En'âm Sûresi 48. Ayet

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ فَمَنْ اٰمَنَ وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ  ...

Biz peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا
2 نُرْسِلُ biz gönderimeyi ر س ل
3 الْمُرْسَلِينَ elçileri ر س ل
4 إِلَّا dışında
5 مُبَشِّرِينَ müjdeciler olmak ب ش ر
6 وَمُنْذِرِينَ ve uyarıcılar olmak ن ذ ر
7 فَمَنْ o halde kim
8 امَنَ inanır ا م ن
9 وَأَصْلَحَ ve uslanırsa ص ل ح
10 فَلَا yoktur
11 خَوْفٌ korku خ و ف
12 عَلَيْهِمْ onlara
13 وَلَا ve değildir
14 هُمْ onlar
15 يَحْزَنُونَ üzülecek de ح ز ن
 

Kuşkusuz bu din insanlığı akli olgunluğa hazırlıyordu. Yüce Allah’ın insana bağışladığı bu büyük cihazı, işaretleri varlık bütününün aşamalarından, hayatın değişik alanlarından ve yaratılışın sırlarından fışkıran gerçeğin kavranmasında eksiksiz bir şekilde kullanmaya alıştırıyordu. Nitekim Kur’an bu gerçeği ortaya çıkarmak, iyice belirginleştirmek ve insanın kavrayışını ona yöneltmek için gelmiştir.

Bütün bunlar, insanlığı gözle görülen maddi harikaların zorlaması karşısında boyunları büken, karşı çıkanları kabullenmeye zorlayan somut mucizeler evresinden insan anlayışını varlık bütünündeki ilahı sanatın güzelliklerini düşünmeye yöneltme aşamasına getirmeyi gerektiriyordu. Bu da bizzat bir harika, bir mucizedir. Ancak varlığın dayandığı ve temellerini yükselttiği sürekli bir mucize… Aynı zamanda insanın kavrayışına Allah katından gelen erişilmez kitapla hitap etmeyi gerektiriyordu. Bu kitap, ifade bakımından, metot açısından bir mucizedir. Eşsiz bir şekilde oluşturmaya çalıştığı hareket halindeki, organik toplumsal yapısında bir olağan-üstülük vardır. Bundan sonra hiçbir örnek onun düzeyine ulaşamaz.

İnsanın kavrama yeteneği bu tür bir değişime, bu boyutta bir ilerleme alışına ve insanlar ilahı direktiflerin, Kur’an’ı kontrolün ve peygamberi eğitimin ışığında beşeri kavrayışlarıyla varlık bütününün sayfalarını okumaya yönelene kadar bu iş uzun bir eğitim ve sürekli bir yönlendirmeyi gerektirmişti. Bu sayfaları okuma tarzı, bir anda gerçekleşen gaybi, realist ve yapıcı bir okuma tarzıdır. Bu tarz, bir kısım Yunan felsefesine ve hristiyan teolojisine egemen soyut zihinsel düşüncelerin yöntemlerinden farklı, bir de hem bu felsefelerin bir kısmında, hem de bazı Hind, Mısır, Budist ve Mecusi felsefelerinde yaygın somut ve maddi yöntemlerinden uzak, aynı zamanda cahiliye döneminin Arap inançlarına egemen basit ve somut metodun dışında bir tarzdır.

Bu eğitimin ve bu yönlendirmenin bir yönü peygamberin görevinin ve şu iki ayetin belirttiği şekliyle -nitekim surenin akışı içinde yeralan aşağıdaki bölümde de belirtilecektir- peygamberlikteki rolünün gerçek mahiyetinin açıklanmasında somutlaşmaktadır. Peygamber bir insandır. Allah onu müjdelemesi ve uyarıda bulunması için gönderir. O’nun görevi burada biter. Bundan sonra insanların karşılık vermesi gelir. Bu karşılık vermeyle birlikte yüce Allah takdir ve irade fonksiyonunu yerine getirir. İş insanların tavrına uygun verilen ilahi cezayla sonuçlânır. Kim inanır ve imanı somutlaştıran iyi davranışlarda bulunursa, gelecek için bir endişesi, geçmiş için de bir üzüntüsü söz konusu değildir. Çünkü geçmişi için bağışlanma ve işlediği iyilikler için sevap vardır. Aynı şekilde kim peygamberlerin getirdiği ve varlık safhalarında dikkat çektiği Allah’ın ayetlerini yalanlarsa, burada “fasıklıklarından ötürü” şeklinde ifade edilen kâfirliklerinden dolayı azaba çarpılırlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde şirk ve küfür genellikle zulüm ve fısk (yoldan çıkma) olarak ifade edilir.

 

Bir karmaşıklık, bir kapalılık söz konusu olmayan açık ve sade bir düşünce… Peygambere, görevine ve dindeki fonksiyonunun sınırına ilişkin sağlam bir açıklama… Yüce Allah’ı ilahlıkta ve ilahlığın özelliklerinden birleyen, her şeyi Allah’ın iradesine ve kaderine bağlayan, bundan sonra insana yöneliş ve yönelişin sorumluluğunu yüklenme özgürlüğü tanıyan, gayet net bir şekilde Allah’ın emirlerine itaat edenlerle isyan edenlerin sonlarını açıklayan ve cahiliye toplumlarında yaygın olduğu şekliyle peygamberin tabiatına ve işlevine ilişkin efsaneleri ve kapalı düşünceleri bertaraf eden bir düşünce… Böylece insanlık zihinsel felsefelerin ve nesiller boyu insanın kavrama yeteneğini boşu boşuna tüketen teolojik tartışmaların şaşkınlığına dalmaksızın akli olgunluk aşamasına geliyor.

PEYGAMBERİN MAHİYETİ

Okuyacağımız bölüm -surenin akışı içinde yeralan geçen bölümde kimi örneklerini sunduğumuz- mucize istemeleri münasebetiyle müşrikleri peygamberliğin gerçek mahiyeti ve peygamberin tabiatıyla karşı karşıya getirmenin devamı niteliğindedir. Hem Arap cahiliyesi hem de çevrelerindeki toplumlar bu düşüncelerle boşu boşuna oyalanıyorlardı. Bunların yüzünden risalet ve nübüvvetin vahiy ve peygamberin gerçek mahiyetini unutup, peygamberlik sihir ve kahinlikle, vahiy de cin ve cinnetle karıştırılmıştı. Böylece bu toplumlar efsane, kuruntu ve sapıklıkların girdabına dalmışlardı. İşte bu ders peygamberlikler ve peygamberler konusunda -tüm insanlık bazında- cahiliye düşüncelerinin düzeltilmesini ele alan geçen konunun devamı mahiyetindedir. Nitekim bu tür cahili düşüncelerin etkisiyle gaibten haber vermesi, olağan-üstü şeyler meydana getirmesi ve cinlerle ilişkisi bulunan kimselerin ve sihirbazların alışılagelen numaraları yapması istenirdi peygamberden. Sonra gerçeği batılın üzerine vurmak, batılı paramparça edip yok etmek, insanları imanî düşünceye, onun açıklığına, sadeliğine, doğruluğuna, realistliğine döndürmek, peygamberlik ve peygamberin görüntüsünü tüm cahiliye toplumlarında yaygınlık kazanan hurafelerden, efsanelerden, kuruntu ve saplantılardan kurtarmak için İslâm inancı gelmiştir. Aralarındaki inanç ve doktrin farklılığına rağmen Arap müşriklerine en yakın cahiliye toplumları yahudi ve hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitap idi. Bunlar peygamberlik ve peygamberin görünümünü en kötü bir şekilde çirkinleştirmede ortak tavır içindeydiler.

Peygamberlik ve peygamberin gerçek durumu açıklandıktan, bunlar nübüvvet ve nebi olgularının görünümünü bulandıran, asılsız kuruntu ve saplantılardan arındırılmış bir şekilde insanların dikkatlerine sunulduktan sonra Kur’an-ı Kerim kendi tabiatının dışında kalan tüm aldatmacalardan ve kendi gerçeğine sonradan iliştirilmiş her türlü süsten soyutlanmış inanç sistemini sunmaktadır. Buna göre Kur’an’ı insanların ilgisine sunan peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir insandır. Allah’ın hazinelerine sahip değildir. Gaybi bilemediği gibi “Ben bir meleğim” de demez. O söylediklerini ve hareket tarzını Rabbinden edinir. Rabbinin kendisine vahyettiğinin dışında herhangi bir şeye uyamaz. O’nun çağrısını benimsemezler, Allah katında insanların en üstünüdürler. Peygamber de onların hak yolunda kalıcı olmalarını sağlamak, onları yönlendirmek ve yüce Allah’ın onlara yönelik olarak üzerine aldığı rahmet ve bağışlamayı duyurmak zorundadır. Aynı şekilde ahiret korkusuyla gönülleri titreyenleri takva derecesine ulaştırmak için gerekli uyarıyı yapmak da peygamberin görevidir. Görevi bu iki hususta sınırlıdır. Nitekim gerçek konumu da “insan olma” ve “vahiy” olmakla sınırlıdır. Bu şekilde peygamberin düşüncelerde yer eden görevi ve gerçek konumu bütünüyle düzeltilmiş oluyor. Sonra, bu düzeltme ve uyarı sayesinde, yol ayırımında suçluların yolu iyice belli olmuş, hak ve batıl açığa kavuşmuş, peygamberin tabiatı ve peygamberliğin gerçek mahiyeti etrafındaki kapalılık ve vehim giderilmiş oluyor. Hidayet ve sapıklığın çevresindeki kapalılık giderildiği, mü’minlerle mü’min olmayanlar arasındaki ayrılık son derece aydınlık bir ortamda ve katışıksız bir inançla tamamlandığı gibi.

Bu gerçeklere ilişkin olarak yapılan açıklama sırasında ayetlerin akışı ilahlık gerçeğinin bir yönünü, gerek peygamberin, gerekse -itaat edeni ve isyan edeniyle- tüm insanların bu gerçekle ilgisini gözler önüne sermekte, hem hidayet hem de bu gerçekten sapmanın tabiatından söz etmektedir. Buna göre bu gerçeğe ilişkin olarak doğru yolda olmak basirettir. Ondan sapmak ise körlüktür. Yüce Allah, tevbe ettikleri, bundan sonra da doğru yolda hareket ettikleri zaman kullarına yönelik olarak tevbede somutlaşan rahmeti ve bilmeden işledikleri günahları bağışlamayı üzerine almıştır. Yüce Allah suçluların yolunun belli olmasını dilemektedir. Bundan sonra inanan bir kanıta dayanarak inansın, sapıtan da bir kanıta dayanarak sapıtsın. İnsanlar asılsız hurafelerin ve sanıların baskısından uzak bir açıklıkla konumlarını belirlesinler…

 

Fizilal-il Kuran/Seyyid Kutub  

 

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ 

 

Fiil cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  نُرْسِلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ’dur.

الْمُرْسَل۪ينَ  mef’ûlun bih olup nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

اِلَّا  hasr edatıdır.  مُبَشِّر۪ينَ  hal olup nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

مُنْذِر۪ينَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  مُبَشِّر۪ينَ ’ye matuftur.

الْمُرْسَل۪ينَ -  مُبَشِّر۪ينَ kelimeleri sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûludur.

İsm-i mef’ûl; kendisine iş yapılanı bildiren, failden etkilenen isimdir. Türkçedeki edilgen sıfat-fiil karşılığıdır. Nasıl ism-i fail malum muzari fiil gibi kullanılıyorsa, ism-i mef’ûl de mazi meçhul gibi tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مُبَشِّر۪ينَ ;مُنْذِر۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


فَمَنْ اٰمَنَ وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

 

فَ  atıf harfidir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. Şart fiili  اٰمَنَ  olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Aynı zamanda mübtedanın haberidir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

اَصْلَحَ  fiili atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  خَوْفٌ  mübteda olup lafzen merfûdur.

عَلَيْهِمْ  car mecruru, mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.

وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ  cümlesi atıf harfi  وَ  ile öncesine atfedilmiştir.

لَا  zaiddir. Nefy harfinin tekrarı, olumsuzluğu tekid içindir. Munfasıl zamir  هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.

يَحْزَنُونَ  fiili haber olarak mahallen merfûdur.  يَحْزَنُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

 

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ 

 

وَ  istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Fiilin meçhul bina edilmesi mef’ûle dikkat çekmek içindir.

İrsal etmek/göndermek fiilinin,  نُرْسِلُ  [göndeririz] şeklinde muzari/geniş zaman kipi ile gelişi, bunun geçmişten Peygamberimize (s.a.) kadar devam edegelen ilâhî bir adet olduğunu göstermesi bakımından son derece dikkate şayandır. خَوْفٌ (korku) kelimesinin önce zikredilmesi ise makamın gereğidir. (Ebüssuûd)

İzafî kasrdır. Teklif ettikleri gibi onlara bir ayet getirmediği için Hz. Muhammed Allah’ın elçisi değildir, iddiasında bulunanlara bir reddiyedir. Kasr-ı kalptir. Yani resul harikulade şeyler getirerek hayranlık uyandırmak için gönderilmemiştir. Bu mana tebliğdeki tebşir ve inzar ile kinaye olarak ifade edilmiştir. Çünkü tebliğ, terğib (teşvik) ve terhib (korkutma) olan iki durumu gerektirir. Bu kinaye veciz bir şekilde gelmiştir. Çünkü lâzımın zikri ile yetinilmiştir. (Âşûr)

Cümle nefy harfi  مَا  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşmuş kasrla tekid edilmiştir. Kasr, faille hali arasındadır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

نُرْسِلُ - الْمُرْسَل۪ينَ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

مُبَشِّر۪ينَ - مُنْذِر۪ينَۚ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

Gönderilenlerin görevinin uyarıcı ve müjdeleyici olmak şeklinde açıklanması taksim sanatıdır.


 فَمَنْ اٰمَنَ وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

 

İkinci cümle istînâfa  فَ  ile atfedilmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  اٰمَنَ وَاَصْلَحَ  cümlesi  مَنْ’in haberidir. Cevap  cümlesinin haber olması da caizdir.

فَ  karinesiyle gelen, menfi isim cümlesi formunda, faide-i haber talebî kelam olan    nefy sıygasıyla gelmiş  فَلَا خَوۡفٌ عَلَیۡهِمۡ, şartın cevabıdır. 

Müsnedün ileyh olan  خَوْفٌ ’daki tenvin, nev ve kıllet içindir. Yani “hiçbir korku” demektir. Bilindiği gibi nefy siyakta nekre, umum ifade eder.

Car mecrurun müteallakı olan haberin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

وَ’la öncesine atfedilen وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ  cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Haber, muzari fiil gelerek teceddüt ve istimrar ifadesiyle birlikte hükmü takviye etmiş, müsnedün ileyhin nefy harfinden sonra gelmesi, cümlede fasıl zamiri kullanılması da tahsis ifade etmiştir. Böylece Allah Teâlâ, onların mahzun olmayacaklarını çok kesin bir şekilde bildirmiştir.

Burada ayrıca ولاهم يحزنون cümlesinde, هم munfasıl zamirinin kullanılışında kasr vardır. Sadece “Allah’ın hidayetine tabi olanların mahzun olmayacaklarını, başkalarının değil” manasını vermektedir. Muzari fiilin başına nefy harfinin dahil olması ile de devam ve istimrar manası kazanmıştır. (Min Garîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Ruveyni)

خَوْفٌ - يَحْزَنُونَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.

خوف ve حزن arasındaki fark; خوف, insanın, gelecekte olacak (henüz meydana gelmemiş) bir işten dolayı kederlendirmesi, حزن ise geçmişte bir şeyi kaçırmasından dolayı kederlenmesidir. Burada ayrıca خوف kelimesinin önce حزن kelimesinin sonra zikredilmesinde bir incelik vardır. Şöyle ki gelecekte meydana gelecek bir şeylerden korkmak, geçmişte olmuş olanlarınkinden daha şiddetlidir. Bu nedenle خوف, önce zikredilmiştir. Yine burada خوف  ve حزن  kelimelerinde kinaye vardır. خوف, günahlardan dolayı cezalandırılmayacaklar, حزن de sevaplarından da mahrum bırakılmayacaklar manasında kinaye yapılmıştır. Ayrıca sonrasında gelen والذين كفرو ا و كذبوا  باياتنا اولئك اصحاب النار هم غيها خالدون ayetiyle de mukabele sanatı oluşmuştur. Böylelikle muttakilere verilen karşılık ile sonrasında kâfirlere verilecek ceza da zikredilerek aralarındaki fark tamamen beliğ bir şekilde beyan edilmiştir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Ebüssuûd)