لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ ف۪ي مَوَاطِنَ كَث۪يرَةٍۙ وَيَوْمَ حُنَيْنٍۙ اِذْ اَعْجَبَتْكُمْ كَـثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْـٔاً وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِر۪ينَۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَقَدْ | andolsun |
|
2 | نَصَرَكُمُ | size yardım etmişti |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | فِي |
|
|
5 | مَوَاطِنَ | yerlerde |
|
6 | كَثِيرَةٍ | birçok |
|
7 | وَيَوْمَ | ve gününde |
|
8 | حُنَيْنٍ | Huneyn |
|
9 | إِذْ | hani |
|
10 | أَعْجَبَتْكُمْ | sizi böbürlendirmişti |
|
11 | كَثْرَتُكُمْ | çokluğunuz |
|
12 | فَلَمْ | fakat |
|
13 | تُغْنِ | sağlamamıştı |
|
14 | عَنْكُمْ | size |
|
15 | شَيْئًا | hiçbir yarar |
|
16 | وَضَاقَتْ | ve dar gelmişti |
|
17 | عَلَيْكُمُ | başınıza |
|
18 | الْأَرْضُ | yeryüzü |
|
19 | بِمَا | rağmen |
|
20 | رَحُبَتْ | bütün genişliğine |
|
21 | ثُمَّ | nihayet |
|
22 | وَلَّيْتُمْ | dönmüştünüz |
|
23 | مُدْبِرِينَ | gerisin geri |
|
Yüce Allah’ın birçok yerde olduğu gibi Huneyn Savaşı’nda da müminlere yardım ettiği ve anılan savaşta müslümanların gurura kapılarak ilâhî nusreti göz ardı etmelerinin nasıl bir sonuç getirdiği hatırlatılmakta, daha sonra kazanılan zaferin Allah’ın lutfuyla gerçekleştiği, bununla birlikte yaptıkları yanlışlıklardan ötürü yürekten pişmanlık duyanlar için bağışlanma kapısının açık tutulduğu, bunu değerlendirme yetkisinin ise Allah’a ait olduğu bildirilmektedir. Hz. Peygamber Mekke’nin fethinden sonra oranın idarî işlerini tanzim ederken, hâlâ putperestlikte devam eden Hevâzin kabilesi bir taraftan telâş, bir taraftan da Kureyş’in başaramadığını başarma hevesine kapılmıştı. Telâşın sebebi, Mekke’dekilerden sonra kendi putlarının da kırılacağı ve bağımsızlıklarını kaybedecekleri endişesiydi. Öte yandan, Kureyş’in başaramadığı işi başarmaları yani müslümanları hezimete uğratmaları halinde bu onlara büyük bir prestij sağlayabilirdi. Kabilenin reisi ve genç bir şair olan Mâlik b. Avf elini çabuk tutarak müslümanlarla savaşa girerse, çocuklarına sürekli olarak övünebilecekleri bir zafer armağan etmiş olacağını düşünüyordu. Arap yarımadasında cengâverlikleriyle ün yapmış olan Hevâzinliler oldukça iddialıydılar. Nitekim törelerindeki en şiddetli savaş usulünü tercih ettiler. “Ölüm-kalım savaşı” denilen bu usule göre kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve kıymetli eşyalar savaş alanının yakınına getiriliyordu. Böylece önem verdikleri değerleri koruma arzusuyla savaş gücünü ve ordunun moralini en üst düzeye çıkarmayı amaçlıyorlardı. Bazı tecrübeli ve yaşlı kişilerin uyarılarını dikkate almayan Mâlik, askerî hazırlıklarını tamamlamış, okçularını Huneyn Geçidi’nin iki yanına mevzilendirmişti. Âyette de Huneyn olarak anılan bu yer tam ve doğru olarak tesbit edilememiştir. Bazı araştırmacılara göre Huneyn, Mekke ile Tâif arasında Mekke’ye 10 mil mesafede bir vadinin adıdır. Bir tesbite göre ise Huneyn, Tâif’in 30-40 mil doğusunda bir yer olup Mekke’ye olan uzaklığı da yaklaşık o kadardır. Muhammed Hamîdullah, Huneyn’i Tâif yönünde yani Mekke’nin güneydoğusunda değil kuzeydoğusunda aramanın daha doğru olacağı kanaatindedir. Âyette değinilen savaş, cereyan ettiği yerin adıyla anıldığı gibi, buna sebebiyet veren kabileden ötürü Hevâzin Savaşı diye de bilinir. 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde Hz. Peygamber, yeni müslüman olmuş Mekkeli 2000 kişiyi de alarak 12.000 kişiye ulaşan ordusuyla Huneyn’e doğru hareket etmişti. Hareket halindeyken müslümanlardan bazıları ordunun kalabalıklığından dolayı gurura kapılıp, “Bu ordu asla yenilgiye uğratılamaz!” gibi sözler söylemeye başladılar. Bunları söyleyenler daha önce kazanılan zaferlerin sayı gücüyle değil iman gücü ve Cenâb-ı Allah’ın yardımıyla gerçekleştiğini unutmuş gibiydiler. İslâm ordusu Huneyn Geçidi’ne girdiğinde yamaçlara kümelenmiş bedevî okçuların ok yağmuruna uğradı. Müslümanlar pusuya düşürülmüşlerdi. Herkes korunacak bir yer aramaya başlayınca bozgun ortaya çıktı. Yaygın kanaate göre bu bozgun, özellikle ilk saflarda bulunan Mekkeli 2000 kişide başlamıştır. Bu konudaki rivayetlere göre, 100 kadar müslüman sebat göstermişler ve Hz. Peygamber’in etrafından ayrılmamışlardı. Sahâbenin ileri gelenleri bunlar arasındaydı. Resûlullah müslümanlara hitaben “Kaçmayın, buraya gelin, ben Allah’ın resulüyüm!” diye çağrıda bulunuyor, hemen yanı başındaki Abbas’tan Bey‘atürrıdvân’da söz verenlere seslenmesini istiyordu. Resûlullah’ın bu davetini duyan müslümanlar hemen toplanıp savaş düzenine girdiler. Hz. Peygamber buna çok sevindi, bineği üzerinde çevreyi süzdükten sonra “Yâ rabbi! Zafer vaadini yerine getir, yardımını gönder!” diye dua etti, yerden bir avuç çakıl alarak müşriklerin üzerine doğru attı, “Yüzler kara olsun!” dedi. Sonra “Muhammed’in rabbine yemin olsun, inkârcılar hezimete uğradılar” buyurdu. Böylece savaşta yeni bir aşama başladı. Toparlanan İslâm ordusu, Hz. Peygamber’in gösterdiği hedeflere sistemli saldırılar gerçekleştirdi. Müslümanlar bozguna uğradılar diye mevzilerinden ayrılan düşman askerleri dalgalar halinde üzerlerine gelen bu yeni hücum karşısında şaşkına döndüler ve geleneksel savaş kurallarını da unutarak mallarının yanı sıra, kadın ve çocuklarını dahi bırakıp kaçmaya başladılar. Savaşın ilk kısmı iki aşamalı olarak Huneyn Geçidi civarında tamamlandı. Ancak, savaş müşriklerin firarı ve müslümanların takibi tarzında olmak üzere Evtâs’ta ve Tâif’te devam etti. Daha Tâif Seferi’ne giderken İslâm ordusundaki dinî bilgisi zayıf bazı bedevîler Hz. Peygamber’den mevcut ganimetin paylaştırılmasını istemişler, Resûlullah ise bunu ertelemişti. Tâif Seferi’nden dönünce Hz. Peygamber esirler arasında süt kardeşi Şeymâ’yı gördü, ona ikramda bulunup Medine’ye gelme veya kendi beldesine dönme hususunda onu serbest bıraktı. Şeymâ ikinci şıkkı tercih edince hediyeler vererek ve can güvenliğini sağlayarak onu uğurladı. Resûlullah bu jestten sonra Hevâzinliler’in gelip müslüman olacaklarını ve esirlerle ganimetleri geri isteyeceklerini düşünüyordu. Bu yüzden taksim işini biraz daha erteledi. Fakat diğer taraftan bu istek gelmeyince taksimatı başlattı. Hurkus b. Züheyr adlı kendini bilmez birinin Resûlullah’ı adaletsizlikle itham etmesi onu çok üzdü. Yine, ganimet taksimi sırasında Hz. Peygamber’in bazı ileri gelen kişileri İslâm’a ısındırmak için onlara fazla pay vermesi ensar arasında, “Resûlullah kendi kavmine kavuştu, onlara farklı muamele yapıyor” kabilinden söylentilere yol açtığı için üzüntü duydu (müellefe-i kulûb hakkında bk. âyet 60). Onları toplayıp bir konuşma yaptı. Daha çok soru-cevap şeklinde cereyan eden bu duygu yüklü ve etkileyici konuşma Hz. Peygamber’in ensara karşı duyduğu sevgiyi ve vefakârlığı, ensarın da ona olan derin sevgi, saygı ve bağlılığını açıkça ifade etmeleri için güzel bir vesile oldu. Ensarın gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslatıyordu; Resûl-i Ekrem onlar için hayır dualarda bulundu, onlar da hep birlikte Resûlullah’ın her yaptığına gönülden razı olduklarını söyleyip onu hoşnut ettiler. Bir süre sonra Hz. Peygamber’in beklediği sevindirici gelişme de gerçekleşti: Hevâzinliler Resûlullah’a başvurup kendisinin küçükken onların beldelerinden olan Benî Saîd yurdunda dört yıl kaldığını, esirler arasında süt akrabaları bulunduğunu hatırlattılar ve esirlerin serbest bırakılmasını, mümkünse mallarının da geri verilmesini rica ettiler. Bu teklif gecikmeli olarak gelmişti; fakat Resûlullah hiç değilse esirlerin âzadı için bir yol düşündü: Abdülmuttaliboğulları’nın payına düşen esirleri âzat etti. Bunun üzerine diğer müslümanlar da esirleri serbest bıraktılar. Bir anda bütün Hevâzinliler serbest kalınca, topluca müslüman oldular (Taberî, X, 100-104; Muhammed Hamîdullah, “Huneyn Gazvesi”, DİA, XVIII, 376-377; Hüseyin Algül, “Huneyn Savaşı”, İFAV Ans., II, 299-300; a.mlf., “Hz. Muhammed”, a.g.e., III, 303-304; Derveze, XII,100-102). “Güven duygusu” diye çevirdiğimiz 26. âyetteki sekîne kelimesini, başka Kur’an âyetleri ışığında, yüce Allah’ın, peygamberine ve müminlere lutfettiği ve onların yaşadıkları sarsıntıyı unutturacak bir hâlet-i rûhiye ve özgüven duygusu şeklinde anlamak mümkündür (Taberî, X, 104; krş. Âl-i İmrân 3/154; Enfâl 8/11). Bazı müfessirler bu kelimeyi gönül huzuru sağlayan ilâhî “rahmet” (Zemahşerî, II, 146) ve “zafer” (İbn Atıyye, III, 20) şeklinde de açıklamışlardır (bu kelimeyle ilgili başka bir izah için bk. Bakara 2/248). Müfessirler, benzer konudaki âyetlerde (bk. Âl-i İmrân3/124; Enfâl 8/9) yer alan bilgileri ve ilgili rivayetleri dikkate alarak, 26. âyette İslâm ordusunu desteklemek üzere indirildiği ve müminlerin görmediği bildirilen askerlerin melekler olduğu kanaatine varmışlardır (Râzî, XVI, 22). Bu âyette inkâr edenlerin azaba çarptırıldıkları ifade edilmekle beraber bunun mahiyeti hakkında bir açıklama yapılmamıştır; tefsir âlimleri bunu genellikle, savaşa katılan inkârcıların hezimete uğratılması ve esir alınmaları veya öldürülmeleri şeklinde yorumlamışlardır (Taberî, X, 104; Zemahşerî, II, 146). Muhammed Esed, müfessirlerin çoğunluğuna göre 27. âyetin daha çok inanmayanlarla ilgili olduğunu ve genel bir mahiyet taşıdığını, Râzî’nin ise âyetin Huneyn Savaşı’nın başında hatalı davranan müminlerle ilgili olduğunu söylediğini ileri sürmektedir (I, 354). Halbuki Râzî, âyetin müminlerle ilgili olduğunu söylememekte, sadece bu konudaki bazı yorumları âyette geçen “tevbe”nin nasıl anlaşılması gerekeceği açısından eleştirmektedir; Râzî’nin açıklamalarında, Huneyn Savaşı’nın başında hatalı davranan müminlerden ise hiç söz edilmemektedir (XVI, 23).
Kaynak :Kuran Yolu Tefsiri
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ ف۪ي مَوَاطِنَ كَث۪يرَةٍۙ
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
نَصَرَكُمُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. ف۪ي مَوَاطِنَ car mecruru نَصَرَكُمُ fiiline müteallıktır. مَوَاطِنَ kelimesi müntehe’l cumû’ sıygasında olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarif “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَث۪يرَةٍ kelimesi مَوَاطِنَ’nın sıfatıdır.
وَيَوْمَ حُنَيْنٍۙ اِذْ اَعْجَبَتْكُمْ كَـثْرَتُكُمْ
وَ atıf harfidir. يَوْمَ zaman zarfı , mahzuf fiile müteallıktır. Takdiri, ونصركم يوم حنين şeklindedir.
حُنَيْنٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اِذْ zaman zarfı, يَوْمَ ’den bedel olup mahallen mansubtur.
اَعْجَبَتْكُمْ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَعْجَبَتْكُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir.
Muttasıl zamir كُمۡ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
كَـثْرَتُكُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَعْجَبَتْكُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındadır. Sülâsîsi عجب’dır.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْـٔاً وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِر۪ينَۚ
فَ atıf harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
تُغْنِ illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir.
عَنْكُمْ car mecruru تُغْنِ fiiline müteallıktır. شَيْـٔاً mef’ûlu mutlaktan naibtir. Takdiri, إغناءما şeklindedir.
وَ atıf harfidir. ضَاقَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. عَلَيْكُمُ car mecruru ضَاقَتْ fiiline müteallıktır.
الْاَرْضُ kelimesi fail olup lafzen merfûdur.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte الْاَرْضُ ’nun mahzuf haline müteallıktır. بِ harf-i ceri mülâbese içindir. Takdiri, ضاقت ملتبسة برحبها şeklindedir.
رَحُبَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى’dir.
ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir.) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
ثُمَّ : Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَّيْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
مُدْبِر۪ينَ hal-i müekkide olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
مُدْبِر۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَّيْتُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi ولي ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ ف۪ي مَوَاطِنَ كَث۪يرَةٍۙ وَيَوْمَ حُنَيْنٍۙ
Ayet, istînâfiyyedir. لَ ise mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda, vurgu kasem cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazfedilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur’an'da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur’an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)
قَدْ tahkik harfi ve لَ ’la tekid edilmiş لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ ف۪ي مَوَاطِنَ كَث۪يرَةٍۙ cümlesi kasemin cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle اللّٰهُ isminin zikri tecrîd sanatıdır.
Burada mef’ûl olan كم zamiri, لقد َنصركم şeklinde fiile bitişerek fail konumundaki Allah lafzından önce gelmiştir. Bu da zaferin sadece müminlere has bir durum olduğunu göstermekte, ayrıca onların konumlarının yüceltildiğini ve onlara merhamet edildiğini ifade etmektedir. (Şeyma Çetinkaya, Cihâd ve Kıtâl Ayetlerinde Te’kîd)
وَيَوْمَ حُنَيْنٍۙ [Huneyn gününde] ifadesi, hususi olanın umumi olan üzerine atfı kabilindendir. Yardımın büyüklüğünü ifade eder. Çünkü yardım, ümitsizliğe düşmelerinden sonra gelmiş ve sıkıntıda iken ferahlamışlardır. (Safvetu’t Tefasir)
مَوَاطِنَ, kelimesi مَوْطِن 'un çoğuludur. مَوْطِن, insanın herhangi bir sebeple durduğu her yere verilen isimdir. Bu izaha göre مَوَاطِنُ الْحَرْبِ ifadesi, “savaşın yapıldığı yerler, harp sahneleri” anlamına gelir. Bu kelimenin gayri munsarif olması ise müfredin kullanılmadığı bir manada cemi olmasıdır. مَوَاطِنَ كَثٖيرَةٍ kelimesi, Allah’ın Resulünün savaştığı birçok yere işaret eder. Bu yerlerin seksen adet olduğu söylenmiştir. Böylece Allah, müminlere yardım edenin kendisi olduğunu bildirmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Huneyn savaşının özellikle zikredilmesi, herhalde bu savaşın ilk aşamasında Müslümanların sebattaki zayıflığına işaret içindir. (Ebüssuûd)
Dünyalık bazı nimetler elden kaçırılsa bile nusreti (yardım ve muzafferiyeti) açıkça Allah Teâlâ’ya isnad etmek, müminlerin Allah’a olan sevgisinin üstün tutulduğunun (yeğlendiğinin) beyanı içindir. (Âşûr)
اِذْ اَعْجَبَتْكُمْ كَـثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْـٔاً وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِر۪ينَۚ
Mazi manalı zaman zarfı وَيَوْمَ حُنَيْنٍۙ ,اِذْ ’den bedeldir. Muzâfun ileyh konumundaki اَعْجَبَتْكُمْ كَـثْرَتُكُمْ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzâfun ileyhe matuf menfi muzari fiil cümlesi فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْـٔاً, faide-i haber ibtidaî kelamdır. شَيْـٔاً ’deki tenvin kıllet, nev ve umum ifade eder.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ cümlesi ve onu takibeden aynı üsluptaki وَلَّيْتُمْ مُدْبِر۪ينَۚ cümlesi, makabline matuftur.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl وَضَاقَتْ ,مَا ’a müteallıktır. Sılası رَحُبَتْ, mazi fiil sıygasında gelmiştir.
وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ [Bütün genişliğine rağmen….] cümlesi, içinde bulundukları duruma karşı duyulan şaşkınlığı ifade eden bir meseldir. Sanki içinde bulundukları sıkıntı ve endişe nedeniyle yeryüzünde yerleşebilecekleri bir mekân bulamamaktadırlar. (Keşşâf II, s. 304)
وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ [Yeryüzü size dar oldu.] ifadesinde yeryüzü, duvarları olan bir mekâna benzetilmiştir. Temsîli istiare vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân ilmi)
كَث۪يرَةٍۙ - كَـثْرَتُكُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ضَاقَتْ (dar oldu) رَحُبَتْ (geniş oldu) kelimeleri arasında tıbak-ı icab vardır.
Buradaki “darlık” بِما رَحُبَتْ kavli karinesince gerçek manasında olmayıp fikrî kargaşa ve bozukluk sebebiyle yaşadığı ıstırap neticesinde kurtuluş yolu bulamayan kişinin misalindeki gibi “...yeryüzünü bütün genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti.” ﴾ وضاقَتْ عَلَيْكُمُ الأرْضُ بِما رَحُبَتْ﴿ ifadesi de temsîli istiaredir. Bu durum yeryüzünde dar bir mekâna sıkışıp kalmış, oradan çıkmak isteyen ancak çıkamayan veya başka bir yere geçemeyen kişinin durumuna benzer. (Âşûr)