahibisin |
|
Resul-i Ekrem bir gece namaz kılmaya kalkmış ve sabaha kadar sadece bu ayeti okuyarak ibadet etmişti.
( Nesai ,İftitah 79,İbni Mace ,İkamet 179,Ahmed b. Hanbel ,Müsned ,V ,156);
sonra da;
“Ya Rabbi! Ümmetim, ümmetim!” diye dua edip ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala ona Cebrail (as)’i göndermiş ve “ Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz, seni üzmeyeceğiz “ diye teselli etmişti.
( Müslim ,İman 346).
اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَۚ
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. تُعَذِّبْهُمْ meczum muzari fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
ف şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. Muttasıl zamir هُمْ [onlar] اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. عِبَادُكَ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
وَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. تَغْفِرْ meczum muzari fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
لَهُمْ car mecruru تَغْفِرْ fiiline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
كَ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اَنْتَ fasıl zamiridir. الْعَز۪يزُ kelimesi اِنَّ ’nin haberidir. الْحَك۪يمُ۟ ise ikinci haberidir.اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَۚ
Ayet istînâfiyyedir. Hz. İsa’nın sözleri devam etmektedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.
تُعَذِّبْهُمْ müspet muzari fiil sıygasında şart fiilidir. Rabıta harfi فَ ile gelen cevap cümlesi اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.
Eğer onlara azap edersen şüphe yok ki onlar kulların, kölelerin… Mülk Senin, hak Senin, adalet Senindir. Ve eğer bağışlarsan şüphesiz ki Sen galipsin ve hikmet sahibisin, Azîz ve Hakîm ancak Sensin. Şu halde ne azap etmende bir haksızlık ne bağışlamanda bir düşüklük bir isabetsizlik düşünülebilir. Ne istersen yaparsın ne yaparsan aynen hikmet ve sevap olur; yüce şeref senin, yüksek hikmet Senindir. Ne hükmüne karışılabilir ne de hikmetine itiraz edilebilir. Her korkunun kaynağı Sen, her ümidin mercii yine Sensin. Hâsılı ilâhlık ve hükümranlık ancak Senindir. Tek ilâh ancak Sensin. (Elmalılı)
وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Önceki cümleye وَ ’la atfedilen cümle, şart üslubunda haberî isnaddır.
Şart cümlesi تَغْفِرْ لَهُمْ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ise faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir. Fasıl zamiri اَنْتَ cümleyi tekid etmiştir. Kasr ifade eder.
Bir başka tekid unsuru da haberin marife gelmesidir. Haberin marife oluşu bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtmek yanında tahsis ifade etmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.
تُعَذِّبْهُمْ - تَغْفِرْ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَۚ cümlesiyle وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
“Burada ayetin sonunda الْعَز۪يزُ ve الْحَك۪يمُ sıfatlarının yer alışı, ‘Gafûr ve Rahim’ sıfatlarının yer almasından daha uygundur. Çünkü Allah Teâlâ’nın الغفور ve الرحيم olması, muhtaç olan herkes için rahmeti ve mağfireti gerektiren bir manayı ifade eder. Ama O’nun Azîz ve Hakîm oluşu, mağfireti icap ettirmez. Çünkü O’nun Azîz oluşu, dilediğini yapıp istediğine hükmetmesini ve O’na karşı hiç kimsenin itirazda bulunamayacağını gösterir. Binaenaleyh Hakk Teâlâ, Azîz ve kulların kendisi üzerinde hak sahibi olmalarından münezzeh olup da buna rağmen affettiğini bildirince bu aftaki kerem; bağışlayıp rahmet etmesini gerektiren Gafûr ve Rahîm oluşundaki keremden daha mükemmel ve büyüktür.” İşte bundan dolayı babam (r.a.) sözünü “Allah her şeyden Azîz yani müstağni olup buna rahmeti ile hükmedince bu daha mükemmel olur.” şeklinde söylemişti. Diğer bir kısım âlim de: “Eğer Hz. İsa (a.s.), ‘Sen Gafûr ve Rahîm’sin’ demiş olsaydı, bu ‘Hz. İsa’nın onlara şefaatçi olabileceğini ihsas ettirirdi. Ama o böyle demeyip ‘Mutlak galip (Azîz), yegâne hüküm ve hikmet sahibi (Hakîm) olan da hakikaten Sensin Sen…’ deyince bu söz, Hazreti İsa’nın maksadının, her şeyi Allah’a havale edip, bu konulara hiçbir bakımdan değinmeme olduğuna delalet eder.” (Fahreddin er-Râzî)
قَالَ اللّٰهُ هٰذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ صِدْقُهُمْۜ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالَ | buyurdu |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | هَٰذَا | bu |
|
4 | يَوْمُ | gündür |
|
5 | يَنْفَعُ | fayda sağlayacağı |
|
6 | الصَّادِقِينَ | sadıklara |
|
7 | صِدْقُهُمْ | doğruluklarının |
|
8 | لَهُمْ | onlar için vardır |
|
9 | جَنَّاتٌ | cennetler |
|
10 | تَجْرِي | akan |
|
11 | مِنْ |
|
|
12 | تَحْتِهَا | altlarından |
|
13 | الْأَنْهَارُ | ırmaklar |
|
14 | خَالِدِينَ | kalacakları |
|
15 | فِيهَا | içinde |
|
16 | أَبَدًا | ebediyyen |
|
17 | رَضِيَ | razı olmuştur |
|
18 | اللَّهُ | Allah |
|
19 | عَنْهُمْ | onlardan |
|
20 | وَرَضُوا | onlar da razı olmuşlardır |
|
21 | عَنْهُ | O’ndan |
|
22 | ذَٰلِكَ | işte budur |
|
23 | الْفَوْزُ | başarı |
|
24 | الْعَظِيمُ | büyük |
|
قَالَ اللّٰهُ هٰذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ صِدْقُهُمْۜ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, هٰذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. İsaret ismi هٰذَا mübteda olarak mahallen merfûdur. يَوْمُ haberdir.
يَنْفَعُ fiili muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. يَنْفَعُ merfû muzari fiildir. الصَّادِق۪ينَ kelimesi mukaddem mef’ûlun bih olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler, ي ile nasb olurlar.
صِدْقُهُمْ muahhar fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الصَّادِق۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan صدق fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ
لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. جَنَّاتٌ muahhar mübtedadır.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ cümlesi جَنَّاتٌ kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur.
تَجْر۪ي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. مِنْ تَحْتِهَا car mecruru, تَجْرِي fiiline müteallıktır.
الْاَنْهَارُ kelimesi, تَجْرِي fiilinin failidir. خَالِد۪ينَ hal olup mansubtur. Nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
ف۪يهَٓا car mecruru خَالِد۪ينَ ’ye müteallıktır. اَبَدًا zaman zarfı, خَالِد۪ينَ ’ye müteallıktır.
خَالِد۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan خلد fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ
Fiil cümlesidir. رَضِيَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
عَنْهُمْ car mecruru رَضِيَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. رَضُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَنْهُ car mecruru رَضُوا fiiline müteallıktır.
ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
İsim cümlesidir. İsaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
الْفَوْزُ haber olup lafzen merfûdur. الْعَظ۪يمُ ise الْفَوْزُ kelimesinin sıfatıdır.قَالَ اللّٰهُ هٰذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ صِدْقُهُمْۜ
Ayet istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli هٰذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ صِدْقُهُمْ cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ism-i هٰذَا ile marife olması, işaret edilenin önemini belirterek tazim ifade eder.
İsaret isminde istiare vardır. هٰذَا ile zamana işaret edilmiştir. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur.
يَنْفَعُ الصَّادِق۪ينَ صِدْقُهُمْ cümlesi, haber olan يَوْمُ ’nun muzâfun ileyhidir. Cümlede mef’ûl olan الصَّادِق۪ينَ önemine binaen faile takdim edilmiştir.
الصَّادِق۪ينَ - صِدْقُهُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
صِدْقُهُمْ, masdara isnad kabilinden mecaz-ı mürseldir.
Mefhumu muhalifi “O gün yalancılara yalanlarının faydası olmayacak.” manasıdır.
O Azîz ve mutlak Hakîm olan Allah Teâlâ muhakkak buyuracak ki işte bu korkunç gün doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Nâfi kıraatinde nasb ile okunduğuna göre: “Allah buyurdu ki bu soru ve cevap doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündedir. O gün vâki olacaktır. Dünyada sözleşmelerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren doğrulara Allah öyle vaad eder ve müjdeler ki onların doğruluk ve samimiyetleri kıyamet günü olan o korkunç toplanma ve sorgu gününde herhalde kendilerine faydalı olacak. Hem dünyadaki gibi kederler ve gamlarla karışık bir fayda değil, her türlü korku ve hüzünden uzak bir fayda ile faydalı olacaktır.” (Elmalılı)
لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ
İstînâfiyye olan cümlede îcaz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. جَنَّاتٌ muahhar mübtedadır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlenin müsnedün ileyhi olan جَنَّاتٌ ’nün nekre gelmesi tazim, nev ve kesret ifade eder.
جَنَّاتٌ için sıfat cümlesi olan تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ, mazi fiil sıygasında gelerek hudûs ifade etmiştir.
جَنَّاتٌ ,خَالِد۪ينَ ’den haldir. Sıfat ve hal, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
خَالِد۪ينَ - اَبَداً kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah Teâlâ, sadık kimselerin dünyadaki doğruluklarının kıyamet günü onlara fayda vereceğini haber verince bu faydanın sevap olduğunu açıklamıştır. Sevabın hakikati şudur: Sevap halis, daimî ve tazimle karışık bir menfaattir. Binaenaleyh ayetteki, “Altından ırmaklar akan cennetler onlarındır…” cümlesi, gam ve kederlerden uzak, saf bir menfaate; “Onlar orada ebedi ve daimi kalıcıdırlar.” ifadesi de bu menfaatin daimî olduğuna bir işarettir. Sen bu inceliği iyice düşün; çünkü Allah, mükâfaattan (sevap) bahsettiği her yerde, “Onlar orada ebedi ve daimi kalıcıdırlar.” demiş; ehl-i imanın günahkârlarının cezasından bahsettiği her yerdeyse “hulûd (çok uzun süre kalış)” lafzını, ifadesini zikretmiş ama onunla beraber “tebîd” ifade eden (ebedî ve sonsuz kalış) lafzını zikretmemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Aynı üsluptaki وَرَضُوا عَنْهُ cümlesi makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir.
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ cümlesiyle وَرَضُوا عَنْهُ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
رَضُوا - رَضِيَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Akıl erbabı kimseler nezdinde sabittir ki Allah’ın rızasına nispetle içindeki bütün şeylerle cennet, varlığa nisbetle adeta yokluk gibidir. Nasıl böyle olmasın ki! Çünkü cennet, insanın nefsinin arzuladığı bir şey; rıdvan ise Hakk’ın sıfatıdır. Aralarında hangi münasebet bulunur ki! Allah’ın celâl nûrlarıyla aydınlanmış ruhlara sahip kimselere göre ayetteki, “Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O’ndan razı olmuşlardır.” buyruğunun içinde kelimelerin ifade edemeyeceği harikulade sırlar bulunmaktadır. (Fahreddin er-Râzî)
ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiş isim cümlesidir. Mübteda ve haberden müteşekkil faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ism-i ذٰلِكَ ile marife olması, işaret edilenin önemini belirterek tazim ifade eder.
Haberin marife oluşu bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtmek yanında tahsis ifade etmiştir.
ذٰلِكَ’de iktidâb vardır.
الْعَظ۪يمُ, müsned olan الْفَوْزُ için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Uzak için kullanılan ve daha önceki harikulade olayları gösteren ذٰلِكَ ism-i işareti, bu hadiselere mazhar olanların şanının ve faziletteki mertebelerinin yüceliğine delalet eder. (Ebüssuûd)
İşaret ismi ذٰلِكَ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ذَ ٰلِكَ ile müşarun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşarun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/57, s. 190)
لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ
لِلّٰهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. مُلْكُ muahhar mübtedadır. السَّمٰوَاتِ muzâfun ileyhtir. Cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.
الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
وَ atıf harfidir. مَا müşterek ism-i mevsûlu, مُلْكُ’ye matuf olup mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur.
ف۪يهِنَّ car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf sılasına müteallıktır.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ car mecruru قَد۪يرٌ ’e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. قَد۪يرٌ ise haberdir.
عَلَى harf-i ceri mecruruna istila, rağmen, karşı, hal gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ
Ayet, istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda, faide-i haber inkarî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. لِلّٰهِ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Muahhar müsnedün ileyh olan مُلْكُ السَّمٰوَاتِ , az sözle çok anlam ifade etme yollarından olan, izafet terkibiyle gelmiştir.
وَالْاَرْضِ muzâfun ileyh olan السَّمٰوَاتِ’ye tezat sebebiyle matuftur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا da muzâfun ileyhe tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
Âkil olmayan varlıkları âkil olanlara tağlîb etmiştir. Bunun sebebi, yaratılmış bütün varlıkların, Hakk Teâlâ’nın hakimiyet, kudret, kaza ve kader elinde musahhar, zelil ve aciz olduklarına bir dikkat çekmedir. Buna göre bu teshîr içinde sanki kudreti olmayan cansız varlıklar, aklı olmayan hayvanlar (behâim) gibidirler. Allah’ın ilmine nispetle hepsinin ilmi bir ilimsizlik; yine, Allah’ın kudretine nispetle hepsinin kudreti, bir kudretsizliktir. (Fahreddin er-Râzî)
Mevsûlün sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. ف۪يهِنَّ bu mahzuf sılaya müteallıktır.
Mülkün semavat, arz ve her ikisinde olanlar şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
İstînâfa matuftur. Takdim kasrıyla tekid edilmiş cümle faide-i haber inkarî kelamdır.
عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ amiline takdim edilmiştir. Bu cümle, mamulun amile kasrını başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. O, her şeye kādirdir. Muktedir olmadığı hiçbir şey yoktur.
عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ ifadesi maksûrun aleyh, قَد۪يرٌ۟ ise maksûrdur.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.
قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Bu cümle Allah Teâlâ’nın tüm mevcudattaki tasarrufunun umumiliğine delalet etmektedir. Var olanı yok etmek ve yok olanı da var etmek yalnız O’nun elindedir.
Ayetin bu son cümlesi tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelirler.
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Surenin başı, rubûbiyyet ile ubûdiyyet (Rabblık ile kulluk) arasında yapılmış olan bir ahdi hatırlatma ile ilgiliydi. Binaenaleyh Allah, “Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin.” (Maide Suresi, 1) buyurmuştur. Müminin halinin kemâli de kulluğa girmesi, nefsinden tamamen vazgeçerek sırf fena haline ulaşmasındadır. Bunlardan birincisi şeriattır ki bu, başlangıçtır. Diğeri de hakikattir ki bu da nihai gayedir. Binaenaleyh surenin başlangıcı şeriattan bahsetmiş, sonu da Allah’ın kibriyasının, celâlinin, izzetinin, kudretinin ve yüceliğinin zikredilmesiyle bitmiştir. İşte bu hal, hakikat makamına vasıl olmadır; binaenaleyh, bu başlangıç ile bu bitiş arasında ne güzel bir münasebet bulunmaktadır! (Fahreddin er-Râzî)Geçmişten bugüne anlatılanlara bakıldığında, insanla ilgili öne çıkan özelliklerden biri: doyumsuzluğudur. Hiçbir sınır tanımadan doldurmaya kalkıştığı zaman ise, o doyumsuzluk gittikçe derinleşir ve daha fazlasını ister. İslam, bize, gayba iman ederek, başkalarının ihtiyaçlarını gidererek, akraba ilişkilerini kuvvetlendirerek ve ahiretle beraber dünyayı kazanma umuduyla çalışarak da, doyumsuzluk duygusunu tatmin ve terbiye edebileceğimizi öğretir. Ve İslam, ısrarla, irademizin inanılmaz bir güçlenme potansiyeline sahip olduğunu da hatırlatır. Yani, her aklımıza eseni yapmaya kalkıştığımızda, irademiz zayıflar ve doyumsuzluğumuz artar. Hayalini kurduğumuz mutluluk, bizden gittikçe uzaklaşır çünkü kendimizi dünyalıklara zincirlemişizdir ve nedense istediklerimizi elde etmek, artık bizi tatmin etmemektedir. İşte bu yüzden, güçlü zayıfın peşinden gider ve ezer. Başkalarının malına, mülküne, toprağına ve başarısına göz diker. Ve bu yüzden, inanmayanlar inananların aleyhinde çalışır ve konuşur. Kısacası, başkalarının huzuruna, kendi huzursuzluğunun ve olası güçsüzlüğünün sebebi gözüyle bakar. Bir gün öldüğünde, bırakmak zorunda kalacağı dünya malını paylaşmamak için elinden geleni yapar.
Bizi bizden daha iyi bilen Allah, öyle bir din indirmiştir ki. İslam’ın prensipleriyle, kulları doyumsuzluk çukuruna düşmesin ve o açlığın getirdiği körlükle beraber doymalıyım dürtüsüyle; belki kendisine, belki de başkalarına zulmetmesin diye hayatımızın her alanını çevrelemiştir. Temizlik adabından, soru sorma adabına kadar, her halimizde bilinçli olmamız gerektiğini hatırlatmıştır. Kalbimizdeki niyetle, halimizdeki tevazuyla ve hareketlerimizdeki itaatle; tam, dünyadan özgür ve kalbinde huzurlu bir mümin olma çabası için elimizden geleni yapmamız hedeflenmiştir.
Ey benim içimdekileri bilen ama benim zatında olanı bilmediğim. Ey kendisine hiçbir zerremin sır olmadığı ama bana sır olan. Ey Azîz ve Hakîm olan Rabbim! Bizi affet. Doyumsuzluğumuzu ve cahilliğimizi affet. Nefrete ve zulme meyilli olan nefsimizi affet. Günahtaki aceleciliğimizi ve itaatteki yavaşlığımızı affet.
Hem dünyası, hem de ahireti için elinden geleni yapanlardan. Allah’ın razı olduğu ve Allah’ın rızasını kazandığı için huzura kavuşan kullardan olmak duasıyla.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji