ثُمَّ اَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰى رَسُولِه۪ وَعَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَنْزَلَ جُنُوداً لَمْ تَرَوْهَا وَعَذَّبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ وَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ثُمَّ | sonra |
|
2 | أَنْزَلَ | indirdi |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | سَكِينَتَهُ | sekinetini |
|
5 | عَلَىٰ | üzerine |
|
6 | رَسُولِهِ | Elçisinin |
|
7 | وَعَلَى | ve üzerine |
|
8 | الْمُؤْمِنِينَ | mü’minlerin |
|
9 | وَأَنْزَلَ | ve indirdi |
|
10 | جُنُودًا | askerler |
|
11 | لَمْ |
|
|
12 | تَرَوْهَا | sizin görmediğiniz |
|
13 | وَعَذَّبَ | ve azab etti |
|
14 | الَّذِينَ | olanlara |
|
15 | كَفَرُوا | kafirlere |
|
16 | وَذَٰلِكَ | işte budur |
|
17 | جَزَاءُ | cezası |
|
18 | الْكَافِرِينَ | kafirlerin |
|
Yüce Allah’ın birçok yerde olduğu gibi Huneyn Savaşı’nda da müminlere yardım ettiği ve anılan savaşta müslümanların gurura kapılarak ilâhî nusreti göz ardı etmelerinin nasıl bir sonuç getirdiği hatırlatılmakta, daha sonra kazanılan zaferin Allah’ın lutfuyla gerçekleştiği, bununla birlikte yaptıkları yanlışlıklardan ötürü yürekten pişmanlık duyanlar için bağışlanma kapısının açık tutulduğu, bunu değerlendirme yetkisinin ise Allah’a ait olduğu bildirilmektedir. Hz. Peygamber Mekke’nin fethinden sonra oranın idarî işlerini tanzim ederken, hâlâ putperestlikte devam eden Hevâzin kabilesi bir taraftan telâş, bir taraftan da Kureyş’in başaramadığını başarma hevesine kapılmıştı. Telâşın sebebi, Mekke’dekilerden sonra kendi putlarının da kırılacağı ve bağımsızlıklarını kaybedecekleri endişesiydi. Öte yandan, Kureyş’in başaramadığı işi başarmaları yani müslümanları hezimete uğratmaları halinde bu onlara büyük bir prestij sağlayabilirdi. Kabilenin reisi ve genç bir şair olan Mâlik b. Avf elini çabuk tutarak müslümanlarla savaşa girerse, çocuklarına sürekli olarak övünebilecekleri bir zafer armağan etmiş olacağını düşünüyordu. Arap yarımadasında cengâverlikleriyle ün yapmış olan Hevâzinliler oldukça iddialıydılar. Nitekim törelerindeki en şiddetli savaş usulünü tercih ettiler. “Ölüm-kalım savaşı” denilen bu usule göre kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve kıymetli eşyalar savaş alanının yakınına getiriliyordu. Böylece önem verdikleri değerleri koruma arzusuyla savaş gücünü ve ordunun moralini en üst düzeye çıkarmayı amaçlıyorlardı. Bazı tecrübeli ve yaşlı kişilerin uyarılarını dikkate almayan Mâlik, askerî hazırlıklarını tamamlamış, okçularını Huneyn Geçidi’nin iki yanına mevzilendirmişti. Âyette de Huneyn olarak anılan bu yer tam ve doğru olarak tesbit edilememiştir. Bazı araştırmacılara göre Huneyn, Mekke ile Tâif arasında Mekke’ye 10 mil mesafede bir vadinin adıdır. Bir tesbite göre ise Huneyn, Tâif’in 30-40 mil doğusunda bir yer olup Mekke’ye olan uzaklığı da yaklaşık o kadardır. Muhammed Hamîdullah, Huneyn’i Tâif yönünde yani Mekke’nin güneydoğusunda değil kuzeydoğusunda aramanın daha doğru olacağı kanaatindedir. Âyette değinilen savaş, cereyan ettiği yerin adıyla anıldığı gibi, buna sebebiyet veren kabileden ötürü Hevâzin Savaşı diye de bilinir. 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde Hz. Peygamber, yeni müslüman olmuş Mekkeli 2000 kişiyi de alarak 12.000 kişiye ulaşan ordusuyla Huneyn’e doğru hareket etmişti. Hareket halindeyken müslümanlardan bazıları ordunun kalabalıklığından dolayı gurura kapılıp, “Bu ordu asla yenilgiye uğratılamaz!” gibi sözler söylemeye başladılar. Bunları söyleyenler daha önce kazanılan zaferlerin sayı gücüyle değil iman gücü ve Cenâb-ı Allah’ın yardımıyla gerçekleştiğini unutmuş gibiydiler. İslâm ordusu Huneyn Geçidi’ne girdiğinde yamaçlara kümelenmiş bedevî okçuların ok yağmuruna uğradı. Müslümanlar pusuya düşürülmüşlerdi. Herkes korunacak bir yer aramaya başlayınca bozgun ortaya çıktı. Yaygın kanaate göre bu bozgun, özellikle ilk saflarda bulunan Mekkeli 2000 kişide başlamıştır. Bu konudaki rivayetlere göre, 100 kadar müslüman sebat göstermişler ve Hz. Peygamber’in etrafından ayrılmamışlardı. Sahâbenin ileri gelenleri bunlar arasındaydı. Resûlullah müslümanlara hitaben “Kaçmayın, buraya gelin, ben Allah’ın resulüyüm!” diye çağrıda bulunuyor, hemen yanı başındaki Abbas’tan Bey‘atürrıdvân’da söz verenlere seslenmesini istiyordu. Resûlullah’ın bu davetini duyan müslümanlar hemen toplanıp savaş düzenine girdiler. Hz. Peygamber buna çok sevindi, bineği üzerinde çevreyi süzdükten sonra “Yâ rabbi! Zafer vaadini yerine getir, yardımını gönder!” diye dua etti, yerden bir avuç çakıl alarak müşriklerin üzerine doğru attı, “Yüzler kara olsun!” dedi. Sonra “Muhammed’in rabbine yemin olsun, inkârcılar hezimete uğradılar” buyurdu. Böylece savaşta yeni bir aşama başladı. Toparlanan İslâm ordusu, Hz. Peygamber’in gösterdiği hedeflere sistemli saldırılar gerçekleştirdi. Müslümanlar bozguna uğradılar diye mevzilerinden ayrılan düşman askerleri dalgalar halinde üzerlerine gelen bu yeni hücum karşısında şaşkına döndüler ve geleneksel savaş kurallarını da unutarak mallarının yanı sıra, kadın ve çocuklarını dahi bırakıp kaçmaya başladılar. Savaşın ilk kısmı iki aşamalı olarak Huneyn Geçidi civarında tamamlandı. Ancak, savaş müşriklerin firarı ve müslümanların takibi tarzında olmak üzere Evtâs’ta ve Tâif’te devam etti. Daha Tâif Seferi’ne giderken İslâm ordusundaki dinî bilgisi zayıf bazı bedevîler Hz. Peygamber’den mevcut ganimetin paylaştırılmasını istemişler, Resûlullah ise bunu ertelemişti. Tâif Seferi’nden dönünce Hz. Peygamber esirler arasında süt kardeşi Şeymâ’yı gördü, ona ikramda bulunup Medine’ye gelme veya kendi beldesine dönme hususunda onu serbest bıraktı. Şeymâ ikinci şıkkı tercih edince hediyeler vererek ve can güvenliğini sağlayarak onu uğurladı. Resûlullah bu jestten sonra Hevâzinliler’in gelip müslüman olacaklarını ve esirlerle ganimetleri geri isteyeceklerini düşünüyordu. Bu yüzden taksim işini biraz daha erteledi. Fakat diğer taraftan bu istek gelmeyince taksimatı başlattı. Hurkus b. Züheyr adlı kendini bilmez birinin Resûlullah’ı adaletsizlikle itham etmesi onu çok üzdü. Yine, ganimet taksimi sırasında Hz. Peygamber’in bazı ileri gelen kişileri İslâm’a ısındırmak için onlara fazla pay vermesi ensar arasında, “Resûlullah kendi kavmine kavuştu, onlara farklı muamele yapıyor” kabilinden söylentilere yol açtığı için üzüntü duydu (müellefe-i kulûb hakkında bk. âyet 60). Onları toplayıp bir konuşma yaptı. Daha çok soru-cevap şeklinde cereyan eden bu duygu yüklü ve etkileyici konuşma Hz. Peygamber’in ensara karşı duyduğu sevgiyi ve vefakârlığı, ensarın da ona olan derin sevgi, saygı ve bağlılığını açıkça ifade etmeleri için güzel bir vesile oldu. Ensarın gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslatıyordu; Resûl-i Ekrem onlar için hayır dualarda bulundu, onlar da hep birlikte Resûlullah’ın her yaptığına gönülden razı olduklarını söyleyip onu hoşnut ettiler. Bir süre sonra Hz. Peygamber’in beklediği sevindirici gelişme de gerçekleşti: Hevâzinliler Resûlullah’a başvurup kendisinin küçükken onların beldelerinden olan Benî Saîd yurdunda dört yıl kaldığını, esirler arasında süt akrabaları bulunduğunu hatırlattılar ve esirlerin serbest bırakılmasını, mümkünse mallarının da geri verilmesini rica ettiler. Bu teklif gecikmeli olarak gelmişti; fakat Resûlullah hiç değilse esirlerin âzadı için bir yol düşündü: Abdülmuttaliboğulları’nın payına düşen esirleri âzat etti. Bunun üzerine diğer müslümanlar da esirleri serbest bıraktılar. Bir anda bütün Hevâzinliler serbest kalınca, topluca müslüman oldular (Taberî, X, 100-104; Muhammed Hamîdullah, “Huneyn Gazvesi”, DİA, XVIII, 376-377; Hüseyin Algül, “Huneyn Savaşı”, İFAV Ans., II, 299-300; a.mlf., “Hz. Muhammed”, a.g.e., III, 303-304; Derveze, XII,100-102). “Güven duygusu” diye çevirdiğimiz 26. âyetteki sekîne kelimesini, başka Kur’an âyetleri ışığında, yüce Allah’ın, peygamberine ve müminlere lutfettiği ve onların yaşadıkları sarsıntıyı unutturacak bir hâlet-i rûhiye ve özgüven duygusu şeklinde anlamak mümkündür (Taberî, X, 104; krş. Âl-i İmrân 3/154; Enfâl 8/11). Bazı müfessirler bu kelimeyi gönül huzuru sağlayan ilâhî “rahmet” (Zemahşerî, II, 146) ve “zafer” (İbn Atıyye, III, 20) şeklinde de açıklamışlardır (bu kelimeyle ilgili başka bir izah için bk. Bakara 2/248). Müfessirler, benzer konudaki âyetlerde (bk. Âl-i İmrân3/124; Enfâl 8/9) yer alan bilgileri ve ilgili rivayetleri dikkate alarak, 26. âyette İslâm ordusunu desteklemek üzere indirildiği ve müminlerin görmediği bildirilen askerlerin melekler olduğu kanaatine varmışlardır (Râzî, XVI, 22). Bu âyette inkâr edenlerin azaba çarptırıldıkları ifade edilmekle beraber bunun mahiyeti hakkında bir açıklama yapılmamıştır; tefsir âlimleri bunu genellikle, savaşa katılan inkârcıların hezimete uğratılması ve esir alınmaları veya öldürülmeleri şeklinde yorumlamışlardır (Taberî, X, 104; Zemahşerî, II, 146). Muhammed Esed, müfessirlerin çoğunluğuna göre 27. âyetin daha çok inanmayanlarla ilgili olduğunu ve genel bir mahiyet taşıdığını, Râzî’nin ise âyetin Huneyn Savaşı’nın başında hatalı davranan müminlerle ilgili olduğunu söylediğini ileri sürmektedir (I, 354). Halbuki Râzî, âyetin müminlerle ilgili olduğunu söylememekte, sadece bu konudaki bazı yorumları âyette geçen “tevbe”nin nasıl anlaşılması gerekeceği açısından eleştirmektedir; Râzî’nin açıklamalarında, Huneyn Savaşı’nın başında hatalı davranan müminlerden ise hiç söz edilmemektedir (XVI, 23).
Kaynak :Kuran Yolu Tefsiri
ثُمَّ اَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰى رَسُولِه۪ وَعَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَنْزَلَ جُنُوداً لَمْ تَرَوْهَا وَعَذَّبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ
Fiil cümlesidir. ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiş) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
ثُمَّ : Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
سَك۪ينَتَهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. عَلٰى رَسُولِه۪ car mecruru اَنْزَلَ fiiline müteallıktır.
عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ kelimesi atıf harfi وَ ’la عَلٰى رَسُولِه۪’ye matuftur. الْمُؤْمِن۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُؤْمِن۪ينَ kelimesi, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
جُنُوداً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
لَمْ تَرَوْهَا cümlesi جُنُوداً’in sıfatı olarak mahallen mansubtur. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
تَرَوْهَا fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
وَ atıf harfidir. عَذَّبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَذَّبَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
جَزَٓاءُ haber olup lafzen merfûdur. الْكَافِر۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ اَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰى رَسُولِه۪ وَعَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَنْزَلَ جُنُوداً لَمْ تَرَوْهَا وَعَذَّبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ
Ayet önceki ayetteki وَلَّيْتُمْ مُدْبِر۪ينَۚ cümlesine ثُمَّ ile atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
رَسُولِه۪ ve سَك۪ينَتَهُ izafetlerinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olmaları رَسُولِ ve سَك۪ينَتَ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
Aynı üslupta gelen …وَاَنْزَلَ جُنُوداً cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiştir. جُنُوداً ’deki tenvin kesret, nev ve tazim ifade eder.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikri tecrîd sanatıdır.
لَمْ تَرَوْهَا cümlesi, جُنُوداً için sıfattır. Sıfat cümleleri ıtnâb sanatıdır.
Kelam önceki ayette muhatap zamiri ile devam ederken burada الْمُؤْمِن۪ينَ şeklinde açık ismin gelişi; bu sıfatın yani mümin olmanın açıkça ilan edilmesi, onların tazimi ve tekrimi içindir. Arkadan kâfirlerin ismen zikredilmesinde de onları tahkir manası vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)
Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan وَعَذَّبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا cümlesi, ثُمَّ اَنْزَلَ اللّٰهُ cümlesine وَ ile atfedilmiştir. Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûl konumundadır. Sılası, ayetteki diğer fiiller gibi mazi sıygada gelerek hudûs, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
الْمُؤْمِن۪ينَ - كَفَرُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab vardır.
اَنْزَلَ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Sekîne, kalbin ve nefsin kendisiyle sükûnete erdiği, emniyeti ve itminanı veren şeydir. Bu husustaki istiare vechinin şu olduğunu zannediyorum: İnsan, korktuğu zaman kalbi çarparak kaçar. Ama emniyete kavuştuğunda telaşı sona erer ve sükûnete kavuşur. Emniyet sükûnete ermeyi gerektirince, “sekîne” kelimesi emniyetten kinaye kılınmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Cenab-ı Hakk’ın, “Sonra Allah, peygamberinin ve müminlerin üzerine sekînetini indirdi.” buyruğu, fiilin (işin), dâînin (sebebin) bulunmasına dayandığına delalet eder. Bu da daî’nin ancak Allah tarafından meydana getirildiğini gösterir.
(Fahreddin er-Râzî)
Burada Müslümanların iman vasfıyla zikredilmiş olmaları (الْمُؤْمِن۪ينَ), Allah Teâlâ'nın yardım indirmesindeki illet ve sebebin iman olduğunu bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
ثُمَّ kelimesi aşamalı bir rahatlama ve ferahlamaya işaret eder. Zira yeryüzüne meleklerin ve kalplere sekinetin indirilmesi, Huneyn günü gerçekleşen ilk muzafferiyetten (galibiyetten) daha büyüktür. Her ne kadar istenilen (murad edilen) zamansal bir rahatlama-ferahlama olsa da musibetin büyüklüğü ve dehşeti onun müddetinin uzunluğu mesabesinde görülmektedir. Nitekim bela ve felaketler süreleri kısa da olsa uzun olarak hissedilir. (Âşûr)
Ayrıca atıf harfinden sonra (عَلى) harfinin tekrar edilmesi, fiilin ikinci bir mecrura yeniden bağlanarak iki farklı sekÎnetin ayrıştırıldığına dikkat çekmektir. Burada Rasulullah’ın (s.a.) sekîneti, kendisiyle birlikte olan Müslümanlar üzerindeki endişesinin izalesi, onlar hakkında gönül rahatlığına kavuşması ve Allah’ın yardımına olan kesin inancı (güveni) iken müminlerin sekîneti ise kaygı ve korkudan sonra kendilerine lütfedilen azim ve cesaretleridir. (Âşûr)
وَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ
وَ ta’liliyyedir. Ayetin son cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, işaret edilene dikkat çekmek içindir.
Müsnedin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifadesinin yanında, müsnedün ileyhe tahkir ifade eder. Çünkü müsned tahkir anlamındaki kelimeye muzâf olmakla müsnedün ileyhin de tahkirine işaret etmiştir.
Cümlede ذٰلِكَ ile kâfirlerin cezasına işaret edilmiştir.
ذٰلِكَ ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan, istiare oluşur. Câmi’ her ikisindeki vücudun tahakkukudur.
ذٰلِكَ sözünde cem’ ve iktidâb vardır. Olayı özetleyen bir kelimedir.
Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi, 57, s. 190)
Ayetin fasılası, önceki manayı kuvvetlendiren tezyîl cümlesidir. Itnâb babındandır.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekit etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
الْكَافِر۪ينَ - كَفَرُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Son cümledeki ذٰلِكَ işaret ismi kâfirleri tahkir ve cezalarının büyüklüğüne işaret için gelmiştir.