فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ
İlk âyetin başındaki “lâ” edatı hakkında Kıyâmet sûresinde bilgi verilmişti (bk. 75/1). 16. âyette geçen “şafak” kelimesi, müfessirlere göre güneş battıktan sonra ufukta görünen kırmızılığı ifade eder (Zemahşerî, IV, 237; Kurtubî, XIX, 274-275). İlk tefsir âlimlerinden Mücâhid’e göre şafak, “gündüz” anlamına gelir. İkrime’ye göre ise “gündüzün son kısmı” demektir (bk. Taberî, XXX, 76). “Gündüzün sona ermesiyle gecenin başlaması arasında yer alan ve ufuktaki kırmızılık veya beyazlık” olarak tanımlanan şafak vakti, kısalık ve geçicilik özelliğiyle telâş vakti olması bakımından insanın kısa ve telâşla geçen ömrüne benzemekte, âyetteki yeminle buna dikkat çekilmektedir.
Şafak vaktinin belirlenmesi, akşam namazı vaktinin çıkması ve yatsı namazı vaktinin girmesi bakımından da önem taşımaktadır. “Şafak, ufuktaki kırmızılıktır” diyen fukahanın çoğunluğuna göre beyazlık gelince akşam namazının vakti çıkar. Ebû Hanîfe ve Evzâî gibi “Şafak beyazlıktır” diyenlere göre ise akşamın vakti ufkun kararmasına kadar devam eder (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1910-1911; Cessâs, III, 472).
17. âyetteki “gecenin topladığı” ifadesi, karanlık gökteki görüntü, gecenin imkân verdiği iyi ve kötü davranışlar, olaylar dahil her şeyi içine almaktadır. 18. âyette “dolunay şeklini aldı” diye çevrilen itteseka fiili de veseka ile aynı kökten olup ayın, ilerleyerek dolunay haline geldiği şeklini ifade etmektedir (bk. Elmalılı, VIII, 5679). Şafak, gece ve dolunay; bunların üçü de aydınlıkla karanlığın bir arada bulunduğu zamanları ve farklı halleri ifade eder. Âyette bunlara yemin edilerek insanların gerek dünya hayatında gerekse kıyamet gününde değişim geçirecekleri, halden hale geçecekleri vurgulu bir şekilde ifade edilirken bu kozmik olgular arasındaki münasebete de dikkat çekilmiştir (İbn Âşûr, XXX, 226). 19. âyette “halden hale geçme” diye ifade edilen bu değişimler hakkında müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir: a) Bunlar ölüm, sonra dirilme, hesap ve ceza halleridir; b) İnsanın, yaratılışının başlamasından itibaren ölünceye kadar geçirdiği hallerdir. Nitekim başka âyetlerde insanın, yaratılışının başlamasından itibaren sürekli olarak değişim geçirdiği ifade edilmiştir (meselâ bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/12-16); c) İnsanlığın tarih boyunca geçirdiği medenî, kültürel, siyasî... farklılaşmalar, değişik aşamalardır; d) İnsanların derece derece Allah’a yaklaşmalarıdır (Şevkânî, V, 473; ayrıca bk. Elmalılı, VIII, 5681-5682; Ateş, X, 385-386). Bütün bunlar öldükten sonra dirilmenin olabileceğinin kanıtları ve insanların buna iman etmesini gerektiren delillerdir. Durum böyle olduğu halde inkârcılar, hâlâ inanmadıkları ve Kur’an okunduğunda Allah’a saygı ile secde etmedikleri için 20 ve 21. âyetlerdeki soruyla kınanmışlardır. 21. âyet okunduğunda secde etmenin gerekli olup olmadığı konusunda Hz. Peygamber’in uygulamasıyla ilgili farklı rivayetlere dayalı olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür. “Vâciptir” veya “sünnettir” diyenler olduğu gibi “ne vâcip ne sünnettir” diyenler de vardır (bk. İbn Âşûr, XXX, 232; Elmalılı, VIII, 5684).
İnsanların, Allah’a ve peygambere iman etmelerini gerektiren bunca delil olmasına rağmen hâlâ iman etmemeleri hayret verici olduğu halde, 22. âyette, iman etmek şöyle dursun, bilakis o inkârcıların dini yalanladıkları ve/veya peygamberi yalancılıkla itham ettikleri bildirilmektedir. Cenâb-ı Hak 23. âyette inkârcıların kalplerinde inkâr, inat, gerçekleri yalanlama vb. ne varsa hepsini çok iyi bildiğini ifade buyurarak onları uyarmakta, 24. âyette de ağır bir cezaya çarptırılacaklarını kendilerine bildirip uyarmasını Hz. Peygamber’e emretmektedir.
فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن استمرّوا في كذبهم فبشّرهم (Eğer yalanlarına devam ederlerse onları müjdele) şeklindedir
بَشِّرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
بِعَذَابٍ car mecruru بَشِّرْهُمْ fiiline mütealliktir. اَل۪يمٍ kelimesi عَذَابٍ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَشِّرْهُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi بشر ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Rabıta harfi فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olmuştur.
Takdiri, إن استمرّوا في كذبهم (İnkârlarında devam ederlerse…) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi olan فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
بِعَذَابٍ ’deki tenvin azabın tahayyül edilemez derece ve çeşitte olduğuna işarettir. Ayrıca, mübalağa vezniyle gelen اَل۪يماً ile sıfatlanması bu korkunçluğa delildir.
عَذَاباً ‘in sıfatı olan اَل۪يماً mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Hale ve tabiata münasip demektir. Mekruh şeyler ve ceza için kullanılması da o kişinin haline cezanın uygun olması sebebiyledir. Kökünde şiddet manası olmadığı için Kur’an’da çoğunlukla makama uygun bir sıfatla gelmiştir (et-Tahkîk). Kur’an’da 373 kez geçer (Kur’an-ı Kerim Lügatı).
[Onları elim azapla müjdele] ibaresinde tebei istiare vardır. Tehekküm ve alay maksadıyla uyarmak, ikaz etmek müjdelemeye benzetilmiştir. Câmi’ her ikisinde de sürura kavuşmak olmasıdır. İnzar masdarı tebşir masdarına benzetilmiş, sonra bu mastarlardan mazi fiil türetilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân ilmi, Âl-i İmran Suresi 21’de geçen benzer ibarenin açıklaması)
فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ [Onları, elem verici bir azapla müjdele.] cümlesinde alay üslûbu vardır. Çünkü müjde, sadece hayırda olur. Müjdenin şerde kullanılması alay ve istihza ifade eder. (Safvetü’t Tefâsir) Dolayısıyla ayette tehekkümî istiare vardır
[Onlara acı azabı müjdele.] Kâfirlere, son derece acıtıcı olan azabı müjdele. Belirtildiği gibi Allah Teâlânın onların gizlediklerini bilmesi, kesin olarak onları cezalandırmayı gerektirir. Müjdele ifadesi, onlarla alay ve hakaret içindir. Aslında müjde, sevinçli bir haberi bildirmektir. Burada ise acıklı bir haberi bildirmek için kullanılmıştır. (Rûhu’l Beyan)