كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
https://docs.google.com/document/d/1NzoXH1FU8_RknZyPDWtYh1ptBy9kbeg_X4m3HJ94LrM
Seyyid Kutub/Fizilal-il Kuran
Toplumlarda ahlâkî değerlerin erozyona uğraması ve ahlâkın çökmesi mâşerî vicdanda duyarlılığın azalma eğilimi göstermesi ile yakından ilgilidir. Bu da bireylerin kötülükler karşısında rahatsızlık duymama alışkanlığı kazanmaya başlamasıyla olur. Kısa sürede bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bu alışkanlık toplumsal refleksleri dumura uğratır. Âyette “İşledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı” buyurularak, bu hastalığın yayılmasına karşı bütün bireylerin duyarlılık göstermeleri ve karşılıklı ikaz görevinin sistemli bir biçimde sürdürülmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Müslümanların benzeri bir konuma düşmemeleri için birçok âyette ve hadiste “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” (iyiliği özendirme ve kötülükten caydırma) görevinin önemi üzerinde durulmuş ve bu görevin kurumsallaştırılması ideal bir müslüman toplumun övülen nitelikleri arasında anılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104).
“Birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı” diye çevirdiğimiz “lâ yetenâhevne” ifadesindeki fiilin kökünde iki farklı anlam bulunduğu için, bunu “İşledikleri kötülüklere son vermiyorlar, bunlardan vazgeçmiyorlardı” şeklinde de anlamak mümkündür; fakat müfessirlerin çoğunluğu bireylerin karşılıklı uyarı görevini öne çıkaran birinci mânayı daha güçlü bulmuşlardır. Hz. Peygamber’in İsrâiloğulları hakkındaki bazı açıklamaları da çoğunluğun görüşünü desteklemektedir. Meselâ Abdullah b. Mes‘ûd’un rivayetine göre Resûlullah, İsrâiloğulları arasında kötü davranışların yaygınlaşmaya başlamasını şöyle tasvir etmiştir: Bir kimse günah işleyen birine rastladığında ona “Allah’tan kork! Bu işi yapma, sana helâl değildir” der, ertesi gün onu aynı halde görse de onunla birlikte oturabilmek ve yiyip içebilmek için artık ikaz etmezdi. Hepsi böyle yapar hale gelince Allah onların kalplerini de (ahlâk ve duygularını da) birbirine uygun hale getirdi. Rivayete göre Hz. Peygamber bu açıklamayı takiben tefsir etmekte olduğumuz âyeti okumuş sonra şöyle buyurmuştur: “Aman dikkat edin! Allah’a andolsun sizler de ya iyiliği emredip kötülükten sakındırır ve zalime zulmünden vazgeçinceye kadar baskı yaparsınız ya da Allah sizin de kalplerinizi birbirine benzetir, onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder” (bu konudaki rivayetler için bk. Taberî, IV, 318-319; Tirmizî, “Tefsîr”, 6 ; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; İbn Mâce, “Fiten”, 20).
Peygamber aleyhisselâm Hz. İbrâhim’in savunduğu tevhid inancının kökleşmesi için gönderildiğini bildirmiş, Tevrat ve İncil’in ilâhî kitaplar olduğunu kabul etmiş olmasına rağmen yahudilerden birçoğu Resûlullah’a sıcak ilgi göstermek bir yana ona karşı husumeti körüklemek üzere inkârcılarla dostluklar kurup onlarla iş birliği yapmaya çalışıyorlardı. Burada “inkârcılar” kelimesiyle hem Mekke müşriklerinin hem de Medine’de yaşayan ve iman etmiş gibi görünüp gerçekte inanmamış olan münafıkların kastedilmiş olması muhtemeldir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 322-323
Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı: Bir adam bir başka adama rastlar ve “Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helâl değildir” derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehy etmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalblerini birbirine benzetti.” Sonra Resûli Ekrem Mâide sûresi (5), 77-81. âyetleri okudu ve sözüne şöyle devam etti: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mâni olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsîr 5/6, 7; İbni Mâce, Fiten 20).
Bir başka hadisinde toplumdaki insanları, bir geminin alt ve üst kamaralarına binmiş yolculara benzetmiş; şâyet alt kattaki yolcular su almak için üst kata çıkmak yerine, geminin altından bir delik açmaya kalkar, üst kattakiler de buna engel olmazsa hep birlikte batıp giderler, buyurmuştur (Buhârî, Şirket 6; Şehâdât 30; Tirmizî, Fiten 12). “Cihadın en fazîletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13; Nesâî, Bey’at 37; İbni Mâce, Fiten 20). (Ayet Ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Yrd. Doç. Dr. Halit Zavalsız, Ümit Şimşek)
كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ
كَانُوا nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
لَا يَتَنَاهَوْنَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَتَنَاهَوْنَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَنْ مُنْكَرٍ car mecruru يَتَنَاهَوْنَ fiiline müteallıktır.
فَعَلُوهُ cümlesi مُنْكَرٍ ‘in sıfatı olarak mahallen mecrurdur. فَعَلُوهُ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
يَتَنَاهَوْنَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفاعَلَ babındadır. Sülâsîsi نهي ’dir. Bu bab fiile müşareket (ortaklık/işteşlik), tekellüf ve tezahür( görünmek ve zorlanmak), tedric (bir işin aşamalı olarak ,aralıklarla ve yavaş yavaş meydana gelmesi), mutavaat (mufaale babına ait bir fiilin dönüşlülüğü için kullanılması) ve mücerret mana (türemiş olduğu mücerret fiille aynı anlamda kullanılması) anlamları katar.
مُنْكَرٍ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûludur.
İsm-i mef’ûl; kendisine iş yapılanı bildiren, failden etkilenen isimdir. Türkçedeki edilgen sıfat-fiil karşılığıdır. Nasıl ism-i fail malum muzari fiil gibi kullanılıyorsa, ism-i mef’ûl de mazi meçhul gibi tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
لَ mukadder kasemin cevabına dahil olan muvattiedir. بِئْسَ zem anlamı taşıyan camid fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
مَا harfi, بِئْسَ kelimesinin failini tefsir eden (açıklayan) nekre-i mevsufedir.
كَانَ isim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamiridir, mahallen merfûdur.
يَفْعَلُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.
يَفْعَلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُ cümlesi ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا sözünden kaynaklanan bir sorunun cevabı olarak istînâfi beyaniyye cümlesidir. (Âşûr)
كَان ’nin haberinin muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiilin tecessüm özelliği sayesinde muhayyile harekete geçer ve konuyu anlama kolaylaşır.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip, hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karîneler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır.
(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَعَلُوهُ cümlesi مُنْكَرٍ için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
مُنْكَرٍ ’deki tenvin tahkir ve nev ifade eder.
لَا يَتَنَاهَوْنَ [Vazgeçirmiyorlardı] fiili tefaul babındandır. Bu babın binası çok kişiler arasında müşareket içindir. Yani “Karşılıklı birbirlerini men etmeli idiler. Men eden toplumlar olmalıydı. Bu işe önem vermeli idiler.” Bu cümle onları ihbar, bize de tarizdir. َلَا يَتَنَاهَوْنَ fiilinin kökü olan نهي fiilinin “bitirmek, nihayete erdirmek” manası da vardır.
لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
Ayetin bu son cümlesi kasem üslubunda gayrı talebî inşâi isnaddır. Kasemin cevabı بِئۡسَ’nin dahil olduğu inşâ cümlesidir. بِئۡسَ zem fiilidir. Zem fiilinin mahsusu mahzuftur.
Kasem ve zem fiilinin mahsusunun hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
مَا müşterek ism-i mevsûlu بِئْسَ ’nin faili konumundadır. مَا ‘da tevcih sanatı vardır.
Sıla cümlesi كَان ‘nin dahil olduğu isim cümlesidir. كَان ‘nin haberinin muzari fiil olması hükmü takviye, hudûs, tecessüm, istimrar ve teceddüt ifade eder.
مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ cümlesinde geçmiş ile gelecek zamanın birlikte kullanılması söz konusudur. Bu, yaptıklarının sürekli olduğunu bildirir.
فَعَلُوهُ - يَفْعَلُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ cümlesi yaptıkları kötü amellerin çirkinliğini ortaya koyar ve olaya hayret edilmesi gerektiğini yeminle pekiştirerek açıklar.
فعل lügat anlamıyla her iş ve oluş için kullanılır. Geniş anlamıyla ciddi veya gayrı ciddi, bilerek veya bilmeyerek, kasıtlı veya kasıtsız, insandan, hayvandan ya da cansızlardan meydana gelen bütün eylemleri içine alır. فعل kelimesine yakın anlamlı diğer fiiller عمل ve صنع’dır.
صنع ; bunların içinde en özelidir. Sadece insandan zuhur eder. Zira özenle, düzenle ve kuvvetli bir şekilde yapılan, kendisinden amaçlanan sonuca varılan iş demektir.
عمل ise insandan bazen de hayvandan, bilgi veya kasıtla ortaya çıkar.
Her صنع ameldir. Fakat her amel, صنع değildir. Her amel, fiildir. Fakat her fiil, amel değildir, sonucuna varılabilir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Bu kelam, yemin tekidi ile onların yaptıklarını kınar ve yadırgar. Onları, bu halleri lanete uğratmıştır. Onların hem bu halleri hem de küfürleri lanet sebebi olmuştur. Nitekim bundan önceki “İsrailoğullarından kâfir olanlar lanetlenmişlerdir.” (Maide Suresi, 78) ayeti küfürlerinin de lanet sebebi olduğunu gösterir. (Ebüssuûd)