وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّـذ۪ٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَاتْلُ | ve oku |
|
2 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
3 | نَبَأَ | haberini |
|
4 | الَّذِي | ki |
|
5 | اتَيْنَاهُ | kendisine verdik |
|
6 | ايَاتِنَا | ayetlerimizi |
|
7 | فَانْسَلَخَ | sıyrıldı, çıktı |
|
8 | مِنْهَا | onlardan |
|
9 | فَأَتْبَعَهُ | onu peşine taktı |
|
10 | الشَّيْطَانُ | şeytan |
|
11 | فَكَانَ | böylece oldu |
|
12 | مِنَ | -dan |
|
13 | الْغَاوِينَ | azgınlar- |
|
Kendisine deliller (âyetler) verildiği bildirilen kişinin kim olduğu hususunda değişik yorumlar vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu kişi İsrâiloğulları’ndan Bâûrâ (veya Eber) oğlu Bel‘am’dır; buna göre âyetin asıl muhatabı da yahudilerdir. Bu kişinin adı Tevrat’ta Beor’un oğlu Bal‘am olarak geçmektedir. Onun kâhin (Yeşu, 13/22) veya peygamber olduğu (Petrus’un İkinci Mektubu, 2/15) yönünde farklı bilgiler vardır. Kitâb-ı Mukaddes’te onun Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları karşısındaki tutumu hakkında da çelişik bilgiler yer almaktadır. Tevrat’taki bir kıssaya göre Hz. Mûsâ’nın ve İsrâiloğulları’nın çölde Ken‘ân diyarına doğru ilerlemesinden kaygılanan Moab kralının ısrarlı talebine rağmen, Tanrı katında dilekleri geri çevrilmeyen Bel‘am, İsrâiloğulları aleyhinde dilekte bulunmayıp aksine onları mübarek kılar (Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-249). Fakat Kitâb-ı Mukaddes’te Bel‘am, İsrâiloğulları’na düşman olarak da tasvir edilir. Nitekim İsrâiloğulları’nın Midyan kadınlarıyla zina etmeleri onun bir tuzağı olarak gösterilir (Sayılar, 31/16; Vahiy, 2/14).
Başta Taberî’nin Câmiu’l-beyân’ı olmak üzere eski tefsirlerde bu âyet yorumlanırken Bel‘am hakkındaki rivayetlere geniş yer verilmektedir.Bu rivayetlerin birinde Hz. Mûsâ’nın, bir ordu ile zorba bir kavmin üzerine gittiği, durumdan kaygılanan bu kavmin, aslında iyi bir kişi olan Bel‘am’dan yardım istedikleri, onun başlangıçta bu isteği reddettiği, fakat bazı hediyelerle kandırıldığı; bunun üzerine kendisinden yardım isteyenlere, Mûsâ’nın askerlerine tuzak olarak kadınlarını süsleyip onlarla zina ettirmelerini öğütlediği, İsrâiloğulları’nın bu tuzağa düşmeleri üzerine Allah tarafından bir ceza olarak baş gösteren bir veba salgınında 70.000 kişinin öldüğü bildirilir. Başka rivayetlerde de başlangıçta sâlih bir kul veya bir peygamber olan Bel‘am’ın ism-i a‘zamı okuyarak Hz. Mûsâ’ya beddua ettiğinden ve bu suretle yoldan çıktığından söz edilmektedir (bk. Taberî, IX, 119-126; Kurtubî, VII, 319-321. İsm-i a‘zam “Allah’ın en büyük ismi” demektir. Bunun hangi isim veya isimler olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Bazı hadislerde Allah, rahmân, rahîm, el-hayyü’l-kayyûm veya zü’l-celâli ve’l-ikrâm, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ismi olarak gösterilmekte, bu isimle yapılan duanın mutlaka kabul edileceği belirtilmektedir; Tirmizî, “Da‘avât”, 65; Ebû Dâvûd, “Salât”, 358).
Âyette işaret edilen söz konusu kişinin kimliği hususunda daha farklı görüşler de vardır (Râzî, XV, 54; Şevkânî, II, 303). Bir görüşe göre bu kişi, Câhiliye döneminin tanınmış şair ve hakîmlerinden Ümeyye b. Ebü’sSalt’tır. Ümeyye kutsal kitapları okumakta, yeni bir peygamberin geleceğini bilmekte, fakat o peygamberliği kendisi için beklemekteydi. Muhammed aleyhisselâm peygamber olunca onu kıskanmış ve inkâr etmiştir. Hz. Peygamber bu kişi hakkında, “Şiiri iman etti, kalbi inkâr etti” demişlerdir (Râzî, XV, 54; İbn Kuteybe, eş-Şi‘ru-ve’ş-Şuarâ’, Leiden 1902, s. 279).
Söz konusu kişiye verildiği bildirilen “âyetler”le peygamberliğin veya ism-i a‘zamın kastedildiği belirtilmektedir (bk. Taberî, IX, 122-123). Ancak Râzî, bunun peygamberlik anlamına gelmesinin uzak bir ihtimal olduğunu ifade ederek, Allah’ın lâyık olmayan birine peygamberlik vermeyeceğine işaret eden âyeti (En‘âm 6/124) hatırlatır (XV, 54). Taberî de haklı olarak buradaki “âyetler”i Allah’ın varlığına ve birliğine dair “delil ve işaretler” şeklinde anlamanın daha doğru olacağını; ayrıca söz konusu kişinin kim olduğu hakkında âyette bilgi verilmediğini, bunun Bel‘am veya Ümeyye olabileceğini, fakat bu hususta Allah’ın bildirdikleriyle yetinip âyetin zâhirine inanmanın yeterli olduğunu belirtmekte(IX, 123), dolayısıyla yukarıdaki rivayetlerin kesinlik taşımadığına işaret etmektedir.
Bizim için bu kişinin kim olduğu değil, tutum ve davranışı önem taşımaktadır. Buna göre Allah bir kişiye kendi varlık ve birliğinin kanıtlarını bildirmiş, yahut –172. âyette bildirildiği şekilde– onun fıtratına kendi rubûbiyyetini anlayıp kavrama yeteneğini yerleştirmiş; fakat daha sonra o kişi fıtratındaki inanma yeteneğinden sıyrılıp kopmuş; delilleri bir kenara bırakmış, inanmaktan vazgeçmiştir. Böylece şeytan onu peşine takmış, onu da kâfirlere ve azgınlara katmıştır (Râzî, XV, 55).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 626-628
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّـذ۪ٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ
وَ istînâfiyyedir. اتْلُ illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ’dir.
عَلَيْهِمْ car mecruru اتْلُ fiiline müteallıktır. نَبَاَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّـذ۪ٓي , muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰتَيْنَاهُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰتَيْنَاهُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نا fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اٰيَاتِنَا ikinci mef’ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. انْسَلَخَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
مِنْهَا car mecruru انْسَلَخَ fiiline müteallıktır.
فَ atıf harfidir. اَتْبَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
الشَّيْطَانُ fail olup lafzen merfûdur.
فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ
فَ atıf harfidir. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi müstetir olup takdiri هو ‘dir. مِنَ الْغَاو۪ينَ car mecruru كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
الْغَاو۪ينَ ‘nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْغَاو۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan غوي fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
انْسَلَخَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İnfiâl babındadır. Sülâsîsi سلخ ‘dir.
Bu bab fiile mutavaat, mücerred yapıdaki asıl anlamıyla kullanılması gibi anlamlar katar.
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّـذ۪ٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ
وَ istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Muzâfun ileyh konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ‘nin sılası اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
Onların okuma fiili ile alakası, ümmîliğin ağır bastığı bir kavim olmaları dolayısıyla Allah Teâlâ’nın onları ehli kitapla aynı seviyeye getirecek bir tebliğ istemesidir. عَلَيْ harf-i ceriyle mecrur olan هِمْ zamiri siyakından belli olduğu üzere müşriklere aittir. Kur’an’da cemi gaib zamiri ile çoğunlukla müşrikler kastedilmiştir. عَمَّ يَتَساءَلُونَ sözünde olduğu gibi. (Âşûr)
اٰيَاتِنَا izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan اٰيَاتِ , şan ve şeref kazanmıştır.
Aynı üsluptaki فَانْسَلَخَ مِنْهَا cümlesi sıla cümlesine فَ ile atfedilmiştir.
الإيتاءُ lafzı burada, وآتاهُ اللَّهُ العِلْمِ والحِكْمَةَ sözü gibi bilgi ve ilmin kolaylığı manasında istiare edilmiştir. (Âşûr)
اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا Burada altı çizili terkipler arasında zıt yönde oluşan mana sebebiyle müzâvece vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
فَانْسَلَخَ مِنْهَا : Bu ifadede meknî istiare vardır. Müşebbeh var, müşebbehün bih yoktur. Koyunun derisinin soyulduğu gibi o da ayetlerden tamamen soyulup çıktı demektir. Ayetlerden çıkışın soyulma kelimesi ile ifade edilmesi, daha önce ayetlerle arasında tam bir birlik varken daha sonra tamamen birbirinden ayrıldıklarını gösterir.(Ebüssuûd)
انْسَلَخَ hakikatte hayvan bedeninin derisinden soyulmasıdır. السَّلْخُ , ölen hayvanın gövdesinden derinin kaldırılmasıdır. Ayette manevi ayrılma için istiare edilmiştir. Bir şeye bürünmeyi terk etmek veya onunla amel etmemektir. Ayetlerdeki انْسَلَخَ’ nın manası, yapılması gereken amelin terkidir. Çünkü ayetler cahiliye dininin bozukluğunu haber vermiştir. (Âşûr)
Allah’ın ayetleri kendisine ulaştıktan ve hidayete erdikten sonra bu hali terk eden kâfirin hali, eşsiz bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu terk ediş, şeytanın kendisine musallat olmasına ve şeytana tâbi olmasına, sonunda da şeytanın onu doğru yoldan saptırmasına sebep olmuştur. Bu şekilde, yani küfür ve dalalet içinde yaşamak, şakî ve susamış bir halde yaşamaktır. Başka bir deyişle; darlık ve mahrumiyet içinde yaşamak demektir. Hiç bir şeyle doymaz, hiç bir şeyle susuzluğunu gideremez, hiç bir şekilde mutlu olamaz. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Yine aynı üsluptaki فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ cümlesi, فَانْسَلَخَ مِنْهَا cümlesine فَ ile atfedilmiştir.
Ayet-i kerimedeki ifade iki şekilde anlaşılabilir: Şeytan onu peşine taktı/Şeytan onun peşine takıldı. Şeytan onun peşine takıldı ise şeytandan daha kötü oldu, demektir.(Ebüssuûd)
فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ
فَ ile فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ cümlesine atfedilmiş isim cümlesidir. كَانَ ’nin dahil olduğu cümlede, îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ الْغَاو۪ينَ ’nin amili olan haber كَانَ mahzuftur.
وَاتْلُ - اٰتَيْنَاهُ - اٰيَاتِنَا kelimeleri arasında cinas-ı nakıs vardır.
الْغَاو۪ينَ - الشَّيْطَانُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ehl-i Me'ânî şöyle demiştir: "Bu ayetin maksadı, hidayet üzere iken, hidayetten çıkıp, dalalete, nefsinin arzularına ve körlüğe giden; dünyaya meyleden, böylece de şeytanın oyuncağı olan kimselerin varacakları son yerin uçurum olup, oraya yuvarlanacağını; hem ahirette hem de dünyada hüsrana (zarara) uğrayacağını anlatmaktır. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bu kıssayı, insanları böyle bir hale düşmekten sakındırmak için zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)