وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً وَاِبْرٰه۪يمَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَقَدْ | ve andolsun |
|
2 | أَرْسَلْنَا | gönderdik |
|
3 | نُوحًا | Nuh’u |
|
4 | وَإِبْرَاهِيمَ | ve İbrahim’i |
|
5 | وَجَعَلْنَا | ve koyduk |
|
6 | فِي | arasına |
|
7 | ذُرِّيَّتِهِمَا | bunların zürriyetleri |
|
8 | النُّبُوَّةَ | peygamberliği |
|
9 | وَالْكِتَابَ | ve Kitabı |
|
10 | فَمِنْهُمْ | onlardan vardır |
|
11 | مُهْتَدٍ | doğru yolda olanlar |
|
12 | وَكَثِيرٌ | ama çoğu |
|
13 | مِنْهُمْ | onlardan |
|
14 | فَاسِقُونَ | yoldan çıkmıştır |
|
Önceki âyette peygamberler gönderilmesinden söz edilmişti; bu âyetlerde de insanlığın ikinci atası olarak bilinen Hz. Nûh ve sonrasındaki peygamberler tarihine genel bir bakış yapılması sağlanmaktadır. Kur’an’da peygamberler zinciri ve birçok peygamber hakkında daha ayrıntılı bilgiler verilmiş olup burada bu sürecin nasıl tamamlandığı hususu öne çıkarılmaktadır. Pek çok peygamber gönderildikten sonra nihayet Hz. Muhammed öncesinde Hz. Îsâ’ya kutsal kitap İncil verilmiştir. Ona uyanlar, yani Hz. Îsâ’nın örnek ahlâkını, İncil öğretisine hâkim olan hoşgörü vb. ahlâkî erdemleri özümseyenler kalpleri şefkat ve merhamet dolu insanlar oldular. Allah onlara ruhbanlık gibi bir görev yüklememişti; fakat Hıristiyanlığın başlangıcında samimi müminler ağır sosyal ve siyasî baskılara mâruz kaldılar. Bu durum karşısında onlardan bir kısmı sırf bu katliam ve çatışmalarda eriyip gitmemek ve böylece dinlerini koruyabilmek amacıyla dağlara, ücra yerlere çekilip kendilerini ibadete verdiler. Fakat zaman içinde bu hareket amacından saptırıldı ve dinin istismar aracı olmasını kurumlaştıran hatta toplum içi ve toplumlar arası çatışmaları körükleyen bir örgütlenmeye dönüştü (Hz. Îsâ hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45; İncil hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3; ruhbanlık hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Tevbe 9/31, 34; hıristiyanların Kur’an tarafından olumlu bulunan nitelikleri hakkında bk. Mâide 5/82-85).
26. âyetin son cümlesindeki “onlar” zamiri genellikle “Nûh ve İbrâhim’in soyundan gelenler” şeklinde açıklanmıştır; fakat bunu “bildirimde bulundukları insanlar” diye yorumlamak da mümkündür. Yine, buradaki “yoldan çıkmışlar” anlamı verilen fâsık kelimesi –Kur’an’daki kullanımlar ve bağlam dikkate alınarak– hem “günahkâr”hem de “kâfir” anlamlarıyla izah edilmiştir (Taberî, XXVII, 237-238; Râzî, XXIX, 244). “Onlar” zamiri konusunda birinci yorum esas alındığında burada, peygamber soyundan gelmenin iman etme veya iyi mümin olma garantisi sağlamadığına işaret edildiği söylenebilir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 254-255Hedeye هدي :
Hidayet هِدايَةٌ bir kimseye rıfkla, nazik bir şekilde yolu göstermek/kılavuzluk etmek, ya da doğru yolu yönü veya istikameti tutmasına ya da takip etmesine vesile olmaktır. Bu yol göstermenin işaret etmek şeklinde olanı özellikle sülasi formda هَدَى şeklinde, vermek şeklinde olanı ise if'al formuyla أهْدَى şeklinde verilmektedir.
Yüce Allah'ın hidayet vermesi dört şekilde olur:
1- Cinsi itibarıyla akıl, zeka ve zaruri bilgiler türünden her mükellefi kapsayan hidayet.
2- Peygamberlerin dilleriyle, Kur'an indirerek ve benzeri bir yolla, kendilerini davette, çağrıda bulunarak insanlara tahsis ettiği hidayet.
3- Hidayet bulan kimseye has kıldığı tevfik.
4- Ahirette cennete götürecek hidayet.
Bu dört hidayet sırayladır. Bundan dolayı her kim birincisine sahip değilse, ikincisine sahip olamaz hatta onun mükellef olması da doğru olmaz. Her kim ikincisine sahip değilse üçüncüsüne ve dördüncüsüne de sahip olamaz.
هادِي ise davetçi/çağrıcıdır.
İhtidâ إهْتِدَى lafzına gelince, insanın ya dünyevi ya da uhrevi işlerde ihtiyar yoluyla kendi seçerek yöneldiği hidayete has bir kavramdır.
هَدْيٌ sözcüğü Beytullah'a hediye edilen kurbana has olarak kullanılır. Tekili هَدِيَّةٌ şeklinde gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda toplam 316 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri hidayet, Hüdâ, hediye, ihtidâ, mühtedî ve Mehdî'dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً وَاِبْرٰه۪يمَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. Fiil cümlesidir.
اَرْسَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. نُوحاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. اِبْرٰه۪يمَ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
جَعَلْنَا atıf harfi وَ ‘la kasemin cevabına matuftur.
جَعَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek 2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا car mecruru mukaddem ikinci mef’ûlün bihe mütealliktir. Muttasıl zamir هِمَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. النُّبُوَّةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْكِتَابَ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
فَ tefriğ içindir. مِنْهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُهْتَدٍ muahhar mübteda olup, mahzuf ي üzere mukadder damme ile merfûdur. Mankus isimdir.
Mankus isimler: Sondan bir önceki harfi kesralı olup son harfi de “ya (ي)” olan isimlere “mankus isimler” denir. Mankus isimlerin irab durumu şöyledir:
a) Merfû halinde takdiri damme ile (رَاعٍ – اَلرَّاعِي gibi),
b) Mansub halinde lafzi olarak yani fetha ile (رَاعِيًا – اَلرَّاعِيَ gibi),
c) Mecrur halinde takdiri kesra ile (رَاعٍ – اَلرَّاعِي gibi) îrab edilir.
Yani mankus isimler ref ve cer durumlarında maksur isimler gibi takdiri îrab edilir. Bu durumda damme ve kesra harekeleri son harflerinin üzerinde açıkça görülmez, fakat var olduğu kabul edilir. Nasb hallerinde ise lafzî olarak îrab edilir, son harfin üzerinde fetha harekesi açık bir şekilde görünür.
Mankus isimler nekre halinde yani başlarında elif lam olmaksızın kullanıldığında ref ve cer durumlarında sonlarındaki “ya” harfi düşürülür. Ancak meydana gelen bu değişikliğe işaret olmak üzere kelimenin sonundaki kesra harekesi tenvinli kesra olur. İrabı ise yine takdiren olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُهْتَدٍ sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Cümle, atıf harfi وَ ‘la önceki cümleye matuftur. İsim cümlesidir.
كَث۪يرٌ mübteda olup lafzen merfûdur. مِنْهُمْ car mecruru كَث۪يرٌ ‘nun mahzuf sıfatına mütealliktir. فَاسِقُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti و ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
فَاسِقُونَ kelimesi, sülasi mücerredi فسق olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً وَاِبْرٰه۪يمَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ
وَ , atıf harfidir. Ayet önceki ayetteki … وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
لَ , mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır. Mahzuf kasem ve قَدْ ile tekid edilmiş cevap olan اَرْسَلْنَا نُوحاً وَاِبْرٰه۪يمَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
اَرْسَلْنَا fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle atıf harfi وَ ‘la kasemin cevabına atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا car mecruru, جَعَلْنَا fiilinin mahzuf mukaddem ikinci mef’ûlüne mütealliktir. Mef’ûlün hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Önceki ayette لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا [Resuller gönderdik] ifadesinden sonra bu ayette, İbrahim, Nuh (as) ve zürriyetinin gönderilmesinin zikri, hususun umuma atfı babında ıtnâb sanatıdır.
Kitap ve nübüvvet verilenlerin Nuh, İbrahim (as) ve bu resullerin zürriyeti şeklinde sayılmasında taksim sanatı vardır.
ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla zürriyet, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü zürriyet, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.
الْكِتَابَ ; vahyi demektir. İbn Abbas’a göre ise, kalemle yazı yazmayı demektir. Nitekim, كتب كِتاباً و كتابةً denilir. Yani كِتَابَ ‘yazmak’ anlamında masdar olarak da kullanılır. (Keşşâf)
Bu kelam, bundan önceki لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ [Yemin olsun ki, biz, peygamberlerimizi o açık delillerle gönderdik.] ayetinde mücmel kalan hususları açıklamaktadır. Burada da, yeminin tekrar edilmesi, konuya ziyadesiyle önem verildiğini göstermek içindir. (Ebüssuûd)
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً وَاِبْرٰه۪يمَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ [Yemin olsun, gerçekten Nûh'u ve İbrahim'i gönderdik ve soylarına peygamberlik ve kitap verdik.] onları peygamber kılmak onlara kitaplar indirmekle. Kitaptan yazı murad edilmiştir de denilmiştir.
"Onlardan” zürriyetten yahut ümmetlerden demektir ki, buna da اَرْسَلْنَا (gönderdik) kavli delalet etmektedir. فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ [kimi doğru yoldadır. Onlardan çoğu da fasıklardır doğru yoldan çıkanlardır.] Karşılık üslubunun değiştirilmesi onları daha çok kınamak ve çokluğun da sapıklıktan kaynaklandığını göstermek içindir. (Beyzâvî)
Burada bulunan وَ istinâfiyye (başlangıç), لَ lâm-ı muvattie (cümlede şart manasından önce bir kasem geçtiğini bildiren لَ ve قَدْ tahkik içindir. Yani "Celâlim hakkı için muhakkak biz gönderdik." demek gibidir. Bu kuvvetli tekidler وَ ‘ın delalet ettiği, takdir edilen bir sualin cevabı ve Resulullah (sav)'ın kitabın dışında bir de kuvvet ve kılıç ile cihada emredilmiş olarak gönderilme sebeplerinin izahı olan bu beyanı takviye etmek ve önemini bildirmek içindir. Takdir edilen bu sual, sözün gelişinden anlaşıldığına göre şöyledir: Açık mucizelerle Peygamberler gönderilip, beraberlerinde kitap ve mizan indirildikten sonra, insanların adaletle doğrulmaları için bunlar yeterli olmalı değil miydi? O halde bir demirin şiddetli gücü ile faydalarının elde edilmesi için gayret gösterme emri ve onunla uyarıcı yeni bir Resul'ün gönderilmesinin hikmeti nedir? İşte hem bunun gibi hatıra gelen suallere cevap, hem de surenin sonunu baş tarafına uygun sonuç cümleleri ile bağlamaya hazırlık olmak üzere buyuruluyor ki: Celâl ismine yemin ederim ki, hakikaten biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik zürriyetlerine de peygamberlik ve kitap verdik. Yani kendilerine peygamberlik verdiğimiz gibi zürriyetleri içinden de peygamberler çıkardık ve onlara kitaplar vahyettik. İbni Abbas'tan burada zikredilen kitabın, kalem ile yazı yazmak manasını ifade ettiğine dair bir rivayet vardır. Buna göre mana şöyledir: Daha önce vahyedilen kitaplar yalnız ezberlenip hafızalarda tutulmaktan ibaret iken, yazının icadıyla yazılmaya da başlanmıştır. Nitekim Tevrat, yazının icadından sonra indirilen kitaplardandır. Böyle iken içlerinden hidayeti kabul eden, doğru yolu tutanlar vardır. Bununla beraber çokları fasıktır, yani doğru yola gelmemiş, yahut doğru yoldan çıkmış; fıskı, adet haline getirmişlerdir. Demek ki yalnız kitap, insanların insaf ve doğruluğa tutunmaları için yeterli değildir. (Elmalılı)
Bu ayet önceki ayetteki لَقَدْ أرْسَلْنا رُسُلَنا بِالبَيِّناتِ cümlesine atfedilmiştir. Araplardan müşrikleri ve ebeveynlerinin yollarından sapan Yahudileri tescil etmek için detaylı olarak gelen bu açıklama, hususun umuma atfı yoluyla yapılmıştır. (Âşûr)
فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Cümle makabline matuftur. فَ harfi tefri’ içindir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
مِنْهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُهْتَدٍ muahhar mübtedadır. Bu kelime menkus isimlerdendir.
كَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ cümlesi وَ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَث۪يرٌ mübtedadır. مِنْهُمْ car mecruru كَث۪يرٌ ’un mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Müsned olan فَاسِقُونَ , ism-i fail vezninde gelerek durumun devam ve sübutuna işaret etmiştir.
Müsnedün ileyh olan كَث۪يرٌ kelimesinin nekre gelmesi tahkir ifade etmiştir.
Gerçi onlardan yani nesillerinden veya kendilerine peygamber gönderilenlerden demektir. Bu manaya ‘gönderme’ ve ‘gönderilen peygamber’ ifadeleri işaret etmektedir. Burada, insanların durumu detaylı olarak anlatılmaktadır; yani onların bir kısmı doğru yoldadır, bir kısmı fasıktır; ne var ki fâsıklar çoğunluğu oluşturmaktadır. (Keşşâf)
Beyzâvî, ayeti tefsir ederken mukabele sanatından vazgeçilmesinin inceliğini şöyle izah eder: “Mukabele metodundan vazgeçilmesi, zemmi (yermeyi) mübalağalı göstermek ve galebenin (çokluğun) dalalete ait olduğunu beyan etmek içindir.
Söz konusu ayette mukabele metodu uygulansaydı ibarenin فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ وَمِنْهُمْ ضالون (Onlardan kimi doğru yoldadır; kimi de sapkındır) şeklinde gelmesi gerekirdi. Fakat Yüce Allah onları mübalağalı bir şekilde yermek ve onların dalalette olduklarını ifade etmek için mukabeleden vazgeçmiş ve ضالون kelimesi yerine فَاسِقُ kelimesinin çoğulunu فَاسِقُونَ kullanmış, üstelik bu manayı kesret كَث۪يرٌ lafzı ile de güçlendirmiştir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
Buradaki فَاسِقُونَ kelimesinin manası ile ilgili iki görüş vardır:
1) O, kâfir olsun veya olmasın, büyük günah işleyen kimsedir. Çünkü bu kelime, hem kâfir hem kâfir olmayan için kullanılır. Kişi büyük günah işlediğinde fasıktır.
2) Bu فَاسِقُونَ /fasık ile kâfir kastedilir. Çünkü ayet-i kerime, Cenab-ı Hakk'ın burada, fasıkları hidayete erenlerin zıddı olarak zikrettiğine delalet eder. Buna göre burada kastedilen, "Onlar içinde, dini kabul edip hidayete erenler olduğu gibi, kabul etmeyerek hidayete ermemiş olanlar da var" manasıdır. Böyle olan bir kimsenin ise kâfir olduğu malumdur.
Bu görüş zayıftır. Çünkü asi olmuş olan müslüman hakkında bazan, إنه لم يهتد إلى وجه رشده ودينه (O, rüştü ve dininin doğru yolunu bulamadı.) denir. (Fahreddin er-Râzî)