20 Ağustos 2024
En'âm Sûresi 1-8 (127. Sayfa)
En'âm Sûresi

Mushafta 6. sırada yer alan bu sûre 55. sırada nazil olmuş Mekkî bir sûre’dir.

Yüz altmış beş âyet-i kerîmedir. 

Elhamdülillah ile başlar. 

Böyle başlayan ve hepsi de Mekki olan beş sure vardır. 

Bunlar; Fatiha, Enâm, Kehf, Sebe ve Fâtır Sureleridir. 

Bunların herbirinin Fatiha’nın bir yeni bölümünün tefsirinin başlangıcı olduğu düşünülebilir. 

Bu surede Allah’ın vahdaniyeti ve tevhid delilleri işlenir.

10. veya 11. yılda ve hepsi bir kerede nazil olmuştur. Maide suresinde ehli kitabın yiyecekleri ve cidali anlatılıyordu, burada da müşriklerin yiyecekleri ve cidali söz konusu olmuş. 

En‘âm sûresi tevhid inancı açısından Bakara sûresiyle, peygamberliğin ispatı bakımından Âl-i İmrân sûresiyle, âhiret inancı açısından bir sonraki A‘râf sûresiyle, ahlâk ilkeleri bakımından İsrâ ve Lokmân sûreleriyle, eti yenilen ve yenilmeyen hayvanlara ait yasaklar açısından da bir önceki Mâide sûresiyle yer yer konu ve muhteva benzerlikleri gösterir.

Surenin iki özelliği vardır: Bu kadar uzun bir surenin tek seferde indirilmiş ve meleklerle (70 veya 100 bin melekle) indirilmesi. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Mekke döneminde inmiştir. Kuvvetli görüşe göre, 91, 92, 93, 151, 152 ve 153. âyetler Medine’de inmiştir. 165 âyettir. Adını, 136, 138 ve 139. âyetlerde yer alan “el-En’âm” kelimesinden almıştır. En’âm, koyun, keçi, deve ve sığır cinsi ehli hayvanları ifade eden bir kelimedir. Sûrede başlıca tevhide, adalete, peygamberliğe, ahirete dair meseleler ile küfrün ve batıl inançların reddi ve bazı temel ahlâk kuralları konu edilmektedir.(Kuran Yolu Tefsiri)
Ağırlıklı olarak Allah’ın birliği (tevhid), ilim, irade, kudret, adalet gibi sıfatları; peygamberlik, vahiy, yeniden dirilme, müşrik ve inkârcı zümrelerin bâtıl inançlarının reddi, doğru inanca ulaşmanın yolları vb. itikadî konulardır. Sûrede ayrıca Hz. Peygamber’in şahsına ve risâletine yapılan itirazlar cevaplandırılmış, uğradıkları sıkıntılar yüzünden kaygıya ve üzüntüye kapılan Hz. Peygamber ile arkadaşlarına teselli ve ümit verilmiştir. Hz. İbrâhim’in, aklıyla ve gözlemleriyle Allah’ın varlığı ve birliği hakkında kesin bilgi ve inanca ulaşmasını anlatan âyetler İslâm âlimlerinin özellikle ilgisini çekmiştir. Ayrıca 151-153. âyetleri İslâm ahlâkının başta gelen kurallarını ihtiva etmektedir.
Faziletine ilişkin bazı rivayetler nakledilmiştir. Bu sûrenin inişine 70.000 meleğin eşlik ettiğini bildiren yukarıdaki hadis bunlardan biridir. Başka bir rivayette Hz. Ömer’in, “En‘âm sûresi Kur’an’ın seçkin sûrelerinden biridir” dediği (Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 17) ve faziletini önemle vurguladığı; Hz. Ali’nin de okuyan kimsenin Allah’ın rızâsını kazanacağını ifade ettiği yolunda rivayetler vardır (bk. İbn Atıyye, II)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

En'âm Sûresi 1. Ayet

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ ثُمَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ  ...


Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Böyle iken inkâr edenler başka şeyleri Rablerine denk tutuyorlar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الْحَمْدُ hamdolsun ح م د
2 لِلَّهِ o Allah’a
3 الَّذِي ki
4 خَلَقَ yarattı خ ل ق
5 السَّمَاوَاتِ gökleri س م و
6 وَالْأَرْضَ ve yeri ا ر ض
7 وَجَعَلَ ve var etti ج ع ل
8 الظُّلُمَاتِ karanlıkları ظ ل م
9 وَالنُّورَ ve aydınlığı ن و ر
10 ثُمَّ yine de
11 الَّذِينَ kimseler
12 كَفَرُوا inkar eden(ler) ك ف ر
13 بِرَبِّهِمْ Rablerine ر ب ب
14 يَعْدِلُونَ eşler tutuyorlar ع د ل

Sûre, her yönden övgüye lâyık bulunanın sadece Allah olduğunu insanlara bildirmekle başlıyor. Çünkü O, bütün varlıklar âleminin yaratıcısıdır ve bundan dolayı ulûhiyyet vasfı yalnızca O’na aittir. Sûrenin ilk âyeti özel olarak, sözde kendilerine yardım ettiğini hayal ettikleri putlara inanan, onlara ulûhiyyet vasfı yükleyen ve darda kaldıklarında onlardan yardım dileyen müşriklere karşı bir reddiyedir. Nitekim Uhud Savaşı’nda kısmî bir başarı sağlayan müşriklerin kumandanı Ebû Süfyân, bu başarıyı putlarından bilerek müslümanlara karşı “Şanın yüce olsun Hübel! (müslümanlara seslenerek) Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız yok” diyerek övünmüştü (Buhârî, “Megåzî”, 17). Ayrıca nimet ve yardım kimden gelirse gelsin, asıl nimet sahibinin Allah Teâlâ olduğunu düşünerek öncelikle O’na hamd ve teşekkür etmek gerektiğine de işaret edilmiştir.

 Yüce Allah bütün mevcudatın, başka bir deyişle, var olan her bir şeyin yaratıcısı olduğu halde âyette O’nun, yer ve gökleri, karanlıkları ve ışığı yaratan olduğu hatırlatılmakla yetinilmiştir. Çünkü “yer” ve “gökler”, diğer yaratılmışları da kapsayan en kuşatıcı kavramlardır. Ayrıca realiteler âleminin pek çok nitelikleri bulunmakla birlikte, bunlar içinde bütün insanların en kolay ve yakından algılayabildikleri, genel olarak varlık kavramından sonra insan zihninin en temel gerçekler olarak farkına vardığı durumlar ışık ve karanlıktır. Nitekim ışık ve karanlığın varlık âlemiyle yakın ilgisinden dolayı bazı eski felsefî akımlarda ışık varlığın ilkesi, karanlık da yokluğun ilkesi sayılmış; yine bazı eski Doğu dinlerinde, özellikle Maniheizm’de biri “ışık tanrısı”, diğeri “karanlıklar tanrısı” olmak üzere iki tanrı kabul edilmiştir ki, söz konusu âyette ışığı da karanlıkları da yaratanın sadece Allah olduğu belirtilerek bu iki tanrı inancı reddedilmektedir. Öte yandan Hz. Îsâ ve Rûhulkudüs’e ulûhiyyet isnat eden Hıristiyanlık’la birlikte, insanlık tarihinde önemli bir yer tutmuş olan yıldız-gezegen kültüne dayalı paganist inançlar da çürütülmüş; böylece her ne suretle olursa olsun, rablerine eş koşan, başka varlıkları O’nun ulûhiyyetine denk tutarak fâni şeylere tanrı gibi sarılıp bunlara kul olan bütün zümreler tevhid ilkesinden saptıkları için “kâfirler” diye nitelenmiştir. Bu arada karanlıklar kelimesiyle inkâr çeşitlerine, ışıkla da imana işaret bulunduğu belirtilir. Nitekim birtek doğru inanç yolu bulunduğu için âyette ışık tekille (nur), birçok bâtıl inanç bulunduğu için de karanlık çoğulla (zulümât) ifade edilmiştir.(Kuran Yolu Tefsiri/Diyanet)

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ


İsim cümlesidir.  اَلْحَمْدُ  mübteda olup lafzen merfûdur.  لِلّٰهِ  car mecruru mahzuf habere müteallıktır.

Müfret müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي , lafza-i celâlin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  خَلَقَ السَّمٰوَاتِ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

خَلَقَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

السَّمٰوَاتِ  mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

الْاَرْضَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  السَّمٰوَاتِ ’ye matuftur.

جَعَلَ الظُّلُمَاتِ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la sıla cümlesine matuftur.  جَعَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

الظُّلُمَاتِ  mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

النُّورَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الظُّلُمَاتِ ’ye matuftur.


ثُمَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ

 

ثُمَّ  atıf harfidir. Hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiş) açısından terahi ifade edebilir. (Âşûr)

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَفَرُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.  

كَفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

بِرَبِّهِمْ  car mecruru  كَفَرُوا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

يَعْدِلُونَ  fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  يَعْدِلُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

 

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ


Ayet ibtidaiyyedir. Surenin ilk ayeti sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan  اَلْحَمْدُ ’nün haberi mahzuftur.  لِلّٰهِ  bu mahzuf habere müteallıktır.

İbn Abbas (ra) şöyle demiştir: "Bu sure Mekkî olup, toptan indirilmiştir. Bu sure gelirken bütün bir vadi (meleklerle) dolmuş, onu Cebrail ile beraber yetmiş bin melek teşyî etmişti. Böylece, melekler indiler de Mekke'yi kuşatan o iki dağın arası meleklerle dolup taştı.. Bunun üzerine Allah'ın Resulü (sav) kâtiplerini çağırdı ve altı ayet hariç, surenin hepsini yazdılar.. Çünkü bu altı ayet Medenîdir. Bu ayetler: Enam 91, 93, 151, 152, 153 ve 154.) ayetleridir. (Ebüssuûd)

Kur'an'da beş sure hamd kelimesi ile başlamıştır. Birincisi Fatiha'da "Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." İkincisi bu surede "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve nuru var eden Allah'a mahsustur." Üçüncüsü Kehf suresinde "Hamd, kuluna Kitap indiren Allah'a mahsustur". Dördüncüsü Sebe suresinde "Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsi kendisinin olan Allah'a mahsustur". Beşincisi Fâtır sûresinde,"Hamd gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ,dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur". (Elmalılı)

Medh, hamd ve şükür kelimeleri arasındaki mana farkı vardır.  Medh, hamdden; hamd de, şükürden, daha umumi bir manadadır.

Medhin, hamd kelimesinden daha umumi oluşu medhin (övme), hem akıl sahibi varlıklar, hem de aklı olmayan varlıklar (cansızlar, hayvanlar) için yapılabilir olmasıdır.

Hamd ise ancak, kendisinden sadır olan nimetlere karşılık, Fail-i Muhtar (yapıp yapmaması iradesine bağlı) olan Allah'a yapılabilir. Böylece medhin, hamd kelimesinden daha umumi manaya geldiği sabit olur.Hamdin, şükür kelimesinden daha umumi manada olması ise hamd nimeti sebebiyle Fail-i Muhtar'a tazim etmekten ibarettir. 

Şükür ise sadece sana ulaşan ve sende hasıl olan nimetten ötürü nimet sahibini tazim etmendir.(Fahreddin er-Râzî)

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ  ifadesinin manası; bütün hamdleri Allah’tan başka kimsenin hak etmediğidir. Bu izafî kasrdır. Onlara lütuf ve zafer verdiğini, musibetleri hafiflettiğini vehmettikleri putları öven müşrikleri reddiyedir. Kemal manayı ifade ederek hakiki kasr olması da caizdir. Nimet  verici olarak Allah’tan gayrını övmek hoşgörü nedeniyledir. Çünkü hakikatte Allah’ın nimetinin birisine ulaşması konusunda o kişi bir vasıtadır. Maksat yine Allah Teâlâ’dır. Müşriklere reddiyedir. (Âşûr)

İsim cümlesinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfret ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur.

(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Allah isminin zikri tecrîd sanatıdır. 

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ  ifadesinde özellikle göklerin ve yerin yaratılmasından bahsedilmesi, göklerin ve yerin bütün ulvî ve süflî eserleri, tekmil açık ve gizli nimetleri ihtiva etmesindendir. Bu nimetlerin en büyüğü, var olma nimetidir. Var olma nimeti, her insana hamdi vâcip kılmak için başlı başına yeterli bir nimettir. Şu halde varoluş nimetinin devamı olarak, insanların dünyevî ve uhrevî işlerinin bağlı bulunduğu enfüsî (dahilî) ve afakî (haricî) nimetlerin nasıl hamdi mûcib olmaz? Allah Teâlâ, basiret sahiplerinin gönül gözünü açmak, onlara ibret alınacak misaller vermek için gökleri ve yeri, bunların içlerindeki sayısız güzellikleri, akılları hayrette bırakan gariplik ve tuhaflıkları barındıran bu harika nizamı yaratmıştır. (Ebüssuûd)

Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Allah isminin zikri tecrîd sanatıdır. 

Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي , lafza-i celâl icin sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. Mevsûllerde müphem yapıları nedeniyle tevcih sanatı vardır.

Mevsûlün sılası  خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ , müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki  müteakip  وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ  cümlesi, makabline matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür.

Halk edilenlerin semavat, yeryüzü, karanlık ve aydınlık şeklindeki belirtilmesi taksim sanatıdır.

Göklerin  السَّمٰوَاتِ  şeklinde çoğul olarak vürudu, tabakalarının müteaddit, eserlerinin ve hareketlerinin değişik olmasındandır. Yine göklerin yerden önce zikri, şerefinden, mekânının yüksekliğinden ve yerden önce yaratılmış olmasındandır. (Ebüssuûd, Beyzâvî)

جَعَلَ   fiili, َ ُّوَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ  ayetindeki gibi, احدث  (var etti) ve  انشئ  (meydana getirdi) anlamları taşıdığı zaman bir mef'ûl alırken,  وَجَعَلُوا الْمَلٰٓئِكَةَ الَّذ۪ينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمٰنِ اِنَاثاًۜ [Rahman’ın kulları olan melekleri dişi haline çevirdiler.] (Zuhruf, 43/19) ayetindeki gibi, صيّر  (çevirme, başkalaştırma) anlamına geldiğinde, iki mef'ûl alır.  خَلَقَ  ile  جَعَلَ  arasındaki fark şudur:  خَلَقَ  lafzında, takdir (ölçüp biçme, belirleme) anlamı bulunurken,  جَعَلَ  kelimesinde tazmin (içine katma) anlamı vardır. Tıpkı, bir şeyden bir şeyi meydana getirmek veya halden hale sokmak yahut bir yerden bir yere nakletmek gibi. Bu ayette bu anlamlar vardır. Çünkü karanlıklar, iç içe geçmiş yoğun varlıklardır; nûr ise ateşten meydana gelmiştir. Nûr kelimesiyle cins anlamı kastedildiğinden ya da karanlıklar çok olduğundan tekil kullanılmıştır. Çünkü varlıklar içinde bulunan her bir cinsin bir gölgesi vardır ve onun gölgesi bir karanlıktır. Nûr ise böyle değildir. Çünkü nûr tek bir cinsten meydana gelmiştir ki oda ateştir. (Keşşâf, Âşûr)

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْض  ve  الظُّلُمَاتِ - النُّورَۜ  kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَ  ve  خَلَقَ - جَعَلَ  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ [Karanlık ve nûr] yokluk ve varlık diye tefsir edildiği gibi, hidayet ve zıddı olarak da tefsir edilir. Karanlığın önce zikredilmesi; eşyanın yokluğunun varlığından önce olması sebebiyledir.


  ثُمَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ

 

Cümle  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ  cümlesine terahi ve  استبعاد  istib’âd (uzaklık, ihtimal dışı) ifade eden   ثُمَّ  harfi ile atfedilmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır.

Bu cümle, bundan önce hamdin ve ibadetin Allah Teâlâ'ya tahsisini gerektiren muazzam yaratılışı ve nimetleri anlatan cümleye atıftır. (Ebüssuûd) 

Buradaki  ثُمَّ  ‘sonra’ manasında değil, şirki anlamsız kılan bunca delile rağmen şirke koşanları yadırgamak için gelmiştir. (Ebüssuûd)

ثُمَّ  [sonra] demesinin anlamı;  Kudretinin belirtileri açığa çıktıktan sonra, onların Yüce Allah’a ortak koşmalarının imkânsız olduğu anlamını vurgulamaktadır. [Böyleyken siz şüphe ediyorsunuz!] (En‘âm 6/2) ayetinde de aynı anlamdadır. Onların, kendilerine hayat veren, öldüren ve tekrar diriltenin Allah Teâlâ olduğu kesinlik kazandıktan sonra, O’nun hakkında şüphe etmeleri imkânsız görülmektedir. (Keşşâf)

Müsnedün ileyhin arkadan gelecek olan habere işaret eden ism-i mevsûlle gelmesi, bahsedilen kişilerin bilinen bir grup olduğunu belirtmesi yanında bu kişilere tahkir ifade eder. 

Müphem yapısı nedeniyle tevcih ihtiva eden mevsûlün sılası olan  كَفَرُوا  cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Kâfirlerin rablerine başka şeyleri denk tutmalarının sürekliliğini belirtmek için isim cümlesi gelmiştir. Zira isim cümlesi devamlılık ifade eder.

بِرَبِّهِمْ  şeklindeki izafet kâfirleri tahkir içindir. Zamir makamında Rab isminin zikri, onların halini daha da çirkin göstermek maksadıyladır. (Ebüssuûd)

Neyi denk tuttukları söylenmemiştir. Putlar, mallar, çocuklar vs her şey düşünülebilir.

بِرَبِّهِمْ  önemi sebebiyle takdim edilmiştir. Böylece fasılaya da uyum sağlanmıştır.

يَعْدِلُونَ  cümlesi haberdir. Müsnedin muzari fiil cümlesi formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm, ayrıca zem makamı olduğu için istimrar ifade eder.
En'âm Sûresi 2. Ayet

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ قَضٰٓى اَجَلاًۜ وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ ثُمَّ اَنْتُمْ تَمْتَرُونَ  ...


O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir. (Kıyametin kopması için) belirlenmiş bir ecel de O’nun katındadır. Siz ise hâlâ şüphe ediyorsunuz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 هُوَ O
2 الَّذِي ki
3 خَلَقَكُمْ sizi yaratıp خ ل ق
4 مِنْ -dan
5 طِينٍ çamur- ط ي ن
6 ثُمَّ sonra
7 قَضَىٰ koymuştur ق ض ي
8 أَجَلًا bir süre ا ج ل
9 وَأَجَلٌ ve bir süre ا ج ل
10 مُسَمًّى belirli س م و
11 عِنْدَهُ kendi katından ع ن د
12 ثُمَّ böyle iken
13 أَنْتُمْ siz hala
14 تَمْتَرُونَ kuşkulanıyorsunuz م ر ي

Varlığının başlangıcından sonuna kadar insanın da yüce Allah’ın yaratma, takdir ve tasarrufunda bulunduğu ifade edilmek üzere “Sizi bir çamurdan yaratan O’dur” buyurulduktan sonra iki ayrı “ecel”den söz edilmektedir. 

Müfessirler insanın “çamurdan” yaratılmasına iki değişik yorum getirmişlerdir: 

a) Bütün insanların atası olan Hz. Âdem çamurdan yani topraktan yaratıldığına göre onun soyu da esas itibariyle topraktan gelmektedir.

 b) Her insanın oluşumu, alınan besinler yoluyla toprağa dayanır. Çünkü hayatın temel ögesi olan kan besinlerden, besinler de doğrudan veya dolaylı yollarla topraktan gelmektedir.

 İnsanın yaratılmasına dikkat çekilmesinin sebebi, ba‘si (yeniden dirilme) inkâr eden müşriklere, insanı topraktan yaratan yüce kudretin onu ölümünden sonra tekrar döndüğü bu aslî varlığından yeniden yaratmaya da muktedir olduğunu bildirmektir. Âyetin diğer bir önemli yönü de topraktan canlıların en mükemmeli olan insanın yaratılmasındaki hârikulâde olaya işaret edilmesidir. Arz yaratıldığı zaman üzerinde “hayat”tan eser yoktu. Yok kendi kendini var edemez. Toprakta canı var eden ve onu “insan” yapan; insanda ruhu, aklı, irfanı yaratan yüce Allah’tır. Çünkü gelişmenin her safhasında O alîm, hakîm ve rahîm olan Allah’ın yaratma fiili bulunmaktadır. Bu sebeple yoktan varlığın, basitten bileşiğin, cansızdan canlının, şuursuz tabiattan zekânın kendiliğinden ortaya çıktığına inanmaktan daha bâtıl bir inanç olamaz.

 Gerek bu gerek diğer ilgili âyetlerde Allah’ın varlığını ve birliğini, eşsiz kudret ve hikmetli yaratışını ispatlamak için insanın yaratılışına dikkat çekilmesi son derece önemlidir. Zira bütün evrenin bilebildiğimiz en büyük olayı hayatın ortaya çıkışıdır. Bütün varlıklar içinde akıl sahibi tek canlı insan olduğu için o, evrenin göz bebeğidir. Eğer bilim kâinatta dünyadakinden başka bir canlı ve akıllı varlık keşfederse, hiç kuşkusuz ki bu, bütün keşiflerin en muhteşemi olacaktır. Halen bilinen gezegenlerin hiçbirinde canlı ve akıllı varlığa rastlanmadığı için dünyamız değerini ve eşsizliğini korumaktadır. Bu değer, canlılardan özellikle de insandan gelmektedir. Fakat bu canlılar ve insan nasıl oluştu? Neden dünyaya en yakın olan ve –Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret buyurulduğu gibi (Enbiyâ 21/30)– bir zamanlar dünyamızla bitişikken sonradan ayrılan diğer semavî kürelerde hayat yok da dünyada var? Bunlara verilebilecek her ilmî cevap yeni sorularla karşılaşır. İlletsiz hiçbir hadise meydana gelemeyeceğine göre, kendi kendine üreme, oluşma (génération spontanée) imkânsız bulunduğuna göre yaratılış illetinin, tabiatın dışında ve üstünde bir güç olması gerektiği, yine yaratılış eşsiz bir düzen ve anlam taşıdığına göre onu yaratanın da mükemmel, sonsuz, ilim ve hikmet sahibi olması gerektiği, mutlak bir gerçektir ve bütün yaratılmışlar, özellikle de hayat, akıl ve zekâ sahibi insanın varlığı, her bir insanın baştan sona yaratılışı, gelişmesi bunun en kesin ve açık delilidir. Diğer canlılar gibi insan da çamurdan, yani topraktan meydana gelmiştir. Bunun nasıl olduğunu, hangi gücün tesiriyle meydana geldiğini deneysel olarak bilemiyorsak da kutsal kitabımız bunun hakiki fâilini, yapıp yaratanını bize bildirmekte; aklımız da bâtıllardan arındığında bu gerçeği açık seçik kavrayabilmektedir.

 

 2. âyette iki defa zikredilen ecel kelimesi sözlükte “bir sürenin sonu” anlamına gelir. Âyetteki iki ecelden nelerin kastedildiği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir: 

 a) İlk ecel ölüm vakti, ikinci ecel kıyamet vakti.

 b) İlk ecel yaratılışla ölüm arası, ikinci ecel ölümle ba‘s arasındaki süre (berzah) veya bu sürenin sonu. 

 c) İlk ecel ömrünün süresi kesin olanların ve bu sürenin sonunda ölenlerin eceli, ikinci ecel sıla-i rahim (akraba ziyaretleri), sadaka gibi bazı hayırlı işler yaptıkları için ömürleri uzatılacak olanların eceli.

 d) İlk ecel insanın normal olarak yaşayıp ömrünün dolmasıyla hayatının sona ermesi (tabii ecel), ikincisi vücut fonksiyonlarının tamamı henüz sağlıklı ve yaşamaya elverişli iken boğulma, yangın gibi kazalar ve dış sebeplerle hayatın son bulması (ihtiramî ecel). 

Fahreddin er-Râzî’nin filozoflara nisbet ettiği (XII, 153-154) bu son görüş, M. Hamdi Yazır’ın da belirttiği gibi, sağlığa önem vermeyi, gerektiğinde tedavi olmayı, tehlikelerden korunmayı öngörmesi açısından yararlı olmakla birlikte, buradan, bir insanın ölümüyle ilgili iki farklı ecel bulunduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. Olsa olsa bir insanın, ya tabii veya ihtiramî olmak üzere bir tek ecelinin olduğu söylenebilir. Bunlardan hangisi vuku bulmuşsa Allah’ın takdir ettiği ecel odur; dolayısıyla diğerinin vuku bulması imkânsızdır. 

Zemahşerî (II, 3), yukarıda sıralanan ecelle ilgili görüşlerden ilkini; Şevkânî (II, 114), İbn Âşûr (IV, 130-131), M. Hamdi Yazır (III, 1874-1877) gibi bazı müfessirler de ikincisini tercih etmişlerdir. İbn Âşûr, bunun gerekçesini âyette, ikinci ecelle ilgili olarak, bu ecelin “Allah katında belirlenmiş” olduğu, yani insanlar tarafından bilinemeyeceği şeklindeki kayda dayandırır. Buna göre ilk ecel her bir insanın ömrüdür; çünkü kişi öldüğünde insanlar onun ne kadar süre yaşadığını bilirler. İkinci ecel, yani insanların ölümüyle ba‘s arasında geçen sürenin miktarını ne dünyada ne de kıyamet gününde Allah’tan başka kim bilebilir? 2. âyetin sonunda “Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz” ifadesiyle müşriklere hitap edilmiştir. Çünkü bu ifadede bir tenkit ve tehdit vardır; müminler âyetlerde bildirilen gerçeklere inandıklarından böyle bir itham ve tehdide mâruz kalmaları düşünülemez. 

 Burada insanın yaratılışının semâvat ve arzın yaratılışıyla ilgili ifadelerden sonra zikredilmesi, önce İslâm düşünürlerinin deyimiyle “büyük âlem”in, ardından da “küçük âlem”in yaratıldığını belirtmek içindir. Bu şekilde insanın yaratılışına dikkat çekilmesinin sebebi, kâfirlerin ba‘si inkâr etmeleri onlara, müşahede ettikleri, bildikleri bu gerçeği göz önüne alarak ba‘sin mümkün olduğunu ispatlamaktır. İbn Âşûr, ilk yaratılışa inanan müşriklerin ikinci yaratılışa da (ba‘s) inanmalarının aklen gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Âyette “Sizi çamurdan yaratan yalnız O’dur” buyurulmakla Allah’ın yaratmada hiçbir ortağının bulunmadığı vurgulanmıştır. Burada insanların “çamurdan” yaratıldığı özellikle belirtilmiş ve böylece “İnsan toprak olduktan sonra tekrar insan olarak yaratılması imkânsızdır” şeklinde ileri sürdükleri delil çürütülmek istenmiştir. Zira müşrikler insanın öldükten sonra toprağa düştüğünü kabul ediyorlar; ayrıca topraktan yaratıldığını da benimsiyorlar; şu halde ikinci defa yine topraktan yaratılması neden imkânsız olsun?

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 371-374

Riyazus Salihin, 926 Nolu Hadis

Üsâme İbni Zeyd  radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre  şöyle demiştir:

Resûlullah’ın kızlarından biri (Zeynep), Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e adam göndererek,  çocuğunun (veya oğlunun) ölmek üzere olduğunu haber verdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem haber getiren kimseye:

 –“Ona dön ve şunu bildir ki, alan da veren de Allah’tır. Onun katında her şeyin belli bir eceli vardır.  Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin” buyurdu.

Râvi hadisin tamamını nakletti.

Buhârî, Cenâiz 33, Müslim, Cenâiz, 9,11. Ayrıca bk. Buhârî, Eymân 9, Merdâ 9, Tevhîd 25; Ebû Dâvûd, Cenâiz 24, Edeb 58; Nesâî, Cenâiz 22; İbni Mâce, Cenâiz 53

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ قَضٰٓى اَجَلاًۜ وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ


İsim cümlesidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfret müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي , haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  خَلَقَكُمْ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.

خَلَقَكُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  مِنْ ط۪ينٍ  car mecruru  خَلَقَكُمْ  fiiline müteallıktır.

ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir.  قَضٰٓى  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

اَجَلاً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

وَ  atıf harfidir.  اَجَلٌ  mübteda olup lafzen merfûdur.  مُسَمًّى  kelimesi  اَجَلٌ ‘in sıfatı olup

elif üzere mukadder damme ile merfûdur. 

عِنْدَهُ  mekân zarfı mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. Muttasıl zamir  هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

مُسَمًّى  kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludur.

İsm-i mef’ûl; kendisine iş yapılanı bildiren, failden etkilenen isimdir. Türkçedeki edilgen sıfat-fiil karşılığıdır. Nasıl ism-i fail malum muzari fiil gibi kullanılıyorsa, ism-i mef’ûl de mazi meçhul gibi tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


  ثُمَّ اَنْتُمْ تَمْتَرُونَ

 

ثُمَّ  atıf harfidir. Hem zaman açısından hem de rütbe(bir mertebeden bir mertebeye geçiştir.) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)

Munfasıl zamir  اَنْتُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  تَمْتَرُونَ  fiili haber olarak mahallen merfûdur.  تَمْتَرُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

تَمْتَرُونَ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi  مري’dır. Bu bab fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ قَضٰٓى اَجَلاًۜ وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber talebî kelamdır. Cümle kasrla tekid edilmiştir.

İki taraf da, yani mübteda da haber de marife olduğu için kasr ifade eder. Kasr-ı sıfat ale'l mevsûftur. (Âşûr)

Müsnedin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsin önemini vurgulamak ve gelen habere dikkat çekmek içindir.

Has ism-i mevsûlün sılası  خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

خَلَقَكُمْ  sözünde hitap küfredenlere yöneliktir. Tevbih kastı ile gaipten muhataba iltifat yapılmıştır. (Âşûr)

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  قَضٰٓى اَجَلاًۜ  cümlesi,  ثُمَّ  ile makabline atfedilmiştir.  ثُمَّ  burada rütbe olarak derece ifade eder.

Yine sılaya matuf olan  وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ  cümlesinde mübteda olan  اَجَلٌ ’ün sıfatlanmış olması sebebiyle nekre gelmesine cevaz verilmiştir. Cümlede îcaz-ı hazif sanatı vardır.  عِنْدَهُ , mahzuf habere müteallıktır.

عِنْدَهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  عِنْدَ , şeref kazanmıştır.

اَجَلاًۜ  kelimesinin nekre gelişi cins ifade eder. Arkadan sıfat tamlamasıyla açıklanmıştır. 

Beyzâvî, bu ayeti tefsir ederken şunları kaydeder:  اَجَلٌ  mübtedası, sıfatla (مُسَمًّى ) tahsis edilmiş nekre bir kelimedir. Bundan dolayı haberin takdimine gerek kalmamıştır. Söze onunla başlanması da onu tazim içindir. Bunun için de  اَجَلٌ  lafzı nekre kılınmış,  مُسَمًّى  ile nitelenmiştir yani (o vakit) sabit ve bellidir, değişimi kabul etmez demektir. Ayette  اَجَلٌ مُسَمًّى  mübteda,  عِنْدَهُ  haberdir. Mübteda nekre, haber şibih cümle olduğunda haberin, mübtedanın önüne geçmesi vâciptir. Ancak müfessirimizin zikrettiği bu nükteden dolayı, yani nekre olan mübteda sıfatla tahsis edildiği için bu kuralın dışına çıkılmıştır. Zira Zemahşerî’nin beyanına göre nekre bir lafzın sıfatla tahsis edilmesi, onu marifeye yaklaştırır. Bundan dolayı burada mübtedanın haberden sonra zikredilmesine gerek kalmamıştır. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanış) 


ثُمَّ اَنْتُمْ تَمْتَرُونَ

 

ثُمَّ  harfiyle istînafa atfedilen cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müspet muzari fiil sıygasındaki  تَمْتَرُونَ  cümlesi haberdir. Müsnedin muzari fiil cümlesi formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder. 

ثُمَّ - اَجَلٌ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

ماَر : dalgalandı demektir. İki düşünce arasında gidip gelmek demektir. Siz kendinizin neyden yaratıldığınızı biliyorsunuz, bir eceliniz olduğunu da biliyorsunuz yine de şüpheleniyorsunuz.  الظُّلُمَاتِ  ve  النُّورَۜ  arasında gidip gelmek için kullanılmıştır.

Müşrikler kesin olarak ahirete inanmıyorlardı ve bu inkârlarını ısrarla sürdürüyorlardı. Gerçek böyleyken müşriklerin şüphe ile vasıflandırılmaları onların inançlarının, inkârda ne mertebe ileri olduğunu göstermek içindir. (Ebüssuûd)

تَمْتَرُونَ  İftiâl babındadır. Bu bab, şüphelenmenin sonradan olan ve kabul edilen bir durum olduğuna ve değişebileceğini işaret eder.

Ayet mantık yollu kelamdır.

 
En'âm Sûresi 3. Ayet

وَهُوَ اللّٰهُ فِي السَّمٰوَاتِ وَفِي الْاَرْضِۜ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ  ...


Hâlbuki O, göklerde de Allah’tır, yerde de. Sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da. Sizin daha ne kazanacağınızı da bilir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَهُوَ ve O
2 اللَّهُ (tek) Allah’tır
3 فِي
4 السَّمَاوَاتِ göklerde de س م و
5 وَفِي ve
6 الْأَرْضِ yerde ا ر ض
7 يَعْلَمُ bilir ع ل م
8 سِرَّكُمْ sizin gizlinizi س ر ر
9 وَجَهْرَكُمْ ve açığınızı ج ه ر
10 وَيَعْلَمُ ve bilir ع ل م
11 مَا ne
12 تَكْسِبُونَ kazandığınızı ك س ب

Allah, göklerin de yerin de mutlak hâkimi, yaratıcısı ve yöneticisidir. O, hem ilâhtır hem de rabdir; yani her şeyi yapıp yönettiği gibi bütün evren ve evrendekiler O’nun yasalarına boyun eğer, bu suretle farkında olarak veya olmayarak O’na kulluk ve itaat eder; aslında inkâr edenler bile O’nun yasalarının dışına çıkamazlar. İlm-i ilâhîsi ile de O her şeyi kuşattığı gibi, –bilmeli ve dikkatli olmalıyız ki– bizim gizlimizi açığımızı, ne yapıp ne ettiğimizi de hep bilmektedir. 

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 374

وَهُوَ اللّٰهُ فِي السَّمٰوَاتِ وَفِي الْاَرْضِۜ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ

 

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, haber olup lafzen merfûdur. 

فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru lafza-i celalin mabud manasına müteallıktır.(Mahmut Sâfî)  فِي الْاَرْضِ  car mecruru atıf harfi  وَ ’la  فِي السَّمٰوَاتِ ‘ye matuftur.

يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  سِرَّكُمْ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

جَهْرَكُمْ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  سِرَّكُمْ ‘e matuftur.  

وَ  atıf harfidir.  يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  تَكْسِبُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

تَكْسِبُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

وَهُوَ اللّٰهُ فِي السَّمٰوَاتِ وَفِي الْاَرْضِۜ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ

 

Ayet önceki ayetteki istînâfa matuftur. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber talebî kelamdır. Cümle kasrla tekid edilmiştir.

هُوَ  zamiri mübteda olup  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ  sözündeki ismi celâl’e aittir. Fasıl zamiri değildir. Fasıl zamiri atıf harfinden sonra gelmez.  اللّٰهُ  lafzı mübtedanın haberidir. Mübteda Allah ismine ait zamir olduğunda yaratan ve hükmeden Allah olduğundan maksat haber vermek olmaz. Çünkü O, yaratan ve hükmedendir. Bu mana;  zamirin ait olduğu kelimeden anlaşılır. O halde bu haberi vermekten yani ‘’onun Allah olduğunu’’ söylemekten maksat makamı ifade etmektir.Ve bu adeta 1. Ayette  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَ  "Yaratan Allah'a hamd olsun" sözüyle başlayarak verilen haberlerin neticesidir. (Âşûr)

İki taraf da yani mübteda ve haber marife olduğu için kasr oluşmuştur. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfat, hakiki kasrdır. 

Müsnedin lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırma kastına matuftur. Ayrıca cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu için  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

Car-mecrur  فِي السَّمٰوَاتِ  haber olan lafza-i celalin mabud manasına müteallıktır. (Mahmut Sâfî)

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ cümlesi  هُوَ  için ikinci haberdir.

Ayette geçen سِرَّ ‘dan murad, kalplerde bulunan bir şeyi yapmaya ve yapmamaya götüren sebepler, niyetler ve düşüncelerdir. جَهْرَ (açık, sır olmayan) sözü ile de, insanın uzuvlarının yaptığı şeyler kastedilmiştir. Allah Teâlâ, ayette سِرَّ kelimesini جَهْرَ ‘den önce zikretmiştir. Çünkü işlerin yapılmasında müessir olan; sebepler ve bu iki gücün toplamıdır. O halde sırlardan sayılan sebep, "cehr" diye adlandırılan zahirî amellerde müessir olan şeydir. Sebebi bilmenin, bunun neticesini bilmeye sebep olduğu sabit olmuştur. Sebep ise neticeden öncedir. O halde aslında önce olanın, lafız bakımından da önce zikredilmesi gerekir. (Fahreddin er-Râzî)

Müsnedin muzari fiil cümlesi formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt tecessüm ve istimrar ifade eder. 

Makabline matuf, aynı üsluptaki son cümledeki مَا ism-i mevsûlu, mef’ûl konumundadır. Tevcih ihtiva eden mevsûlün sılası müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

الْاَرْضِ - السَّمَٓاءِ  ve  سِرَّكُمْ - جَهْرَكُمْ  kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

يَعْلَمُ  fiilinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

كْسِبُ  insanın bizzat çalışıp kazandığıdır. Amelden daha farklıdır. İnsana mahsustur. Tasarlayarak yapmak demektir.

Burada umumdan hususa doğru bir derecelendirme vardır. Gizlinizi ve açığınızı buyurulduktan sonra bir de kazandığınızı buyurulmuştur.(Âşûr)

يَعْلَمُ [Bilir] ifadesiyle, ‘gereğini yapar’ manası kastedilmiştir. Lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. 

Burada idmâc olduğu da söylenebilir. İdmâc; tek lafızla iki manayı birden ifade etme sanatıdır. İdmâc kelimesi lügatta ‘bir şeyi bir şeyin içine sokmak, sıkıştırmak’, demektir. Cümle; kötü şey yaparsan cezasını, iyi şey yaparsan mükafatını vereceğim manasını taşır.

Cümlede cem' ma’at-taksim sanatı vardır.


En'âm Sûresi 4. Ayet

وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ  ...


Onlara Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmez ki ondan yüz çevirmesinler.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا
2 تَأْتِيهِمْ onlara gelmez ا ت ي
3 مِنْ hiçbir
4 ايَةٍ ayet ا ي ي
5 مِنْ -inden
6 ايَاتِ ayetler- ا ي ي
7 رَبِّهِمْ Rablerinin ر ب ب
8 إِلَّا asla
9 كَانُوا olmasınlar ك و ن
10 عَنْهَا ondan
11 مُعْرِضِينَ yüz çeviriyor ع ر ض

Burada geçen âyet, bilhassa Allah’ın tek tanrı olduğuna delâlet eden kanıtlar, Hz. Peygamber’in verdiği haberlerin, özellikle vahdâniyetle (Allah’ın birliği) ilgili bilgilerin doğruluğunu gösteren ve müşrikleri, fesahat ve belâgatta bir örneğini ortaya koymaktan âciz bırakan Kur’an âyetleri veya Resûlullah’ın Kur’an dışındaki mûcizeleri şeklinde tefsir edilmiş; “âyetlerden yüz çevirme” ise Mekke putperestlerinin göze hitap eden mûcizeleri reddetmeleri, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeye tahammül edemeyip ona kulak vermekten veya onu dinledikleri halde sırf inat ve kibirlerinden ötürü onun bir mûcize ve gerçek olduğunu itiraftan kaçınmaları şeklinde açıklanmıştır. “Alay ettikleri şeyin haberleri” ise, kıyametin vukuu ve âhiret azabı veya İslâm’ın doğması ve isminin yükselmesi sırasında şirkin ve küfrün çöküşü ya da inkârcıların müslümanlar karşısındaki hezimetleriyle ilgili olarak Kur’an’ın verdiği haberlerdir. Bu bilgiler ışığında bu âyetler şu şekilde açıklanmıştır: 

 

O müşriklere ve inkârcılara, üzerinde düşünüp taşınmaları gereken bir âyet, bir delil veya mûcize geldiğinde muhakkak surette rablerinden gelen bu türlü âyetlerden yüz çevirirler; onların doğru olup olmadığı hususunda ciddi ve samimi olarak zihin yormadan, akıllarını kullanarak düşünüp taşınmadan hemen red ve inkâr ederler. İşte böylece onlar bütün âyetlerin, delil ve mûcizelerin en yücesi ve en şereflisi olan hak yani Kur’an kendilerine geldiği zaman onu da yalanlayıp inkâr etmişlerdir. Ancak böyle yalanladıkları, üstelik bir de alaya aldıkları Kur’an’ın bildirdiği haberler, yani kıyamet ve âhiret azabını ya da İslâm’ın doğuşu ve onun adının yükselişi sırasında inkârcıların başlarına gelecek azap ve yıkımı, müslümanlar karşısında uğrayacakları hezimeti görünce ne ile alay ettiklerinin farkına varacaklardır!

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 375

وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَأْت۪يهِمْ   fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.

Muttasıl zamir  هِمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  اٰيَةٍ  lafzen mecrur olup  تَأْت۪يهِمْ  fiilinin faili olarak mahallen merfûdur. 

مِنْ اٰيَاتِ  car mecruru  اٰيَةٍ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. 

رَبِّهِمْ   muzâfun ileyhtir. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اِلَّا  hasr edatıdır.  كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.

Zamir olan çoğul  و ’ı  كَانَ ’nin ismi olup mahallen merfûdur.  عَنْهَا  car mecruru مُعْرِض۪ينَ ’ye müteallıktır.

مُعْرِض۪ينَ  kelimesi  كَانُوا ‘nun haberi olup nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler,  ي  ile nasb olurlar.

مُعْرِض۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ

 

وَ  istînâfiyye,  مَا  nafiyedir. Ayet, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.  Ayet, kasr ve zaid harf olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir.

مَا  ve اِلَّا  ile oluşan kasr mef’ûlle hali arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. 

مِنْ اٰيَةٍ , lafzen mecrur mahallen merfû olarak  تَأْت۪يهِمْ  fiilinin failidir.  مِنْ  tekid ifade eden zaid harftir.

ٍمِنْ اٰيَةٍ  (Herhangi bir ayet) ifadesindeki  ْمِنْ  istiğrâk,  ْمِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ  (Rablerinin ayetlerinden) ifadesindeki  ْْمِنْ  ise teb‘îz anlamı taşır, “onların önüne çıkan, incelenmesi, delil olarak kullanılması ve dikkate alınması gereken delillerden herhangi biri” demektir. (Keşşâf)

اٰيَاتِ  kelimesinin  رَبِّ  kelimesine ve  رَبِّ ‘ın da,  هِمْ  zamirine izafe edilmesi, ayetlerin şanını yüceltmek amacına matuftur. O halde onların bu ayetler hakkında işlemeye cüret ettikleri suç pek büyüktür. (Ebüssuûd)

كَانُ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur  عَنْهَا  önemine binaen amili olan  كَانُ ’nin haberine takdim edilmiştir.

تَأْت۪يهِمْ  ifadesinde mef’ûl öne geçmiştir. Bu takdim; tahsis, ihtimam ve tehir durumunda mananın bozulması sebebiyledir.

Bu fiilin muzari olması ayetin gelişini gözümüzün önünde canlandırır.

مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ  ibaresi sıfattır. Medih ve tekid içindir. Ayetler yüceltilirken bu kişiler tahkir edilmiştir. 

Ayet-i kerimede, hitaptan gıyabî ifadeye geçilmesi (siz değil, onlar denmesi), onların çirkinliklerinin zikri ve zemm ve takbih edilmeleri gerektiği içindir.

(Ebüssuûd, Âşûr)

اٰيَةٍ - اٰيَاتِ  arasında iştikak cinası, farklı konumdaki  مِنْ ’ler arasında tam cinas ve reddü'l-acüz ale's-sadr sanatları vardır. 

تَأْت۪ي  fiilinin ayetlere isnad edilmesi mecazî isnaddır veya bu ifadede istiare vardır.


En'âm Sûresi 5. Ayet

فَقَدْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۜ فَسَوْفَ يَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓـؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  ...


Nitekim hak (Kur’an) kendilerine gelince onu yalanladılar. Fakat alay ettikleri şeyin haberleri kendilerine ilerde gelecektir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَقَدْ işte elbette
2 كَذَّبُوا yalanladılar ك ذ ب
3 بِالْحَقِّ hakkı ح ق ق
4 لَمَّا ne zaman ki
5 جَاءَهُمْ kendilerine geldi ج ي ا
6 فَسَوْفَ fakat yakında
7 يَأْتِيهِمْ kendilerine gelecektir ا ت ي
8 أَنْبَاءُ haberleri ن ب ا
9 مَا şeyin
10 كَانُوا ك و ن
11 بِهِ onunla
12 يَسْتَهْزِئُونَ alay ettikleri ه ز ا

فَقَدْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۜ

 

 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; 

 إن كانوا معرضين عن الآيات فلا تعجب فقد كذبوا بالحقّ  (Ayetlerden yüz çevirirlerse şaşırmayın, çünkü onlar hakkı yalanladılar.) şeklindedir. Veya ta’lîliyyedir.  قَدِ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.

كَذَّبُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

بِالْحَقِّ  car mecruru  كَذَّبُوا  fiiline müteallıktır.  لَمَّا  kelimesi  حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Cezmetmeyen şart edatıdır.

جَٓاءَهُمْ  şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef'ûlün bih olarak mahallen mansubtur. 


 فَسَوْفَ يَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓـؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ


 فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; 

 إن كانوا معرضين عن الآيات فلا تعجب فقد كذبوا بالحقّ  (Ayetlerden yüz çevirirlerse şaşırmayın, çünkü onlar hakkı yalanladılar.) şeklindedir.

سَوْفَ  gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif -erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin  başına geldiklerinde tekid-vurgu olurlar.

يَأْت۪يهِمْ  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

اَنْبٰٓـؤُ۬ا  fail olup lafzen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

كَانُوا  isim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir.

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamiridir, mahallen merfûdur.  بِه۪  car mecruru  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiiline müteallıktır. 

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili  كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil istif’âl babındandır. Sülâsî fiili  هزأ’dir.

Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.

فَقَدْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۜ


فَ  fasiha veya ta’lîliyyedir. Ayet tahkik harfiyle tekid edilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. 

Ayetin başındaki  فَ  harfi, mabadi (kendisinden sonraki) nin makabline terettüp ettiğini beyan eder. Bu, lâzımın melzûma terettübü kabilindendir. Amaç, işi daha korkunç göstermektir. Hakkı tekzib, haktan yüz çevirmekten çirkin olduğu için batıl olduğu apaçık bir şey onun lâzımı derecesine çıkarılmış ve  فَ  harfi ile ona bağlanmıştır. Sonra o, düşünmeden (ayet gelir gelmez tekzib) kaydı ile takyid edilmiştir. Bu, hem onun kötülüğünü tekid hem de onların tekzib ettiği şeyin, mutlaka başlarına gelecek büyük sonuçları olacağını belirtmeye hazırlık içindir.

(Ebüssuûd)

لَمَّا  rabıta veya zaman zarfıdır.  جَٓاءَهُمْۜ  cümlesine muzâf olmuştur. Öncesinin delaletiyle mahzuf olan şartın cevabı olduğu da söylenmiştir.

لَمَّا  [o anda] kelimesi, onların ayetleri yalanlamak konusunda acele ettiklerini bildirir.

Kur’an'ın  حَقِّ  olarak ifadesi, onların tekzibinin son derece çirkin bir iş olduğunu gösterir. Çünkü hakkın tekzibi, hiç kimseden beklenmeyen bir şeydir. (Ebüssuûd)


فَسَوْفَ يَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓـؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ

 

Cümle  فَ  ile makabline atfedilmiştir.

İstikbal bildiren  سَوْفَ  tehdit makamında tekid ifade eder. Yani onların, akıbetlerini hiç düşünmeden yalanladıkları şeylerin doğru olduğunu gösteren deliller, mutlaka onların başlarına gelecektir. (Ebüssuûd)

Cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.

اَنْبٰٓـؤُ۬ا ’nun muzâfun ileyhi konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَا ’nın sılası  كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Onlara gelecek haberler, dünyada uğrayacakları azap veya cezalardır. Bunların اَنْبٰٓـؤُ۬ا [haberler] olarak ifade edilmesi, cezaların son derece ağır olduğunu bildirmek içindir. Çünkü "nebe' " kelimesi, yalnız büyük hadiseler için kullanılır. (Ebüssuûd)

Cümlenin müsnedinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil muhatabın dikkatini tecessüm özelliğiyle uyararak konuyu anlamasında yardımcı olur.

Car mecrur olan  بِه۪  önemine binaen amili olan  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ’ye takdim edilmiştir. 

نبئ  kelimesinin çoğulu olan  اَنْبٰٓـؤُ۬ا , önemli haber demektir. Sıradan haberler için kullanılmaz.

 
En'âm Sûresi 6. Ayet

اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَاراًۖ وَجَعَلْنَا الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَاَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْناً اٰخَر۪ينَ  ...


Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkân ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 يَرَوْا görmediler mi ر ا ي
3 كَمْ nicesini
4 أَهْلَكْنَا yok ettik ه ل ك
5 مِنْ
6 قَبْلِهِمْ onlardan önce ق ب ل
7 مِنْ -den
8 قَرْنٍ nesiller- ق ر ن
9 مَكَّنَّاهُمْ onlara imkanlar vermiştik م ك ن
10 فِي
11 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
12 مَا ne varsa
13 لَمْ
14 نُمَكِّنْ vermediğimiz imkanları م ك ن
15 لَكُمْ size
16 وَأَرْسَلْنَا ve boşaltmıştık ر س ل
17 السَّمَاءَ göğü de س م و
18 عَلَيْهِمْ üzerlerine
19 مِدْرَارًا bol bol د ر ر
20 وَجَعَلْنَا ve kılmıştık ج ع ل
21 الْأَنْهَارَ ırmakları ن ه ر
22 تَجْرِي akar ج ر ي
23 مِنْ
24 تَحْتِهِمْ (ayaklarının) altından ت ح ت
25 فَأَهْلَكْنَاهُمْ fakat onları helak ettik ه ل ك
26 بِذُنُوبِهِمْ günahlarından ötürü ذ ن ب
27 وَأَنْشَأْنَا ve yarattık ن ش ا
28 مِنْ
29 بَعْدِهِمْ onların ardından ب ع د
30 قَرْنًا bir nesil ق ر ن
31 اخَرِينَ başka ا خ ر

Başka âyetlerde de geçen ve “nesiller” diye çevirdiğimiz karn kelimesinin iki anlamı vardır: a) Bir dönemde yaşamış millet, kavim, nesil, kuşak. b) Uzun bir süreyi kapsayan dönem, asır, yüzyıl. Kelime bu âyette ilk anlamıyla kullanılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in “Nesillerin (kurûn) en hayırlısı benim neslim (karn), sonra bunları izleyenler, sonra da bu sonuncuları izleyen nesildir” mânasındaki hadisinde de karn bu ilk anlamında geçmektedir (Buhârî, “Şehâdât”, 9; Tirmizî, “Fiten”, 45). Bazı tefsirlerde gök anlamındaki sema kelimesinin bu âyette “yağmur” mânasına geldiği belirtilmiştir (meselâ bk. İbn Âşûr, VII, 139).

 Bu âyette özel olarak müşrik Araplar’a hitap edilmekle birlikte umumiyetle bâtıl inançlara sapan, kötülüklere dalan ve bu suretle topyekün helâke müstahak olan her millet için bir tehdit ve uyarı olmak üzere şöyle buyurulmuş olmaktadır: O kendi güçlerine güvenerek inkârcılıkta, haksızlık ve bâtılda direnenler, geçmiş milletlerin kalıntılarını, tarihî izlerini inceleyip öğrenerek, bizim (sonsuz kudret sahibi yüce Allah) nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Biz onlara, yeryüzünde size verdiğimizden daha fazlasını vermiş; onları bol yağmuruyla, bolluk ve bereketiyle cennet gibi ülkelere sahip kılmıştık; onlar bu ülkeleri vatan tutup medeniyetler kurmuşlardı. Sonra da günahları yüzünden onları helâk ettik ve onların ardından başka nesiller, nice milletler meydana getirdik. Şimdi, sizden daha güçlü olan bu milletleri tarihten silen yüce kudretin sizi helâk etmeyeceğini mi düşünüyorsunuz?

 Âyet-i kerîme güçlerine, servetlerine, sahip oldukları diğer bedenî ve maddî imkânlara aldanarak Allah’a âsi olan, şımaran, ellerindeki her şeyi kendisine borçlu bulundukları rablerini unutarak dalâlete sapıp azgınlaşan, günahlara boğulan toplumlara karşı genel bir tehdit ve uyarıdır.

 Kur’ân-ı Kerîm’de bu tarihî tecrübeye büyük önem verilmiş; çeşitli vesilelerle eski milletlerin hayatları ve âkıbetleri anlatılırken özellikle kötülük ve zulümleri, azgınlaşıp isyan etmeleri yüzünden helâk edildikleri ve böylece tarih sahnesinden silindikleri anlatılarak insanların bu tarihî gerçekten ibret alıp sünnetullahı daima göz önünde tutmaları, şimdi sahip oldukları imkânların kendilerini felâketlerden koruyamayacağını iyi bilmeleri ve hayatlarını buna göre düzenlemeleri istenmiştir. Âd, Semûd gibi çok eski dönemlerde yaşamış kavimler yanında, daha yakın çağlardaki birçok devletin, imparatorluğun çöküşü veya tarihten silinişinin temelinde de aynı olumsuz sebeplerin yattığında kuşku yoktur. Buna karşılık, inançta, ahlâk ve fazilette, idare ve siyasette doğru yoldan gittiği, hak ve adalet üzere bulunduğu halde helâk olmuş tek bir milletin varlığı bilinmemektedir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 376-377

درر Ayetlerdeki مِدْرَارٌ sözcüğünün aslı süt anlamındaki دَرٌّ ve دِرَّةٌ kökünden gelmektedir. Bu kelime yağmur için istiare edilmektedir. Yine alışverişi çok çarşı ve  bereketli, hayırlı iş anlamlarında da müstear olarak kullanılmaktadır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri idrar ve Düriye’dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَاراًۖ

 

Hemze istifhamdır.  لَمۡ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَرَوْ  şart fiili  ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

كَمْ  soru harfi haberiye olarak,  اَهْلَكْنَا  fiilinin mukaddem mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.  اَهْلَكْنَا  cümlesi  يَرَوْا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.

اَهْلَكْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

مِنْ قَبْلِهِمْ  car mecruru  اَهْلَكْنَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مِنْ قَرْنٍ  car mecruru  كَمْ ’in temyizidir.

Temyiz; kendisinden sonra geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur.

Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülmeyen mümeyyez.

Melhûz Mümeyyez: Burada temyiz cümledeki kapalılığı giderir. Manası kapalı olup da temyiz sayesinde açıklığa, netliğe kavuşan bu tür cümlelere melhûz mümeyyez denir. Melhûz mümeyyez daha çok şu cümlelerde olur: 

a) İsm-i tafdil kalıbının kullanıldığı bazı cümleler, 

b) Anlatılmak istenen anlamı ifadede tek başına yetersiz kalan “artmak-eksilmek, çoğalmak-azalmak, yükselmek-alçalmak, güzel ve çirkin olmak, büyük veya küçük olmak” gibi fiillerin kullanıldığı cümleler, 

c) İçinde “ كَفَى بِ ” terkibi bulunan cümleler, 

d) Kem-i istifhamiyye (soru için olan كَمْ ) ve kem-i haberiyye (çokluk bildiren  كَمْ) ile kurulan cümleler. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَكَّنَّاهُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  مَكَّنَّاهُمْ  fiiline müteallıktır.  مَا  nekre-i mevsufedir. Veya  مَا    müşterek ism-i mevsûlu,  مَكَّنَّاهُمْ  fiilinin ikinci mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.

لَمۡ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  نُمَكِّنْ  meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ’dur.

 لَكُمْ  car mecruru  نُمَكِّنْ  fiiline müteallıktır.

وَ  atıf harfidir.  اَرْسَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

السَّمَٓاءَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. عَلَيْهِمْ  car mecruru  اَرْسَلْنَا  fiiline müteallıktır. مِدْرَاراً  hal olup fetha ile mansubtur.

Hal; cümledeki failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zü’l hal” veya “sahibu’l hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır.

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

نُمَكِّنْ   fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. 

Tef’il babındandır. Sülâsîsi   مكن‘dir. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. 


وَجَعَلْنَا الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَاَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْناً اٰخَر۪ينَ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  جَعَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

الْاَنْهَارَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

تَجْر۪ي  fiili, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  تَجْر۪ي  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

مِنْ تَحْتِهِمْ  car mecruru,  تَجْرِي  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri;  من تحت مساكنهم  şeklindedir.

فَ  atıf harfidir.  اَهْلَكْنَاهُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بِذُنُوبِهِمْ  car mecruru اَهْلَكْنَاهُمْ  fiiline müteallıktır.  بِ  harf-i ceri, sebebiyyedir.

Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  اَنْشَأْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

مِنْ بَعْدِ  car mecruru  اَنْشَأْنَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

قَرْناً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  اٰخَر۪ينَ  kelimesi  قَرْناً ’in sıfatı olup nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

اَنْشَأْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  نشأ dir. İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَاراًۖ

 

Ayet istînâfiyyedir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze inkârî istifham harfidir. Cümle soru anlamında olmayıp, kınama azarlama manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

اَلَمْ  يَرَوْا , dikkat çekme ve azarlama ifadesidir. Burada يَرَوْا  (görmek) kelimesi, ‘bilmek’ anlamındadır. 

Bu istinafî kelam, bundan önce ceza vaîdi olarak geçen haberlerden neyin kastedildiğini ve onun geleceğini şahit ikamesi yoluyla açıklar. Buradaki istifham-ı inkârî, rü'yet (gözle müşahede) suretiyle değil, irfanî olarak kalben görme anlamındadır.  قَرْنٍ , ‘bir asrın insanları’ demektir. Bu insanlar, uzun bir zaman dilimi içinde yaşadıkları için böyle ifade edilmiştir. (Ebüssuûd) 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

كَمْ  teksir ifade eden haberiyyedir. Mukaddem mef’ûl olarak mahallen mansubtur. اَهْلَكْنَا  cümlesi,  اَهْلَكْنَا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.

قرون  lafzı,  قرن (Yüzyıl) kelimesinin çoğuludur. Bununla ümmetler kastedilmiştir

قرن;  bir zamanda bir araya gelen birlikte yaşamış olan insanlardır. İçinde bir topluluğun bir araya geldiği ve ölümle birbirinden ayrıldığı zamana karn, nesil ve asır denir. Akran kelimesi de bu köktendir. Bu  kelimede mesebbebiyet alakası ile mecaz-ı mürsel vardır.

قبلهم  ve  من قبلهم  ibarelerine gelince,  من  harfi ibtidaî gayedir ve direk olarak zamirden hemen önceki ve daha önceki zamanı ifade eder.  قبلهم  ise malum olduğu üzere hem yakın hem uzak zamanı ifade eder.

كم أهلكنا من قبلهم [Biz onlardan evvel nice nesiller helak ettik] ibaresindeki tehdit,  قبلهم ibaresinde olandan daha büyüktür. Çünkü yakın zamanda meydana gelen helak, uzak zamandaki helaktan daha ibret ve öğüt vericidir ve vicdanlardaki etkisi daha büyüktür. Yakın zamandaki helakın etkisi elbetteki eski zamanlardaki helaktan daha büyüktür. İşte bu yüzden tehdidin ve korkutmanın daha şiddetli olduğu yerlerde  من قبلهم  ibaresi kullanılmıştır.  قبلهم  şeklindeki zarfın  القرون  kelimesine takdimi veya tehirine gelince, müşriklerin tehdidiyle alakalı olduğu görülür.

Müşrikleri tehdit kastı varsa zarf takdim edilmiştir. Böyle bir şeyden bahsedilmediği yerlerde ise zarf tehir edilmiştir.

Zarftan sonra gelen zamirin tekil veya çoğul oluşu da bir maksada binaendir.

Tekil oluşu; bu kavmin bir sıfatının, bir halinin zikredilmesi ya da siyakın gerektirdiği başka bir sebeptir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsirul Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Allah Teâlâ geçmiş nesilleri şu üç sıfat ile tavsif etmiştir:

Birinci sıfat: "Biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları verdik" ayetinin ifade ettiği sıfattır. Buna göre mana, "Biz, Âd, Semûd ve benzeri kavimlere nasip ettiğimiz iri cüsseli olma ve zenginlik imkânlarını ve dünyevî sebeplerle güç kuvvet elde etme hususlarını Mekkelilere vermedik" şeklinde olur demiştir.

İkinci sıfat, Cenab-ı Hakk'ın, "Gökten üstlerine bol bol yağmur gönderdik" ifadesinin belirttiği husustur. Cenab-ı Hak bu ifadeyle yağmuru murad etmiştir. Üçüncü sıfat, ‘’altlarından akan ırmaklar yaptık..." ayetinin ifade ettiği husustur ki bununla bağ ve bahçelerin, bostanların çokluğu murad edilmiştir. Cenab-ı Hakk'ın bu vasıfları burada zikretmesinin maksadı şudur: "Geçmiş kavimler, dünya menfaatlerini, Mekkelilerden daha çok bulmuş, elde etmişlerdir." Daha sonra Allah, onların bu dünyada, bu sayılan şeyler, nüfuslarının çokluğu, malî kudretlerinin fazlalığı ve iri cüsseli olmaları sebebiyle, bu kadar izzet sahibi olduklarını, sonra da küfretmeleri sebebiyle sizin (Mekkelilerin) duymuş olduğunuz şeylerin, onların başına geldiğini beyan buyurmuştur. İşte böyle oluş, gaflet ve cehalet uykusundan uyanmayı icab ettirir. (Fahreddin er-Râzî)

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ  cümlesi قَرْنٍ  için sıfattır. 

مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ  cümlesine dahil olan  مَا  nekre-i mevsufedir. Veya mahzuf masdarın sıfatı konumunda ism-i mevsûldür. Akabindeki menfi muzari fiil sıygasındaki  لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ  cümlesi de  مَا ’nın sılasıdır. 

مَكَّنَّاهُمْ ‘a tezâyüf sebebiyle atfedilen  وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَاراًۖ  cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ  [Semayı gönderdik] ifadesindeki sema kelimesiyle yağmur kastedildiği için mahalliyet veya müsebbebiyet alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.  (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

قَرْنٍ ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder.

مِدْرَاراًۖ  haldir. Ayette hal ve sıfatlar dolayısıyla ıtnâb sanatı vardır.  مِدْرَاراًۖ  kelimesi mübalağa sıygasıdır. Çokluğa delalet eder.

Yağmurun  مِدْرَاراًۖ  ile vasfedilmesi mecaz-ı aklîdir.  مِدْرَاراًۖ  bulut demektir. Bu sıyga müzekker ve müennes için aynıdır. (Âşûr)

مَكَّنَّاهُمْ - لَمْ نُمَكِّنْ   kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

الْاَرْضِ - السَّمَٓاءَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

امَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ  ibaresinde  كُمْ  zamiri dolayısıyla iltifat vardır. 


 وَجَعَلْنَا الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَاَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْناً اٰخَر۪ينَ

 

مَكَّنَّاهُمْ ’a matuf cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil sıygasındaki  تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ  cümlesi  جَعَلْنَا  fiilinin ikinci mef’ûlü yerindedir.

Aynı üslupta gelen …فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ  cümlesi, istînâfa  فَ  ile atfedilmiştir. 

Ayetin, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan son cümlesi makabline matuftur. Atıf sebebi tezattır.

Ayette mazi ve muzarinin bir arada kullanımı, istimrar ve istikrar arasındaki uyum, dikkat çekici beyanî bir güzelliktir. (Vakafat, S. 114)

فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ  cümlesi ile  وَاَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْناً اٰخَر۪ينَ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

اَهْلَكْنَاهُمْ - اَنْشَأْنَا  ve  بَعْدِهِمْ - قَبْلِهِمْ kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

قَرْناً - اَهْلَكْنَا - مِنْ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

اَنْشَأْ  yoktan yaratma manasında bir fiildir.  خلق  fiilinden farklıdır. Kur’an’da geçen  خلق  fiilinden sonra çoğunlukla yaratmada kullanılan madde zikredilmiştir. (تُرَاب ,طِين, عَلَق vs)

وَجَعَلْنَا الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ  [altlarından akan ırmaklar var etmiştik] cümlesi bu ırmakların kendilerinin emrine musahhar kılındığını ve sürekli olarak aktıklarına delalet eder. (Ebüssuûd)

الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي  [Akan nehirler] tabirinde akan nehirler değil içindeki sudur. Fiil, hakiki failine değil; mekânına isnad edilmiştir. Kur’an’da bunun benzeri çok ayet vardır. Hepsinde de akma fiili suya değil de nehre isnad edilmiştir. Suyun miktarındaki çokluk ve akış şiddetinden dolayı mecâzî isnad yapılmıştır. Sanki nehir, suyun akma fiilinden etkilenmiş, o da akmaya başlamıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
En'âm Sûresi 7. Ayet

وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَاباً ف۪ي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِاَيْد۪يهِمْ لَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ  ...


(Ey Muhammed!) Eğer sana kâğıda yazılı bir kitap indirseydik, onlar da elleriyle ona dokunsalardı, yine o inkâr edenler, “Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir” diyeceklerdi.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَوْ ve eğer
2 نَزَّلْنَا indirmiş olsaydık ن ز ل
3 عَلَيْكَ sana
4 كِتَابًا bir Kitap ك ت ب
5 فِي
6 قِرْطَاسٍ kağıt üzerine yazılı ق ر ط س
7 فَلَمَسُوهُ onu tutsalardı ل م س
8 بِأَيْدِيهِمْ elleriyle ي د ي
9 لَقَالَ yine derlerdi ق و ل
10 الَّذِينَ kimseler
11 كَفَرُوا inkar eden(ler) ك ف ر
12 إِنْ
13 هَٰذَا bu
14 إِلَّا ancak
15 سِحْرٌ bir büyüdür س ح ر
16 مُبِينٌ apaçık ب ي ن

Kur’ân-ı Kerîm’in başka yerlerinde de belirtildiği üzere müşrikler, Hz. Peygamber’in ilâhî kelâmı kendilerine okuyup duyurmasını yeterli bulmamış, gökten kendilerine okuyacakları bir kitap (İsrâ 17/93) veya “açılmış sahîfeler” (Müddessir 74/52) indirilmesini istemişlerdi. Aslında onlar bu istekleriyle güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmayı amaçladıklarından, âyette, onların bu tür istekleri yerine getirilse ve kendilerine kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirilse bile, yine de inanmayacakları, bunun apaçık bir büyü olduğunu iddia edecekleri açıklanarak gerçek niyetleri yüzlerine vurulmaktadır. Zira Hz. Hatice, Ebû Bekir, Ömer ve diğer samimi insanlar Resûlullah’ın dürüstlüğünü, Kur’an âyetlerinin ihtiva ettiği açık seçik gerçekleri dikkate alarak iman etmişler; buna karşılık nefislerinin gururuna kapılan, Kur’an’ın getirdiği ilkelerin, kendilerinin veya kabilelerinin çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen ve Câhiliye taassubunda direnen inatçı kimseler ise çeşitli bahaneler ileri sürerek, sonunda hiçbir mantıkî gerekçe bulamadıkları için Kur’an’ın “bir büyü” (En‘âm 6/7), Hz. Peygamber’in de “bir kâhin veya mecnun” (Tûr 52/29) olduğu yönünde hakikatten uzak ithamlarda bulunmuşlardır.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 378-379

قرطس İçine yazı yazılan şey demektir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de  2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli kırtasiyedir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

لمس Dokunmak gibidir ve dış deriyle bir şeyi algılamak anlamına gelir. Ayrıca araştırmak ve aramak manalarında da kullanılır. لَمَسَ  ve لامَسَ fiillerini hem dokunmaya hem de cimâya hamleden müfessirler olmuştur. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 5 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli iltimastır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَاباً ف۪ي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِاَيْد۪يهِمْ لَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَوْ  gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.

نَزَّلْنَا  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

عَلَيْكَ  car mecruru  نَزَّلْنَا  fiiline müteallıktır.  كِتَاباً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

ف۪ي قِرْطَاسٍ  car mecruru  كِتَاباً’e müteallıktır.

فَ  atıf harfidir.  لَمَسُوهُ  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بِاَيْد۪يهِمْ  car mecruru  لَمَسُوهُ  fiiline müteallıktır.

Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

لَ  harfi  لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır.

قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَفَرُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

كَفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

اِنْ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. İsaret ismi  هٰذَا  mübteda olarak mahallen merfûdur. 

اِلَّا  hasr edatıdır.  سِحْرٌ  haber olup lafzen merfûdur.  مُب۪ينٌ  kelimesi  سِحْرٌ ’un sıfatıdır.

مُب۪ينٌ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir. İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَاباً ف۪ي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِاَيْد۪يهِمْ لَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

 

وَ  istînâfiyyedir. Ayet, şart üslubunda haberî isnaddır. … نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَاباً ف۪ي  müspet mazi sıygada gelmiş şart cümlesidir.

Bundan önce ayetlerin ve hakkın gelmesi, onlara nispet edildiği halde burada kitabın indirilmesinin Peygamber (sav)’e nispet edilmesi, onların nazil olan ayetlere vaki itirazlarının, Peygamberimiz (sav)’in risalet ve nübüvvetini de zımnen kapsadığını bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

قِرْطَاسٍ; kamıştan mamul kâğıt tomarlar demektir. Türkçemizdeki kırtasiye kelimesi bu kelimeden gelir.

ف  ile makabline atfedilmiş  فَلَمَسُوهُ بِاَيْد۪يهِمْ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لَمَسُ  [dokunma], normal şartlarda ancak elle olduğu halde buradaki tahsiste ellerin sarahaten zikredilmesi, tayin etmek ve mecaz ihtimalini ortadan kaldırmak içindir. (Ebüssuûd, Ruhul- Beyan)  

بِاَيْد۪يهِمْ  ibaresi tekiddir. Mecaz ihtimalini ortadan kaldırmak için gelmiştir. (Ebüssuûd) Tekmil ve ihtiras ıtnâbıdır. 

كِتَاباً - قِرْطَاسٍ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesi  … لَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ , şartın cevabıdır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, sonradan gelecek habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tahkir içindir. Sılası mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde tevcîh sanatı vardır. 

قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ ,  kasırla tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfi  مَا  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasr mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.  هٰذَٓا  mevsuf/maksûr, سِحْرٌ مُب۪ينٌ  sıfat/maksûrun aleyhtir. 

Müsnedün ileyhin işaret ismi ile gelmesi işaret edilene tahkir kastı taşımaktadır. Ayrıca işaret isminde tecessüm sanatı vardır.

سِحْرٌ , مُب۪ينٌ  için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda, faide-i haber talebî kelamdır.

 
En'âm Sûresi 8. Ayet

وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ وَلَوْ اَنْزَلْنَا مَلَكاً لَقُضِيَ الْاَمْرُ ثُمَّ لَا يُنْظَرُونَ  ...


Bir de dediler ki: “Ona (açıktan göreceğimiz) bir melek indirilse ya!” Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da kendilerine göz açtırılmazdı. (Hemen helâk edilirlerdi.)

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَقَالُوا ve dediler ق و ل
2 لَوْلَا değil miydi?
3 أُنْزِلَ indirilmeli ن ز ل
4 عَلَيْهِ O’na
5 مَلَكٌ bir melek م ل ك
6 وَلَوْ ve eğer
7 أَنْزَلْنَا indirseydik ن ز ل
8 مَلَكًا bir melek م ل ك
9 لَقُضِيَ bitirilmiş olurdu ق ض ي
10 الْأَمْرُ ا م ر
11 ثُمَّ artık
12 لَا
13 يُنْظَرُونَ hiç göz açtırılmazdı ن ظ ر

Müşrikler görünüşte ilâhî vahyin geliş tarzını inandırıcı bulmadıkları için, hakikatte ise sırf inat ve taassuplarından dolayı başka bir istekte bulunmuşlar, Hz. Muhammed’i kastederek, “Ona bir melek inseydi ya!” demişlerdir. Aslında Hz. Peygamber’e melek inmekle birlikte, müşrikler onun hakiki suretinde gelip Hz. Peygamber’le dolaşmasını ve bunu gözleriyle görmeyi istiyorlardı. Âyetin devamında yüce Allah “Eğer biz (istedikleri şekilde) bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine mühlet verilmezdi” buyurarak onların bu talebini de reddetmiştir. Tefsirlerde âyetin bu kısmıyla ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki: 

 a) Zemahşerî “iş bitirilirdi” ifadesini “Onlar helâk edilirlerdi” şeklinde yorumlamakta ve bunu da şu gerekçeye bağlamaktadır: Meleği görmelerinden sonra –âyette de belirtildiği gibi– artık onlara mühlet verilmezdi; ya meleğin kendi suretinde Resûlullah’a geldiğini ayan beyan gördükleri halde yine de iman etmeyecekleri için veya melek gelip de artık her şey apaçık kesinlik kazanınca yükümlülüğün esası olan ihtiyar (seçme özgürlüğü) ortadan kalkacağı için helâk edilmeleri gerekli olurdu; ya da meleği kendi suretinde gördükleri anda, gördüklerinin verdiği dehşetten dolayı ruhları bedenlerinden ayrılır, yani ölüverirlerdi. Çünkü “şiddetin âniden zuhuru, şiddetin kendisinden daha dehşet vericidir” (II, 4-5).

 b) Şevkânî’ye göre müşrikler “Ona bir melek indirilseydi ya!” derken meleğin aslî suretiyle gelerek kendileriyle konuşur, Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu kendilerine bildirirse ona inanıp tâbi olacaklarını açıklıyorlardı. Oysa Allah biliyordu ki, onlara böyle bir melek gelmiş olsa yine de iman etmeyecekler ve bunun sonucunda derhal helâk edilmeye müstahak olacaklardı (II, 117). 

 c) Elmalılı M. Hamdi’ye göre eğer melek kendi suretinde gelip de hakikat itiraza mahal kalmayacak şekilde apaçık ortaya çıksaydı, artık Hz. Peygamber’in haber verdiği azap hemen uygulanırdı. Özellikle vahiy meleği Cebrâil’i, sıradan insanlar şöyle dursun, peygamberlerden bile pek azı asıl varlığıyla görebilmiştir (III, 1880-1881; ayrıca bk. Necm 53/1-18; Buhârî, “Tefsîr”, 53/1-2). Ayrıca Hz. Muhammed’in dahi vahiy esnasında büyük bir dehşet ve sıkıntı hali yaşadığına ilişkin hadisler vardır (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 2-3) .

Hz. Peygamber’in özellikle ilk vahyi aldığı sırada yaşadığı olağan üstü sarsıntıya Kur’ân-ı Kerîm de işaret etmektedir (Müzzemmil 73/1; Müddessir 74/1).

 d) İbn Âşûr ise “İş bitirilmiş olurdu” ifadesini “Tehdit edildikleri azap gerçekleştirilirdi” anlamında açıklamıştır. Zira Allah’ın gazabına uğrayan bir topluma melekler ancak azap getirmek için inerler. Nitekim Lût kavminin durumu bunu göstermektedir (A‘râf 7/80-84). Muhtemelen Allah Teâlâ melekleri hak uğruna müsamahasız bir sertlik ve öfke tabiatında yaratmıştır (IV, 145). Aynı müfessir ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın müşriklerin, aslında mahvolmalarına yol açacak olan bu taleplerini karşılıksız bırakmasını, O’nun inkârcılara karşı bir rahmeti şeklinde yorumlamamak gerektiğini savunuyorsa da bu görüşün isabetli olduğu kanaatinde değiliz. Zira âyette de dolaylı olarak belirtildiği gibi Allah onlara mühlet vermiş ve bu sayede daha sonra bazıları İslâm’ı kabul etme şerefine ermişlerdir ki, bunlar arasında bu sûrenin 7. âyetinin inmesine sebep olduğu rivayet edilen Abdullah b. Ebû Ümeyye de vardır. Hatta bu zat daha sonra Tâif’te şehid düşmüştür (Elmalılı, III, 1180).

 

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 378-380

وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ 

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. 

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Ve (و): Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  لَوْلَٓا ‘dir. لَوْلَٓا  cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için  هلا yani: “değil mi?” manasındadır.

اُنْزِلَ  meçhul mebni mazi fiildir.  عَلَيْهِ  car mecruru  اُنْزِلَ  fiiline müteallıktır.  مَلَكٌ  naib-i fail olup lafzen merfûdur. 


 وَلَوْ اَنْزَلْنَا مَلَكاً لَقُضِيَ الْاَمْرُ ثُمَّ لَا يُنْظَرُونَ

 

وَ   istînâfiyyedir.  لَوْ  gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.

اَنْزَلْنَا  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

مَلَكاً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

لَ  harfi  لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır.  قُضِيَ  meçhul mebni mazi fiildir.  

الْاَمْرُ  naib-i fail olup lafzen merfûdur. 

ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُنْظَرُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla meçhul mebni muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.

وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ

 

Ayet, önceki istînâfa  وَ  ile atfedilmiş, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالُوا  fiilinin mekulü’l-kavli  لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ , istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.  

Cümlenin başındaki  لَوْلَٓا , tahdid (teşvik) harfidir. Tevbih manasına gelmiştir.

Kâfirlerin sözlerinden oluşan mekulü’l-kavl, mahallen mansubtur. 

لَوْلَٓا , burada ‘’değil miydi?” anlamında olup kendisinden sonra bir fiil geldiğinde bu manada kullanılması çoktur. Ama bunun peşinden isim geldiğinde bu manaya gelmez. (Fahreddin er-Râzî)

لَوْلَٓا  burada tahdid (bir şeyin yapılmasını sertçe istemek) manasındadır. Bu mana sözün gelişinden anlaşılır. Bu harften sonra fiil gelir. 


 وَلَوْ اَنْزَلْنَا مَلَكاً لَقُضِيَ الْاَمْرُ ثُمَّ لَا يُنْظَرُونَ

 

وَ  atıftır. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.  اَنْزَلْنَا مَلَكاً , müspet mazi sıygada gelmiş şart cümlesidir.  لَقُضِيَ الْاَمْرُ  cevap cümlesi olarak rabıta lamı ile gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasındadır. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip faide-i haber ibtidaî kelamdır.

مَلَكاً - لَوْ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

اُنْزِلَ - اَنْزَلْنَا  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

 ثُمَّ  ile şartın cevabına atfedilen  لَا يُنْظَرُونَ  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لَقُضِيَ الْاَمْرُ  [O zaman iş bitirilmiş olurdu.] ifadesi, helâklerine dair buyruk verilmiş olurdu, melek indirilmesinden sonra onlara göz açıp kapama süresi dahi tanınmazdı.

Buradaki  ثُمَّ  kendi manası için değildir. İşin bitirilmesi ile mühlet verilmemesinin ayrı şeyler olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)

ثُمَّ  [Sonra] demenin anlamı, iki şey -yani işin bitirilmesi ile süre tanınmaması- arasındaki uzaklıktır. Süre tanınmaması, işin bitirilmesinden daha etkili (bir ceza) sayılmıştır. Çünkü şiddetin ansızın gelmesi, şiddetin kendisinden daha etkilidir. (Fahreddin er-Râzî)

 
Günün Mesajı
Elhamdülillah ile başlayan 2. sûredir. Kur'an'ın genelinde olduğu gibi burada da semavat ve arz için yaratma (halaka), karanlıklar ve nur için ise var kılma (ceale) tabirleri kullanılmış ve karanlık kelimesi çoğul nur kelimesi tekil olarak gelmiştir. Karanlık ve aydınlığın varlığı ve birbiri ardına gelişi göklerin ve yerin varlığının bir boyutu olup yerin güneş etrafındaki hareketine bağlıdır. Kur'an-ı Kerim bu ifadesi ile karanlıkların ve aydınlığın göklerle yerin varlığına bağlı olarak ortaya çıkarılmış olduğunu belirtir. Karanlıkların nur ve aydınlıktan önce anılması yokluğun önce olup varlığın esası ve sembolü olan ışık ve aydınlığın ise yokluk üzerine var kılındığına işaret eder. Bunun için gün güneşin doğuşu ile değil gece ile yani güneşin batışı ile başlar. Bugünkü gece esasen yarınki günü aittir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Geçen ay, katarakt ameliyatı olan dede, gözleri torununun meraklı bakışlarıyla çarpışınca gülümsedi. Birbirleriyle sohbet etmeyi seviyorlardı. Torunu dedesine, gözlerinin nasıl olduğunu ve ne düşündüğünü sordu:

Elhamdulillah. Şu renklerin canlılığına ve gökyüzünün berraklığına bak. Ameliyat olduktan sonra görmemin ne kadar bozulduğunu farkettim ve çok şaşırdım. Gözlerimin bu haline şahit olmak, bana başka şeyleri düşündürdü.

Allah, bize günahın büyüğünden ve küçüğünden uzak durmamızı emrediyor. Çünkü her yaklaştığımızda kalbimizin üzerinde bir perde beliriyor. İşlemeye alıştığımızda ve günahlarımızda ısrar ettiğimizde, o perde yavaş yavaş kalınlaşıyor. Gözlerdeki katarakt gibi o kadar sinsi ilerliyor ki, sen havanın puslu, renklerin ise solgun olduğunu sanıyorsun. Yani hakikati ne kadar göremediğini, doğru yoldan ne kadar uzaklaştığını anlamıyorsun bile. İnsan nefsi, kusurunu sahiplenmektense, suçu başkalarına atar. Israrla vazgeçmediği günahlarından beslenen perdenin ardından bakar ve kusurun, iman edenlerin mükemmelliğine yemin ettiği hakikatte olduğunu iddia eder.  

Bu ameliyattan sonra; kalbi küfürden perdelenmişlerin, hakikati ellerinin arasında tutsalar dahi neden inanmayacaklarını ve müslüman olduktan sonra kalbi aydınlananların, hallerindeki muazzam değişikliği daha net idrak ettim.

Rabbim! Kaldır kalbimizin üzerindeki perdeleri. Hakikat nuruyla yıka yüreklerimizi. İmanın serinliğiyle ferahlandır gönüllerimizi. 

Allah’ın rahmetine sığınarak ve istiğfar ederek, kalbimizdeki kataraktan arınanlardan olmak duasıyla.

Amin.

***

Allah’ın kulları için yarattığı nimetler arasında ‘şükür etmek’ yer alır. Kıymeti anlaşılan veya güzelliği farkedilen nimetlerin lezzeti bir başkadır. Ancak, üzülen ya da sıkılan bir insanın, kendisini mutsuzluğa hapsedip orada tutması çok kolaydır. Böylelikle gözlerine bir perde iner ve etrafındaki şükredilesi nice nimeti görememeye başlar. Ne kadar acı çektiğini belki kendisine, belki de yanındakilere kanıtlamak istercesine görmekten kaçar.

Şükretmek veya iyilik yapmak veya yeni bir işe başlamak için doğru şartların bir araya gelmesini beklemek özellikle de zaman kaybına sebep olduğu için hatalı bir davranıştır. Şükretmek, Allah’tan bir rahmettir çünkü sevincimizi çoğaltır ve üzüntümüzü ise azaltır. Zorluklardaki rahmeti ve çirkinliklerin yerine güzellikleri görmeyi kolaylaştırır. 

Her şey bir kenara, Allah’a teslim olan bir kul için yaşananların hepsi, kendisini Allah’a ulaştıracak yeni bir basamaktır. Şükretmeyi ve Allah’a sığınmayı, diline ve kalbine dolayan kişi; Allah’ın yardımıyla beraber yaşadığı anı, Allah’ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirmeye çalışır. Yani dünyalık yaşantılara kapılıp gitmekten koruyan uhrevi bir hedefin peşindedir.

Dili ne söylemeye ve zihni nasıl düşünmeye alıştırırsanız; etrafınızdaki benzer düşünce ve duygu kalıplarını çağrıştıran nesneleri-söylemleri-insanları farkedersiniz. Bu belki de biraz sosyal medyanın meşhur algoritmalarını andırır. Bir ürünü araştırmanız üzerine benzer reklamların çıkması veya bir hesabı takip ettiğinizde aynı tarz hesapların tavsiye edilmesi gibidir. Yani insan beyni ve nefsi, doğru hedef ve niyetle, terbiye edilmek ve hatta değişmek için uygundur. 

Ey Allahım! Bizi sahip olduğumuz nimetlerin kıymetini bilenlerden, yarattığın güzellikleri görenlerden ve karşısına çıkan doğru fırsatları, doğru değerlendirenlerden eyle. Gelip geçici yaşantılara saplanıp kalmaktan ve devamlı şikayet ederek bulunduğumuz hali zorlaştırmaktan muhafaza buyur. Senin rahmetine, ilmine ve kudretine güvenenlerden ve kendisini Sana emanet edenlerden eyle. Gönüllerimize şükrü sevdir ve bizden faydasız şikayet halini uzaklaştır. Bizi takva sahibi şükür ehlinden eyle. 

Besmelenin ardından hamd ile başlayan Kur’an-ı Kerim’in ışığında, günlerimize ve işlerimize Allah’a hamd ederek başlamak duasıyla. 

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji