اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى تَقْوٰى مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ اَمْ مَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِه۪ ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَفَمَنْ | kimse mi? |
|
2 | أَسَّسَ | kuran |
|
3 | بُنْيَانَهُ | yapısını |
|
4 | عَلَىٰ | üzerine |
|
5 | تَقْوَىٰ | korku |
|
6 | مِنَ |
|
|
7 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
8 | وَرِضْوَانٍ | ve rıza |
|
9 | خَيْرٌ | hayırlıdır |
|
10 | أَمْ | yoksa |
|
11 | مَنْ | kimse mi? |
|
12 | أَسَّسَ | kuran |
|
13 | بُنْيَانَهُ | yapısını |
|
14 | عَلَىٰ |
|
|
15 | شَفَا | kenarına |
|
16 | جُرُفٍ | bir uçurum |
|
17 | هَارٍ | çökecek |
|
18 | فَانْهَارَ | ve yuvarlanan |
|
19 | بِهِ | onunla birlikte |
|
20 | فِي |
|
|
21 | نَارِ | ateşine |
|
22 | جَهَنَّمَ | cehennem |
|
23 | وَاللَّهُ | ve Allah |
|
24 | لَا |
|
|
25 | يَهْدِي | doğru yola iletmez |
|
26 | الْقَوْمَ | topluluğunu |
|
27 | الظَّالِمِينَ | zalimler |
|
Yesrib’deki (Medine) Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden Ebû Âmir isimli bir şahıs Hıristiyanlığı benimsemiş ve bu alanda bilgilerini ilerletip papaz olmuştu. Resûlullah’ın Medine’ye göç etmesi bu ve benzeri kimselerin menfaatlerine ters düşüyordu. Bu yüzden Ebû Âmir, Medine’ye geldiği günden itibaren Hz. Peygamber’e muhalefet etti ve onun düşmanları olan Mekkeli müşriklerle ittifak içine girdi. Bu muhalefeti sürdürebilmek için bazı adamlarıyla birlikte Mekke’ye gitti ve Bedir Savaşı’nda müslümanlara karşı savaştı. Bedir yenilgisine müşriklerden daha fazla üzüldü ve onların intikam duygularını harekete geçirdi. Ayrıca gerek Uhud gerekse Hendek savaşlarında hazır bulunup Medineli hemşehrilerini Resûlullah ve müslümanlar aleyhine tahrik etmeye çalıştı. Bunda başarılı olamayınca Mekke’ye yerleşti. Mekke müslümanlar tarafından fethedilince Tâif’e geçti. Huneyn Savaşı’nda Hevâzin kabilesi yenilgiye uğrayınca da Şam’a kaçtı. Şam’a kaçarken münafıklara, “Olabildiğince hazırlık yapın, ben Bizans imparatoruna gidip kuvvet getireceğim, Muhammed’i ve arkadaşlarını Medine’den çıkaracağım” diye haber gönderdi. Ebû Âmir’in Medine’deki münafıklarla yaptığı iş birliği çerçevesinde hazırlanan oyunlardan biri mescid süsü verilen bir toplanma yeri inşa edilmesiydi. Münafıklar gerçekte kötü niyetle, fakat Mescid-i Kubâ ve Mescid-i Nebî’ye uzakta oturan yaşlıların cemaate yetişemediklerini, diğer insanların da soğuk ve yağmurlu gecelerde anılan mescidlere ulaşmalarındaki zorlukları bahane ederek Sâlim b. Avf kabilesinin bulunduğu yerde bir mescid inşa ettiler. Resûlullah’ın onayını alıp bu yapıya meşruiyet kazandırmak üzere kendisinden mescidi ibadete açmasını ve dua etmesini istediler. Hz. Peygamber o sırada Tebük Seferi’nin hazırlıklarıyla meşgul olduğunu belirtti ve “İnşaallah döndüğümüzde orada namaz kılarız” buyurdu. Tebük Seferi dönüşünde münafıklar tekrar aynı taleple müracaatta bulundular. İşte Resûlullah gerçekte fesat ve nifak yuvası olarak inşa edilen bu mescidde namaz kılmak üzere oraya gitmeye hazırlanırken bu âyetler nâzil oldu. Âyetteki bu uyarı üzerine Hz. Peygamber anılan mescidi yıktırdı. Âyetteki “zararlı eylemler gerçekleştirmek üzere yapılmış mescid” anlamına gelen ifadeden hareketle siyer ve İslâm tarihi ile ilgili eserlerde, yıkılan bu yapı Mescid-i Dırâr adıyla anılagelmiştir (Taberî, XI, 23-26; Hüseyin Algül, “Mescid-i Dırâr”, İFAV Ans., III, 206-207).
108. âyette “daha ilk günden takvâ temeli üzerine kurulduğu” bildirilen mescidin hangisi olduğu hususunda ilk dönem İslâm âlimlerinden nakledilen rivayetler iki noktada toplanır. Bunlardan birine göre maksat Mescid-i Nebevî, diğerine göre Kuba Mescidi’dir. Taberî birinci görüşü destekleyen rivayetleri daha sağlam bulmaktadır (bk. XI, 26-28).
110. âyette geçen ve “huzursuzluk kaynağı” diye çevirdiğimiz rîbe kelimesi, “kuşku, erişilmez emel, pişmanlık ve kin” gibi mânalara gelmektedir. Bunlardan hareketle şu yorumlar yapılmıştır: Münafıkların mescidi yaparken içlerinde taşıdıkları kuşku ve nifak sürüp gidecektir; o binayı yaparken gözettikleri amaç erişilmez bir hayal olarak kalacaktır; böyle bir iş yapmaktan duydukları pişmanlığı hep yaşayacaklardır; binanın yıktırılmasından dolayı duydukları kin devam edip gidecek ve bütün bu duygular sebebiyle devamlı bir huzursuzluk içinde yaşayacaklardır. Âyetin “yürekleri paramparça oluncaya kadar” diye çevirdiğimiz kısmıyla, kalplerinin bu konuyla olan bağı tamamen kopuncaya kadar devam edeceğine işaret edilmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu bu bağın kopmasını “ölüm” olayı ile açıklamışlar ve âyete “Onlar ölmedikleri sürece bu konudaki kuşkuları sürer gider” şeklinde mâna vermişlerdir. Bununla birlikte, “Onlar yaptıkları aşırılıktan yüreklerini parçalayacak derecede pişmanlık ve üzüntü duyarak tövbe edinceye kadar kuşkuları devam eder” yorumu da yapılmıştır (Râzî, XVI, 198; Şevkânî, II, 460).
Bu âyetler belirli bir olay vesilesiyle inmiş olmakla beraber, özellikle 109. âyette soyut bir anlatım biçimiyle ortaya konan ölçü dikkate alınırsa, burada temsilî bir örnekten hareketle şu mesaja ağırlık verildiği görülür: İki yüzlü davrananlar arasında zararlı eylemler planlayan, inkârcılığı örgütlemeye ve müminlerin arasına ayrılık sokmaya çalışanlara karşı uyanık olunmalı, onların iyi niyet iddiaları ihtiyatla karşılanmalıdır; Allah’ın rızâsına takvâ esası üzerine kurulu işlerle erişilir ve Allah kötülüklerden arınmayı samimi olarak isteyen kişileri sever; iki yüzlü davranmayı huy haline getirenlerin yürekleri kuşkunun esiri olur ve ölünceye kadar kendi kişiliklerini bulamadan bu kuşkunun girdabında bocalar dururlar; dünyada böyle bir bunalımı yaşadıkları gibi âhirette de acı bir sonla karşılaşacaklardır, zira onların akıllarınca başarı gibi görünen eylemleri aslında uçurumun kenarına yapılmış binadan farksızdır, kısa bir süre sonra bu bina onların cehenneme yuvarlanmaları sonucunu doğurur.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 60-62
أسّ Esse : اُسٌّ üzerine bir bina inşa etmek için bir temel atmak/ kâide koymaktır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de yalnızca tef’il babında ve 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri tesis ve müessesedir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
شفا Şefâ : شَفاً kuyu, nehir ve benzeri şeyin ucu ve kenarı demektir. Helâke yakınlıkla ilgili mesel olarak kullanılır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de sadece 2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli şefevî (harfler= dudak harfleri) dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
جرف Cerafe : Suyun/selin yiyerek yıktığı/alıp götürdüğü yere جُرُفٌ denir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de yalnızca 1 defa geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli ise cüruf (çöp)tur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى تَقْوٰى مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ
Hemze istifham harfi, فَ istînâfiyyedir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası اَسَّسَ بُنْيَانَهُ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اَسَّسَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
بُنْيَانَهُ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
عَلٰى تَقْوٰى car mecruru اَسَّسَ fiiline müteallıktır. تَقْوٰى elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi ى olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle ى ile biter. Fakat çok az olarak ا ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak îrab edilir. Burada تَقْوٰى kelimesi maksûr isim olduğu için takdiri îrab edilmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنَ اللّٰهِ car mecruru تَقْوٰى ‘ya müteallıktır. رِضْوَانٍ kelimesi atıf harfi وَ ’la تَقْوٰى ’ya matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
خَيْرٌ kelimesi مَنْ ’in haberi olup lafzen merfûdur.
خَيْرٌ kelimesi ism-i tafdil kalıbındandır. İsm-i tafdil; bir vasfın bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.
خَيْرٌ ve شَرٌّ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de umumiyetle ism-i tafdil manasında gelmiştir. Bunların asılları اَخْيَرُ ve اَشْرَرُ şeklindedir. Çok kullanıldıklarından Arap dilinde bu şekilde gelmektedir. İsm-i tafdilin geliş şekilleri:
1. ال ’sız مِنْ ’li gelir. مِنْ hazf edilebilir. Karşılaştırma içindir. “Daha” manası verir. Müfred müzekker olmalıdır.
2. ال ’lı gelir. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat
olmalıdır (yani bir önceki kelimeye uymalıdır).
3. Marifeye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat olabilir (yani bir önceki kelimeye uymalıdır) veya müfred müzekker olabilir.
4. Nekreye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Müfred müzekker olmalıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَمْ مَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِه۪ ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَۜ
اَمْ atıf harfidir. Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini tayin ve tercih etmesini zorunlu kılar.
Not: Genellikle soru edatı olan hemze ile ( اَ ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır:
1. Muttasıl اَمْ
2. Munkatı اَمْ
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası اَسَّسَ بُنْيَانَهُ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اَسَّسَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
بُنْيَانَهُ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
عَلٰى شَفَا car mecruru اَسَّسَ fiiline müteallıktır. شَفَا elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Burada شَفَا kelimesi maksûr isim olduğu için takdiri îrab edilmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جُرُفٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. هَارٍ kelimesi جُرُفٍ ’in sıfatı olup mahzuf ی üzere mukadder kesra ile mecrurdur. هَارٍ kelimesi ism-i mankustur. Mankus isimler: Sondan bir önceki harfi kesralı olup son harfi de ي olan isimlere mankus isimler denir. Mankus isimlerin îrab durumu şöyledir:
a. Merfû halinde takdiri damme ile ( رَاعٍ – اَلرَّاعِي gibi),
b. Mansub halinde lafzi olarak yani fetha ile (رَاعِيًا – اَلرَّاعِيَ gibi),
c. Mecrur halinde takdiri kesra ile (رَاعٍ – اَلرَّاعِي gibi) îrab edilir.
Yani mankus isimler ref ve cer durumlarında maksûr isimler gibi takdiri îrab edilir. Bu durumda damme ve kesra harekeleri son harflerinin üzerinde açıkça görülmez, fakat var olduğu kabul edilir. Nasb hallerinde ise lafzî olarak îrab edilir, son harfin üzerinde fetha harekesi açık bir şekilde görünür.
Mankus isimler nekre halinde yani başlarında elif lam olmaksızın kullanıldığında ref ve cer durumlarında sonlarındaki ي harfi düşürülür. Ancak meydana gelen bu değişikliğe işaret olmak üzere kelimenin sonundaki kesra harekesi tenvinli kesra olur. Îrabı ise yine takdiren olur. Burada هَارٍ kelimesi mankus isim olduğu için takdiri îrab edilmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: Cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır:
1. İsim cümlesi olan sıfatlar,
2. Fiil cümlesi olan sıfatlar,
3. Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Burada هَارٍ kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
انْهَارَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
بِه۪ car mecruru انْهَارَ fiiline müteallıktır. ف۪ي نَارِ car mecruru انْهَارَ fiiline müteallıktır.
جَهَنَّمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf ( اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ )” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
انْهَارَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İnfiâl babındadır. Sülâsîsi هور ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, mücerred yapıdaki asıl anlamıyla kullanılması gibi anlamlar katar.
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.
لا يَهْدِي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَهْدِي fiili ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
الْقَوْمَ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. الظَّالِم۪ينَ kelimesi الْقَوْمَ ’nin sıfatı olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
الظَّالِم۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan ظلم fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى تَقْوٰى مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ اَمْ مَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِه۪ ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَۜ
فَ istînâfiyye, hemze takriri istifham harfidir. (Âşûr) İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede müşterek ism-i mevsûl مَنْ, mübteda olarak mahallen merfûdur. Sılası olan اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى تَقْوٰى مِنَ اللّٰهِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder.
فَ harfi, istifham harfinin (öncelik) hakkı olduğu için soru hemzesinden sonra getirilmiştir. (Âşûr)
خَيْرٌ mübtedanın haberidir. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, sonraki habere dikkat çekme amacının yanında bahsi geçenlere tazim ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Aynı üslüpla gelen …اَمْ مَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ cümlesi اَمْ atıf harfiyle makabline (kendinden öncesine) atfedilmiştir.
Takdiri خَيْرٌ olan haberin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Bu ayette temsîli istiare vardır. İman ehliyle nifak ve küfür ehli hakkında bir mesel getirilmiştir. Takva ve Allah korkusuyla bina yapan, Allah’ın rızasını isteyen ve sağlam bir binaya sahip olan kişi mümine, binasını bir uçurumun kenarına eğreti bir şekilde yapan ve yıkılarak sahibini de helak edecek bir evi olan kişi de münafığa benzetilmiştir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir)
Başka bir açıdan düşünüldüğünde اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى تَقْوٰى sözünde istiare-i mekniyye vardır. Zira takva ve rıza, üzerine bina yapılan sağlam ve sert bir yere benzetilmiştir. Müşebbehün bih hazfedilmiş, onun levâzımından olan “اَسَّسَ/tesis” kelimesi ile onu işaret edilmiştir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir, Âşûr)
Onların dini, üzerine bina ettikleri temeller batıl olmak ve çabucak ortadan kalkmak bakımından yıkılmak üzere bulunan bir uçurumun kenarına kurulan yapıya benzetilmiş ve bu teşbihi güçlendirmek için cehenneme yuvarlanma vasfı ilave edilmiştir. Bu vasfın, ilâhi rızanın karşılık olarak zikredilmesi de şu gerçeğe dikkat çekmek içindir:
Binanın takva temeli, üzerine kurulması, onları cehennem ateşinden korur ve ilâhi rızaya eriştirir ki bunun asgari sonucu cennete girmektir.
Binasını uçurumun kenarına kuranlar da her an cehenneme yuvarlanmak üzeredirler; sonra şüphesiz hepsinin varacağı yer cehennemdir.
Onların zalim olmaları, haktan uzak kalmakla kendi nefislerine zulmetmelerinden dolayıdır. (Ebüssuûd)
Zemahşerî, ayetteki جُرُفٍ هَارٍ (göçük, yar -kaymak üzere olan bir uçurumun kenarı-) ifadesinin mecazî olarak batılı nitelediğini, daha sonra “göçertme” fiiliyle terşîh edildiğini belirtir. Mecazın aynı çerçevedeki öğelerle desteklenmesi muhatabı bir bakıma sahnenin içine çekmiş ve böylece düşünce süreci derinleştirilmiş olur. (Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 301)
جُرُفٍ : Dere kenarında sel sularının dibini yalayıp oyduğu, bıçık (dere yatağı) üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki her an yıkılmaya hazır durumda bulunan bir yerdir. هَارٍ ’da bunun geriden çatlamış devrilmek üzere olan bir çeşididir ki, bunun üzerine yapıldığı düşünülen binanın ne kadar çürük bir yere, ne kadar çabuk göçecek bir zemine oturtulmuş olduğu ve ne kadar çabuk çökmeye mahkum bulunduğu tasavvur olunsun. İşte din işlerini nifak ve fitne üzerine bina edenlerin vaziyeti tam buna benzer. (Elmalılı)
هَارٍ - فَانْهَارَ Bu iki kelime arasında cinas-ı nakıs vardır. Bu da bedî’ sanatlarındandır. (Safvetü't Tefasir, Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an'ın Işığında Belâgat Dersleri, Bedî’ İlmi)
اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى تَقْوٰى مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ cümlesiyle اَمْ مَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِه۪ ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اَمْ - مَنْ - اَسَّس - بُنْيَانَهُ - عَلٰى kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلٰى تَقْوٰى مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ [Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır.'] buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Bünyan tıpkı gufran gibi bir masdar olup, ism-i mef'ûl yani “bina edilen şey” manası kastedilmiştir. Masdarın, ism-i mef'ûl yerinde kullanılması, meşhur bir mecazdır. Nitekim Arapçada, “onun dövdüğü ve onun dokuduğu” anlamında olmak üzere هَذَا ضَرْبُ الْاَمِيرِ وَ نَسْجُ زَيْدٍ denir. Vahidî şöyle demektedir: بُنْيَانَ kelimesi isim kabul edildiğinde بُنْيَانَةٌ kelimesinin çoğulu olması mümkündür. Zira Araplar, bu kelimenin müfredinde بُنْيَانَةٌ demektedirler.
İkinci bahis: Nâfi ve İbn Âmir, meçhul olarak, اَفَمَنْ اُسِّسَ بُنْيَانَهُ şeklinde okumuşlardır ki bu meçhul fiilin (hazf edilen) faili, onu yapan ve onu tesis edendir. Cenab-ı Hakk'ın, عَلٰى تَقْوٰى مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ ifadesi, “Allah'ın ikâbından (azabından) korkma ve O'nun mükâfatını umma üzerine” demektir. Bu böyledir, zira taat ancak böyle bir korku ve böyle bir ümit bulunduğu zaman taat adını alır. Netice olarak diyebiliriz ki bunu yapan kimse bu binayı; Allah rızası, O'nun ikâbından korunmak ve mükâfatını da ummak için yapınca bu bina, bu yapı, Allah'ı inkâr etmeye ve kullarına zarar vermeye sebep olsun diye o kimsenin yaptığı o binadan daha üstün ve daha mükemmel olur. (Fahreddin er-Râzî)
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
وَ istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esmayı bünyesinde toplayan اللّٰهَ ismiyle marife oluşu ve zamir gelebilecekken zahir ismin zikri, kalbe korku salmak ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Menfi fiil cümlesi formunda gelen müsned, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de muzari fiil olması hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Buradaki وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ cümlesinde mana açısından fail olan اللّٰهُ kelimesinin لَا يَهْدِي fiilinden önce mübteda olarak zikredilmesi ile Allah’ın zalim kavmi hidayete erdirmeyeceği, hidayete erdirmeme durumunun sübutuna işaret etmek üzere isim cümlesiyle ifade edilerek tekid edilmiştir.
Müsnedün ileyhin müsnede takdimi ve nefy harfinin müsnedün ileyhten sonra gelmesi, hükmü takviye etmiştir.
Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. (Âşûr) Tezyîl cümleleri önceki anlamı tekid etme kastıyla gelen ıtnâb sanatıdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, isim cümlesi ve isnadın tekrar edilmesi sebebiyle tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
Son cümlede “Allah zalim kavme hidayet etmez.” sözünden, Peygamberin gerçekten peygamber olduğuna tanıklık ettikten sonra kendilerine tanıklar yani peygamberliği ispat eden Kur’an gibi mucizeler geldikten sonra hala nankörce inkâr eden kimselerin zalim oldukları anlaşılmaktadır.
تَقْوٰى - رِضْوَانٍ - خَيْرٌ - يَهْدِي kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.
Edebi açıdan bu ayet kadar etkilisini; batılın hakikatini, gizini bundan daha iyi anlatan bir söz bulamazsın! (Keşşâf)