Tevbe Sûresi 98. Ayet

وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَماً وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَۜ عَلَيْهِمْ دَٓائِرَةُ السَّوْءِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ  ...

Bedevîlerden öyleleri vardır ki, (Allah yolunda) harcayacakları şeyi bir zarar sayar ve (bundan kurtulmak için) size belâlar gelmesini beklerler. Kötü belâlar kendi başlarına olsun. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِنَ ve
2 الْأَعْرَابِ bedevi Araplardan ع ر ب
3 مَنْ kimi var ki
4 يَتَّخِذُ sayar ا خ ذ
5 مَا şeyi
6 يُنْفِقُ verdiği ن ف ق
7 مَغْرَمًا angarya غ ر م
8 وَيَتَرَبَّصُ ve gözetler ر ب ص
9 بِكُمُ size
10 الدَّوَائِرَ belalar gelmesini د و ر
11 عَلَيْهِمْ onların
12 دَائِرَةُ bela başına gelsin د و ر
13 السَّوْءِ kötü س و ا
14 وَاللَّهُ Allah
15 سَمِيعٌ işitendir س م ع
16 عَلِيمٌ bilendir ع ل م
 

“Bedevîler” diye çevirdiğimiz “el-a‘râb” kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur’an’ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında, Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yarı göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet’in burada yayılıp tutunabilmesi için onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkârcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur’an şehirlibedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur’an’ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkârcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 120.âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevîler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına işaret edilmiştir. Resûlullah Tebük Seferi’yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icâbet edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Allah ve peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı (90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin farklı okunuşları ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446). 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade “Allah ve resulüne yalan söyleyenler” şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate dayanarak” Allah ve resulünü yalanlayanlar” şeklinde de mâna verilmiştir. 91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Allah ve resulüne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nisbetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler (Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, “gizli veya açık söz ve niyetleriyle” şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70). 92. âyette, Tebük Savaşı’na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları için de dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır (nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213). 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak için izin isteyenlerin sorumlu olacağı ifade edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır (93. âyetteki “geride kalanlar” ve “Allah da onların kalplerini mühürledi” ifadelerinin açıklaması için 87. âyetin tefsirine bk.). 95. âyetteki “tiksinilecek kimseler” şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı “pis ve kirli”dir. Âyette ise, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani iç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir (Râzî, XVI, 164). Meâlde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır. 

 

Kaynak :(Kur’an Yolu )Diyanet tefsiri 

 

وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَماً وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَۜ 

 

وَ  atıf harfidir.  مِنَ الْاَعْرَابِ  car mecruru  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Takdiri, بعض من الأعراب  şeklindedir.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası  يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.

يَتَّخِذُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlün sılası  يُنْفِقُ مَغْرَماً ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يُنْفِقُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  مَغْرَماً   kelimesi  يَتَّخِذُ  fiilinin ikinci mef’ûlun bihi olup lafzen mansubdur.

وَ  atıf harfidir.  يَتَرَبَّصُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

بِكُمُ  car mecruru  يَتَرَبَّصُ  fiiline müteallıktır. الدَّوَٓائِرَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.   

يَتَّخِذُ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi  أخذ ’dır.

İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır. 

يَتَرَبَّصُ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.  تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi  ربص ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.


عَلَيْهِمْ دَٓائِرَةُ السَّوْءِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

 

عَلَيْهِمْ  car mecruru  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  دَٓائِرَةُ   muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.

السَّوْءِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. سَمِیعٌ  birinci haberi olup lafzen merfûdur.  عَلِیمࣱ  ise ikinci haberdir.

سَمٖيعٌ - عَلٖيمٌ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَماً وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَۜ 

 

Ayet önceki ayetteki  اَلْاَعْرَابُ اَشَدُّ  cümlesine matuftur. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  مِنَ الْاَعْرَابِ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مَنْ  muahhar mübtedadır.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi )

Bazı kimseler şöyle demiştir: Başında elif-lâm bulunan çoğul kelimelerde asıl olan, onun daha önce geçmiş belirli bir şeye ait olmasıdır. Binaenaleyh daha önce geçmiş belirli bir şey bulunmazsa, bu kelime zorunlu olarak istiğrak manasına hamledilir. Zira, çoğul sıygaların manalarının tahakkuk etmesinde üç veya daha fazla miktarın bulunması kâfidir. Elif-lâm, tarif ifade eder. Öyleyse daha önce geçmiş, malum olan bir topluluk bulunursa bu kelimenin onlara hamledilmesi gerekir. Yok eğer bulunmazsa mücmellikten kaçınmak için istiğrak manasına hamledilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenab-ı Hakk'ın  الْاَعْرَابِ kelimesiyle muayyen bir grup bedevi münafık kastedilmiştir ki onlar, Medineli münafıklarla dost idiler. Binaenaleyh bu lafız onlara aittir. (Fahreddin er-Râzî)

Müsnedün ileyh konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ’in sılası  يَتَّخِذُ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

يَتَّخِذُ  fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا ’nın sılası  يُنْفِقُ مَغْرَماً, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Bu bedevi Araplardan öylesi de vardır ki görünürde Allah yolunda harcadığı, sadaka olarak verdiği malı zorunlu bir angarya ve hüsran sayar. Zira onlar, mallarını Allah'tan sevap beklemek niyetiyle harcamıyorlar ki kendileri için bir ganimet, bir kazanç olsun.Onlar riya ve takiyye için harcıyorlar. Bu yüzden de o harcama sadece angarya oluyor. (Ebüssûud)

Aynı üslupta gelen  يَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَ  cümlesi, müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ’in sılasına matuftur.

Cümledeki fiiller muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

İman etmeyen bedevilerin özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.

وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَ  cümlesinde istiare vardır. Çünkü burada الدَّوَٓائِرَ  [dönme]  ile nitelenebilecek hiçbir şey bulunmamaktadır. Bununla kastedilen, nimetten belaya, sevinçten üzüntüye dönüşen haldir. Bunun anlamının  عليهم أيّام السوء (Kötü günler onlara gelsin.) şeklinde olması da caizdir. Çünkü günler ve aylara istiare yoluyla [dönenler]  الدَّوَٓائِرَ  adı verebilir. Böyle denmesi bizzat kendileri döndüğü için değil, sadece emsal ve benzerleri döndüğü içindir. (Şerîf er-Radî)

الدَّوَٓائِ  -  دَٓائِرَةُ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

دَٓائِرَةُ  kelimesinin tekil bir kelime olması mümkün olduğu gibi bunun sıfat-ı galibe, mevsufu hazf olan bir sıfat olması da mümkündür. Bu ancak tıpkı bir daire gibi insanı kuşatan ve kendisinden kurtulunması mümkün olmayan bir bela, bir musibet hakkında kullanılır. (Fahreddin er-Râzî)


عَلَيْهِمْ دَٓائِرَةُ السَّوْءِۜ 

 

İtiraziyye olan cümle fasılla gelmiştir. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır. Sübut ifade eden bu isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  عَلَيْهِمْ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. دَٓائِرَةُ السَّوْءِ  muahhar mübtedadır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümle haberî isnad şeklinde gelmiş olmasına rağmen beddua manası taşıdığı için muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşmuştur. Bu nedenle cümle, mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

Müsned izafetle gelerek daha fazla mana ifade etmiştir. İzafet az sözle çok mana ifade etme yollarından biridir.

Bu bir beddua cümlesi olup ara cümledir; onlara kendi sözleri ile cevap verilmiştir. Tıpkı [Yahudiler, “Allah’ın eli bağlıdır.” dediler! Bu söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı. (Maide Suresi, 64)] ayetinde olduğu gibi. (Keşşâf)

Ebu Ali el-Farisî de şöyle demiştir: “Şayet  دَٓائِرَةُ  kelimesi,  السَّوْءِ  kelimesine muzâf kılınmazsa, bundan (doğrudan doğruya) kötülük manası murad edilir. Zira ‘zamanın bela ve musibeti’ tabiri ancak, kötülük hakkında kullanılır.” Buna göre mana, “Bela ve hüzün, onlar üzerinde dönüp dolaşsın. Onlar, Muhammed (s.a.) ve O'nun dini hususunda ancak kendilerini üzen şeyi görsünler.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)


وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

 

Bu cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesi sübut ifade eder. 

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet hissettirme kastına matuftur.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Cümlede  عَل۪يمٌۙ  ve  سَم۪يعٌ  şeklinde haberlerin tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğunu, aralarında و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu  sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Kelimelerin arasındaki vezin uyumu ise muvazene sanatıdır.

[Allah iyi işitici ve iyi bilicidir.] sözü zımnen onlardan sadır olmaması gereken bazı söz ve fiillerin sadır olduğunu gösterir. (Ebüssuûd) 

Ayetin hitabı Efendimize (s.a.) olduğu için muktezâ-i zâhirin hilafına, kelamdan bileni bilmeyen yerine koymaktır. 

عليم  ve  سَم۪يعٌ  kelimeleri feîl vezninde mübalağa sıygasındadır. Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. 

Tezyîl cümlesi önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.