كَذٰلِكَ مَٓا اَتَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ
Resûlullah’ın, çevresinden gördüğü kötü muameleyi ve inkârcıların onun hakkında kendisiyle asla bağdaşmayan sıfatlar uydurmalarını yadırgamayıp üzülmemesi için geçmiş toplumların tutumlarından örnek verilmektedir. 54-55. âyetlere göre Resûlullah’ın gerçekleri anlatmak uğruna ortaya koyduğu bunca çabaya rağmen direnişlerini sürdürenlere karşı yapması gereken şey, onlara aldırış etmeden doğru yolda yürümesi ve öğütten yararlanma yeteneğini yitirmemiş olanlara öğüt vermeyi sürdürmesidir. Vahiy alan ve mûcizelerle donatılan peygambere karşı bile böyle davranıldığına, buna rağmen ondan âyette belirtilen yolu izlemesi istendiğine göre, dini tebliğ görevi yapan müminlerin de benzer olumsuzluklarla karşılaştıklarında aynı yöntemi izlemeleri gerektiği anlaşılmaktadır.
Râzî, peygamberler tarihinden örnekler vererek 52. âyette bütün peygamberlerin değil “resul” sıfatını taşıyanların kastedildiğini, ayrıca burada kapsamlı bir ifade kullanılmış olmasından bu ithamların herkes tarafından yapıldığı mânasının çıkmayacağını belirtir (XXVIII, 229-230; “nebî” ile “resul” arasındaki fark için bk. Bakara 2/61; A‘râf 7/157). Bu ve benzeri yerlerde “mecnun” kelimesini –yaygın anlamıyla– “akıl hastası, deli” şeklinde açıklamak mümkün olduğu gibi, o günkü inanışlar ışığında “cinlenmiş, cinin hâkimiyetine girmiş” şeklinde yorumlamak da mümkündür (bk. Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, s. 158-165; ayrıca bk. A‘râf 7/184; Hicr 15/6). 53. âyette, müşriklerin Resûlullah’a karşı tutumları ile önceki toplumların kendi peygamberlerine karşı tutumları arasındaki benzerliğin sebebi olarak hatıra gelebilecek bir düşünceye, yani bunun bir hars, öncekilerden tevârüs edilmiş bir kültür olması ihtimaline değinildikten sonra “hayır!” veya “daha doğrusu...”buyurularak –muhtemelen, öncekilerle güçlü bir kültür etkileşimi içinde olmadıkları için– buna imkân bulunmadığına işaret edilmekte; hemen ardından da asıl sebebin öncekilerle bunların “azgınlık, taşkınlık etme” şeklinde özetlenebilecek ortak bir özellik taşımaları olduğu belirtilmektedir. Onları bu taşkınlığa ve mütecaviz davranmaya yönelten temel âmil de ön yargıyla hareket edip inkârda taassup göstermeleridir. Taberî âyetin ilk cümlesini “Bu, nesilden nesile aktarılan bir telakki mi?” şeklinde anlarken, müfessirlerin çoğu bunu hayretle karışık bir istihzâ ifadesi olarak kabul edip aynı zaman diliminde yaşamadıkları için böyle bir etkileşimin imkânsız olduğu açıklamasını yaparlar. Biz de bu anlayışa uygun olarak âyeti, “Sanki nesiller boyu birbirlerine hep bunu tavsiye etmişler! Daha doğrusu onlar azgın bir topluluk!” şeklinde çevirdik (bk. Taberî, XXVII, 9-10; Zemahşerî, IV, 32; İbn Atıyye, V, 182; Râzî, XXVIII, 230).
54. âyette yer alan “Artık onlarla ilgilenme” anlamındaki buyruğun, bazı insanlara karşı tebliğ görevinin terkedilmesinin istendiği şeklinde yorumlanması doğru olmaz. Zira bu buyruk, âyetin devamında belirtildiği üzere Resûl-i Ekrem’in, herkesin hidayete ermesi için gösterdiği canhıraş çabaya rağmen bu sonuca ulaşamamaktan ötürü duyduğu üzüntüyle ilgilidir ve kendisinin bu sonuçtan sorumlu olmadığını bildirme amacı taşımaktadır. Nitekim müteakip âyette Hz. Peygamber’den (alanlar için) öğüt vermeye devam etmesi istenmiş, başka âyetlerde de her şart altında tebliğ görevinin yerine getirilmesi için azim ve sebat göstermenin önemi üzerinde durulmuştur. Şu var ki aydınlanmaktan rahatsızlık duyup bağnaz bir tutum sergileyenlerden ilginin kesilmesi bir noktadan sonra kaçınılmaz olacağı için, “Artık onlarla ilgilenme; bundan ötürü kınanacak değilsin” buyurularak Hz. Peygamber’e teselli verilmektedir. 55. âyette “öğüdün inananlara fayda vereceği”nin belirtilmesini ise şöyle anlamak uygun olur: Öğüt, iman sahiplerinin imanlarının güçlenmesine ve daha güzel davranmalarına; imana yatkınlığı olanların yani gözlerini, kulaklarını, gönüllerini hakikat çağrısına kapatmayanların da iman etmelerine ve bunun devamında mümine yaraşır davranışlar içine girmelerine vesile olur. İkinci grubu belirtmek üzere Zemahşerî, “Allah’ın imana gireceklerini bildiklerine” ifadesini kullanır (IV, 32).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 135-137كَذٰلِكَ مَٓا اَتَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) demektir. Bu ibare, mukadder mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. Takdiri, الأمر- أو الشأن (Hal veya durumu) şeklindedir.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
Fiil cümlesidir. مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
اَتَى elif üzere mukadder fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. مِنْ قَبْلِهِمْ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ zaiddir. رَسُولٍ lafzen mecrur, fail olarak mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. قَالُوا سَاحِرٌ cümlesi mevsûlün hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ ‘dir. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
سَاحِرٌ mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri هو şeklindedir. مَجْنُونٌ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
سَاحِرٌ kelimesi, sülasi mücerredi سحر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَجْنُونٌ kelimesi, sülasi mücerredi جنن olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
كَذٰلِكَ
Ayet, beyâni istînâf olarak fasılla gelmiştir. (Âşûr) Cümlede îcâz-ı hazif vardır.
كَذٰلِكَ , takdiri ألأمرُ (Durum) olan mahzuf mübteda için mahzuf habere mütealliktir. Bu takdire göre cümle sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَذٰلِكَ , îrab açısından والأمر كذلك şeklinde mahzuf bir mübtedanin haberidir. Bu kelime Kur'an'da çok gelmiş ve ulemamızın takdir ettiği herhangi bir şey zikredilmemiştir. Mühim olan burada kelama dikkat çekmektir. Bir kapalılık üzerine kurulmuş olan kelam üzerinde daha fazla durmayı gerektirir. Buradaki كَ harfi misil manasındadır ancak neyin misli olduğu açık değildir. İşaret ismi ise bir merci gerektirir. İşaret ismi كَ ile birleşmiştir ve bunlarda bir kapalılık söz konusudur. Çünkü muşârun ileyh bilinmedikçe bir şey ifade etmeyen işaret ismi ile كَ’ ten oluşmuştur. Bu bina önemli mafsallarda gelen kapalı bir terkiptir. Bize arkadan gelecek olan şeyler şu anda bulunduğunuzdan daha yüce bir makamdır der. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Duhan/54, c. 5, s. 176-177)
مَٓا اَتَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
كَذٰلِكَ ’nin başındaki كَ ’ın اَتَى fiiliyle mansub olması doğru olmaz; çünkü مَٓا -i nâfiyenin sonrası öncesinde amel etmez. Eğer مَٓا اَتَى yerine لمْ يأت denilmiş olsaydı doğru olur ve anlam da şöyle olurdu: İşte Hz. Muhammed’in bu gelişi gibi kendilerinden önce de hiçbir elçi gelmedi ki büyücü/cinli demiş olmasınlar. (Keşşâf)
Mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Nefy harfi مَٓا ve istisna harfi اِلَّا ile oluşan kasr, cümleyi tekid etmiştir.
Kasr, اَتَى fiilinin mef’ûlüyle mef’ûlün hali arasındadır. الَّذ۪ينَ maksûr/mevsûf, … قَالُوا maksûrun aleyh/sıfat olmak üzere kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
Mef’ûl konumundaki cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası mahzuftur. مِنْ قَبْلِهِمْ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
مِنْ رَسُولٍ ‘e dahil olan مِنْ , tekid ifade eden zaid harftir. رَسُولٍ lafzen mecrur, mahallen merfû olarak اَتَى fiilinin failidir. رَسُولٍ ’deki tenvin, tazim ifade eder.
مِنْ رَسُولٍ ‘deki مِنْ ziyade olup umum ifadesi içindir. Yani her peygambere kavminden bir kısım büyücüdür, mecnundur demiştir. (Âşûr)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Mef’ûl olan الَّذ۪ينَ , durumun onlara has olduğunu vurgulamak için faile takdim edilmiştir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan قَالُوا سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ cümlesi ism-i mevsûlun halidir. Hal cümleleri, anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli olan سَاحِرٌ اَوْ مَجْنُونٌ cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Takdiri هُوَ olan mübteda, mahzuftur. Bu takdire göre, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. مَجْنُونٌ , haber olan سَاحِرٌ ‘a matuftur. Cihet-i câmia, tezâyüftür.
سَاحِرٌ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafât, Tevbe Suresi, 120-121, s. 80)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)