وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَمَّا | ve ne zaman ki |
|
2 | سَكَتَ | dinince |
|
3 | عَنْ |
|
|
4 | مُوسَى | Musa’nın |
|
5 | الْغَضَبُ | öfkesi |
|
6 | أَخَذَ | aldı |
|
7 | الْأَلْوَاحَ | levhaları |
|
8 | وَفِي | ve vardı |
|
9 | نُسْخَتِهَا | onlardaki yazıda |
|
10 | هُدًى | yol gösterme |
|
11 | وَرَحْمَةٌ | ve rahmet |
|
12 | لِلَّذِينَ | için |
|
13 | هُمْ | onlar |
|
14 | لِرَبِّهِمْ | Rablerinden |
|
15 | يَرْهَبُونَ | korkanlar |
|
Nüsha kelimesi, “bir asıl metinden çıkarılan kopya, o metnin yeniden yazılmış şekli” anlamına gelir. İkisine birden kopya denildiği de olur. Bu sebeple ilgili kısmı, “bu tekrar yazılmış metinlerde” diye çevirmeyi uygun bulduk. Bu nüsha kelimesini dikkate alan müfessirler, Mûsâ’ya vahyin taş levhalar üzerine yazılmış olarak geldiğini, Mûsâ’nın yere atmasıyla bu levhalar kırıldığı için yeni bir nüshasının yazılmış olabileceğini düşünmüşlerdir. Tevrat’ın verdiği bilgiler de bu yöndedir (Tesniye, 9/10-11, 10/1-5). Bu levhalarda, yüce Allah’ın, kendisinden korkanlara, yani O’na iman edip buyruklarıyla amel edenlere, hidayet ve rahmetini kazanmaları için gönderdiği hükümler vardı. Buradaki “hidayet” (hüden) ve “rahmet” kelimeleri, bir ilâhî kitabın ve onunla ortaya konan dinin bütün işlevlerini özetler mahiyettedir. Zira hidayet ancak sahih iman ve sâlih amellerle gerçekleşir; bu da insanların, fert ve toplum olarak rahmete yani yüce Allah’ın hidayet üzere yaşayanlara bahşedeceği engin sevgisinin eseri olarak, dünya ve âhiret hayatında huzurlu ve mutlu olmaya götürür.
Âyette, öfkenin insanlara doğru olmayan işler yaptırdığına dolaylı bir işaret vardır. Nitekim Mûsâ’nın öfke sebebiyle Tevrat levhalarını yere atması, bilinçsizce yapılmış yanlış bir iş olduğu için, öfkesi yatışınca bunun farkına vararak yerdeki levhaları tekrar eline almış ve af dilemiştir.
Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 597-598
وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ
وَ istînâfiyyedir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
لَمَّا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
a. (لَمَّا) muzari fiilden önce gelirse, muzari fiili cezmeden harf olur.
b. (لَمَّا)’ya aynı zamanda cezmetmeyen şart edatı da denir.
c. Bazen mana bakımından cevap olan cümleden sonra da gelebilir.
d. Sükun üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَكَتَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
سَكَتَ fetha üzere mebni mazi fiildir. عَنْ مُوسَى car mecruru سَكَتَ fiiline müteallıktır. مُوسٰٓى elif üzere mukadder fetha ile mecrur olup gayri munsarif olduğu için esre almamıştır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُوسٰٓى maksûr bir isimdir. Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْغَضَبُ fail olup lafzen merfûdur.
Şartın cevabı اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ’dır. اَخَذَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
الْاَلْوَاحَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
وَ haliyyedir. ف۪ي نُسْخَتِهَا car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
هُدًى muahhar mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. رَحْمَةٌ kelimesi atıf harfi وَ ’la هُدًى ‘e matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, لِ harf-i ceriyle birlikte هُدًى وَرَحْمَةٌ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. لِ takviye için zaiddir. رَبِّهِمْ lafzen mecrur, يَرْهَبُونَ fiilinin mukaddem mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
يَرْهَبُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzafun ileyh olan şart cümlesi سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ, müsbet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ, faide-i haber ibtidaî kelam olan müspet mazi fiil cümlesidir.
سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ ibaresinde istiare-i mekniyye vardır. Aslında gazap susmaz. Bu bir meseldir. Sanki kuşandığı öfke, onu yaptıklarına teşvik eder, ayartır, kışkırtır ve ona “kavmine şöyle şöyle de, levhaları yere at, kardeşinin perçeminden tutup kendine çek” demektedir. (Kur’an’daki Deyimler ve Zemahşeri’nin Keşşâf’ı, s. 197) Sâbûnî de öfkenin; kükreyen, köpüren, intikam emreden sesiyle haykıran bir adama benzetildiğini, bu sesin daha sonra sakinleşip kesildiğini söylemiştir.
Burada الْغَضَبُ kelimesinin müstear olduğu düşünülebilir. Müstear leh (benzeyen) gazap, müstear minh canlı olmaktır. Gazap, canlılara benzetilerek hareket eden, istediğini yapan bir canlıya benzetilmiştir. Gazap kelimesi masdardır, istiare de asliyyedir. Müstear minh mahzuf olduğu için mekniyyedir.
Burada gazabın sona ermesi sükuta benzetilmiştir. Câmi’ her iki tarafta da ortak olan kaybolma manasıdır. Müstear lafız fiil olduğu için tebeiyye olmuştur. Ayrıca bu kelime müstear minh olduğu için tasrîhiyyedir.
Bazı alimler bunu temsîli istiare kabul etmişlerdir. Musa’nın (a.s.) bazen kışkırtan sonra da sakinleşen gazap halini, başkasını kışkırtan sonra da susan kişinin haline benzeterek temsîli istiare düşünülmüştür. Ama daha önce zikredildiği gibi ayetin meknî istiare olması daha evladır. Bazıları burada tebe-i istiare olduğunu söyler. Sükut, sükun için müstear olmuştur. Ondan da fiil türetilmiştir. Bazıları burada kalb olduğunu söyler. Bu durumda ayetin aslı şöyledir: وَلَمَّا سَكَتَ مُوسَى عَنْ الْغَضَبُ (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyan İlmi)
Âşûr da buradaki gibi ya istiare-i mekniye olduğunu veya temsîli istiare olduğunu söyleyerek iki görüş beyan etmiştir.
Cenab-ı Hakk’ın سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ “Musa’dan o öfke uzaklaşıp, sustu.” ifadesi ile ilgili, birkaç görüş bulunmaktadır:
1. Bu, istiare (mecaz) üslubu ile söylenmiş bir sözdür. Sanki gazap Hz. Musa’yı o şeye teşvik ediyor ve ona, “Kavmine şöyle şöyle de! Levhaları at ve kardeşinin başından tutup onu sürükle!” diyordu. Ama kızgınlık kaybolunca da sanki susmuş gibi oldu.
2. İkrime’ye göre bunun manası, “Öfkeden Musa, uzaklaştı.” şeklinde olup ifadede bir kalb (yani bir takdim-tehir) yapılmıştır. Nitekim Araplar, اَدْخُلْتُ الْقَلَنْسُوَةَ رَأْسِى “Başımı külaha soktum.” manasında, “Külahı başıma geçirdim.” derler.
3. Buradaki sükuttan (susmadan) maksat, sükuna ermek ve kaybolmaktır. Buna göre سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ tabiri yerinde olur ama (buradaki سَكَتَ fiili yerine) صَمَتَ (sustu) fiili kullanılmaz. Çünkü سَكَتَ fiili, (aynı zamanda) “sükun buldu, sona erdi” manasındadır. صَمَتَ fiili ise “konuşmayı kesti, sustu” manasındadır ve bu gazap için kullanılamaz. (Fahreddin er-Râzî)
Ayetin zahiri, Hz. Musa’nın (a.s.), kardeşi Harun’un herhangi bir kusur ve hatasının olmadığını anlayıp dolayısıyla onun mazeretinin geçerli olduğunu görünce kızgınlık ve gazabının sükuna erdiğine delalet etmektedir. Bu, Musa’nın (a.s.), “Ya Rabbi, beni de kardeşimi de bağışla!” diye dua ettiği vakittir. Böylece o, ona kızgınlığının yok olduğuna dikkat çekmek için kardeşi için de dua etmiştir. Çünkü bu, onun daha önce yapmış olduğu iki işte olduğu gibi kızgınlığının emarelerinin ilki idi. Bundan dolayı o, daha önce yaptığı o iki işin zıddı olan fiilleri, kızgınlığının sükunete erdiğine bir alamet gibi kılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)
الْاَلْوَاحَۚ kelimesindeki tarif ahd içindir. (Âşûr)
Hal vav’ıyla gelen وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ي نُسْخَتِهَا mahzuf mukaddem habere müteallıktır. هُدًى وَرَحْمَةٌ muahhar mübtedadır. Ayeteki هُدًى وَرَحْمَةٌ ifadesi, “O, sapıklıktan kurtaran bir hidayet rehberi ve azaptan kurtaran bir rahmet.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
Cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin nekre gelişi özel bir nev olduğunu belirtmenin yanında tazim ifade eder.
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl هُدًى وَرَحْمَةٌ ,لِلَّذ۪ينَ’a müteallıktır. Sılası هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ , isim cümlesi formunda gelerek sübuta işaret etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil, tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
يَرْهَبُونَ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
لِرَبِّهِمْ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan هِمْ zamiri şan ve şeref kazanmıştır. Bu izafete dahil olan لِ, zaid harftir. Anlamı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Ta’lil için olduğu da söylenmiştir.
لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ sözündeki لِ harfi mef’ûle dahil olmuş lam-ı takviyedir. Amilinden uzaklaştığı, amilin etkisi zayıfladığı için gelmiştir. (Âşûr)
Ayetteki لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ “Rabblerinden korkan kimseler için” ifadesinde Cenab-ı Hakk, Rabblerinden korkanları kastetmiştir. Buna göre eğer, “elamın takdiri لِلَّذ۪ينَ يَرْهَبُونَ رَبِّهِمْ şeklindedir. Dolayısıyla ayetteki لِرَبِّهِمْ kelimesindeki lâm harf-i cerinin faydası nedir?” denilirse: Bu birkaç şekilde izah edilebilir:
a. Fiilin, mef'ûlünden sonraya bırakılması, mef'ûle bir zayıflık vermektedir. İşte bundan dolayı, mef’ûlü güçlendirmek için başına bir lâm harf-i ceri getirilmiştir. Bunun bir benzeri de şu ayettir: لِلرَّؤُيَا تَعْبُرُونَ “Rüya tabir ediyorsunuz…” (Yusuf Suresi, 43)
b. Bu lâm, “sırf, sadece” manalarına gelen, lam-ul-eclidir. Buna göre ifadenin manası, “Riya ve desinler için değil, sırf ve sadece Rablerinden korkanlar için…” şeklinde olur.
c. Her ne kadar fiil müteaddi olsa da bazen mef’ûlünün başına harf-i cer getirilir. Bu tıpkı senin, قَرَأْتُ السُّورَةَ ve قَرَأْتُ فِى السُّورَةَ (sureyi okudum) demen gibidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, bir yerde, اَوَلَا يَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ “Allah’ın (şöyle şöyle olduğunu) bilmiyorlar mı?” (Bakara Suresi, 77) buyururken bir başka yerde de (harf-i cerli olarak) اَلَمْ يَعْلَمْ بِاَنَّ اللّٰهَ يَرٰىؕ “Allah’ın gördüğünü o bilmiyor mu? (Alak Suresi, 14) buyurulmuştur. Buna göre لِرَبِّهِمْ 'deki lâm, رَدِفَ لَكُمْ “O (azap) hemen peşinizde (gelmek üzere)” (Neml Suresi, 72) ifadesinde olduğu gibi sıladır ve tekid için gelmiştir. Bu açıklamanın bir benzerini وَلَا تُؤْمِنُٓوا اِلَّا لِمَنْ تَبِعَ د۪ينَكُمْۜ (Âl-i İmran Suresi, 73) ayetinde zikretmiştik. (Fahreddin er-Râzî)
هُدًى - رَحْمَةٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Her ikisi de nekre gelerek kesret ve tazim ifade etmiştir.
الْاَلْوَاحَۚ - نُسْخَتِهَا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
“Susmak” anlamına olan sükut” deyimi ile ifade olunmasında çok güzel ve zarif bir istiare vardır ki o da şöyle bir tasvir ifade eder: Gazap denilen öfke sanki Musa’nın üzerinde hükmeden bir amire benziyordu ve ağzını açmış Musa'yı durmadan şiddete sarılmaya teşvik ediyordu: Kavmine şöyle de, böyle söyle, şunu yap, bunu kes, levhaları bırak, kardeşini başından tut çek vs... diye emirler veriyordu, Harun’un yumuşak başlılığı, ihlas ve samimiyeti ve tatlı dili üzerine o gazap susuverdi ve o vakit Musa bıraktığı levhaları tekrar eline aldı ki aldığı levhaların nüshasında, yazısında bir hüda yani bir hidayet ve hakkın beyanı, bir rahmet, hayır ve olgunluğa irşad eden bir nimet vardı. Fakat bu herkese değil, Rabbleri için yüreklerinde korku taşıyanlara, yani Allah için günahlardan korkup sakınanlara mahsus bir hidayet ve rahmet vardı. (Elmalılı)