Tevbe Sûresi 99. Ayet

وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللّٰهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِۜ اَلَٓا اِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْۜ سَيُدْخِلُهُمُ اللّٰهُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟  ...

Bedevîlerden kimileri de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır. Harcayacaklarını, Allah katında yakınlığa ve Peygamberin dualarını almağa vesile sayarlar. Bilesiniz ki bu, (Allah katında) onlar için yakınlıktır. Allah, onları rahmetine sokacaktır. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِنَ
2 الْأَعْرَابِ bedevi Araplardan ع ر ب
3 مَنْ kimi de var ki
4 يُؤْمِنُ inanır ا م ن
5 بِاللَّهِ Allah’a
6 وَالْيَوْمِ ve gününe ي و م
7 الْاخِرِ ahiret ا خ ر
8 وَيَتَّخِذُ ve vesile sayar ا خ ذ
9 مَا şeyi
10 يُنْفِقُ verdiği ن ف ق
11 قُرُبَاتٍ yakınlaşmaya ق ر ب
12 عِنْدَ katında ع ن د
13 اللَّهِ Allah
14 وَصَلَوَاتِ ve du’alarını almaya ص ل و
15 الرَّسُولِ Elçinin ر س ل
16 أَلَا iyi bilin ki
17 إِنَّهَا gerçekten o
18 قُرْبَةٌ yakınlık vesilesidir ق ر ب
19 لَهُمْ kendileri için
20 سَيُدْخِلُهُمُ onları sokacaktır د خ ل
21 اللَّهُ Allah
22 فِي içine
23 رَحْمَتِهِ rahmetinin ر ح م
24 إِنَّ muhakkak ki
25 اللَّهَ Allah
26 غَفُورٌ bağışlayandır غ ف ر
27 رَحِيمٌ esirgeyendir ر ح م
 

“Bedevîler” diye çevirdiğimiz “el-a‘râb” kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur’an’ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında, Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yarı göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet’in burada yayılıp tutunabilmesi için onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkârcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur’an şehirlibedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur’an’ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkârcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 120.âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevîler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına işaret edilmiştir. Resûlullah Tebük Seferi’yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icâbet edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Allah ve peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı (90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin farklı okunuşları ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446). 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade “Allah ve resulüne yalan söyleyenler” şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate dayanarak” Allah ve resulünü yalanlayanlar” şeklinde de mâna verilmiştir. 91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Allah ve resulüne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nisbetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler (Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, “gizli veya açık söz ve niyetleriyle” şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70). 92. âyette, Tebük Savaşı’na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları için de dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır (nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213). 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak için izin isteyenlerin sorumlu olacağı ifade edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır (93. âyetteki “geride kalanlar” ve “Allah da onların kalplerini mühürledi” ifadelerinin açıklaması için 87. âyetin tefsirine bk.). 95. âyetteki “tiksinilecek kimseler” şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı “pis ve kirli”dir. Âyette ise, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani iç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir (Râzî, XVI, 164). Meâlde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır. 

 

Kaynak :(Kur’an Yolu )Diyanet tefsiri 

 
غرب Ğarabe : غَرْبٌ güneşin ufkun içinde kaybolmasıdır. غَرَبَ – يَغْرُبُ fiilinin mastarı غَرْبٌ ve غُرُوبٌ şeklinde gelir. غَرِيبُ hem uzakta olan hem de cinsleri arasında benzeri olmayan herşeye denmiştir. غُرَابٌ kargadır, uzaklaşır şekilde uçmasından dolayı bu isim verilmiştir. Fâtır 35/27 ayeti kerimesindeki غَرَابِيبٌ sözcüğü ifade edildiğine göre siyahlık yönünden kargaya benzeyen bir şeydir ve müfredi(tekili) غَربِيبٌ olarak kullanılır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 19 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri garp, garip, garâbet, gurabâ, gurbet, mağrip ve gurûb (güneşin batışı) dur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
 

وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ 

 

وَ  atıf harfidir.  مِنَ الْاَعْرَابِ  car mecruru  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Takdiri,  بعض من الأعراب  şeklindedir.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ dur. Îrabdan mahalli yoktur.

يُؤْمِنُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

بِاللّٰهِ  car mecruru  يُؤْمِنُ  fiiline müteallıktır.

الْيَوْمِ  kelimesi atıf harfi  و ’la  بِاللّٰهِ ’ye matuftur.  الْاٰخِرِ  kelimesi  الْيَوْمِ ’nin sıfatıdır.

يُؤْمِنُ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder. 


 وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللّٰهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِۜ 

 

 

Fiil cümlesidir.  يَتَّخِذُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُنْفِقُ مَغْرَماً dir. Îrabdan mahalli yoktur.

يُنْفِقُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  قُرُبَاتٍ  kelimesi  يَتَّخِذُ  fiilinin ikinci mef’ûlun bihi olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

عِنْدَ  mekân zarfı,  يَتَّخِذُ  fiiline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

صَلَوَاتِ  kelimesi  قُرُبَاتٍ e matuftur.  الرَّسُولِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

يُنْفِقُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  نفق ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.

 

 اَلَٓا اِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْۜ سَيُدْخِلُهُمُ اللّٰهُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ 

 

İsim cümlesidir. اَلَٓا  tenbih harfidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.

هَا  muttasıl zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  قُرْبَةٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

لَهُمْ  car mecruru  قُرْبَةٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.  سَيُدْخِلُهُمُ  fiilinin başındaki  سَ  harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.

سَيُدْخِلُهُمْ  merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir  هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

فٖى رَحْمَتِهٖ  car mecruru  سَيُدْخِلُ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  ه  muzâfun ileyh olarak mecrurdur.   


 اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنَّ nin ismi olup lafzen mansubdur.

غَفُورٌ  kelimesi اِنَّ nin  haberi olup lafzen merfûdur.  رَحٖيمٌ  ikinci haber olup lafzen merfûdur.

غَفُورٌ - رَحٖيمٌ  isimleri mübalağa sıygasındadır. Son derece affeden ve son derece merhamet eden demektir.

Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللّٰهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِۜ

 

Ayet, önceki ayetteki …وَمِنَ الْاَعْرَابِ  cümlesine matuftur. Önceki ayetteki cümlenin mukabili olarak gelen, sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  مِنَ الْاَعْرَابِ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مَنْ  muahhar mübtedadır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Müsnedün ileyh konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ in sılası  يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Aynı üslupta gelen  وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللّٰهِ  cümlesi, müşterek ism-i mevsûl  مَنْ in sılasına matuftur.

وَيَتَّخِذُ  fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا nın sılası  …يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümledeki fiiller muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

İmanlı bedevilerin özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.

عِنْدَ اللّٰهِ  izafetinde Allah Teâlâ'ya ait zamire muzâf olan  عِنْدَ  şan ve şeref kazanmıştır.

قُرُبَاتٍ - عِنْدَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

قُرُبَاتٍ  lafzı, Allah’ın rızası ve cennette yüksek dereceler manasında mecazdır.

(Âşûr)

Keşşâf sahibi şöyle demektedir:  قُرُبَاتٍ  kelimesi,  يَتَّخِذُ  (edinir) fiilinin ikinci mef'ûlüdür. Buna göre mana, “Onun infakı, Allah'a yakınlığın ve Resulünün dualarının meydana gelmesi içindir; çünkü Resul, tasadduk edenlere hayır ve bereket duaları edip onlar için mağfiret talebinde bulunur.” şeklinde olur. Bu Hz. Peygamberin tıpkı “Allah'ım, Sen Ebu Evfâ'nın aile ve çoluk çocuğuna rahmet et!” demesi gibidir. Cenab-ı Hakk da “Onlara dua et!” (Tevbe Suresi, 103) buyurmuştur. Binaenaleyh o kimsenin infak ettiği şeyler, Allah'a yaklaşma ve Resulünün dualarının meydana gelme vesilesi olunca “O, infak ettiği şeylere, Allah'a yakınlık ve Resulünün dualarına bir vesile edindi.” denilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)


اَلَٓا اِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْۜ

 

Tenbih ve tekid harfi  اَلَٓا ’nın dahil olduğu cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ  ile tekid edilen cümle faide-i haber inkârî kelamdır.

ف۪ي رَحْمَتِه۪  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla küfür içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü küfür hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

[Haberiniz olsun ki bu, onlar için gerçek bir yakınlıktır.] buyurmuştur. Bu ifade, Allah tarafından, tasaddukta bulunan kimse için infakının Allah'a yakınlaşma ve Peygamberinin dualarına vesile olduğuna dair inancı konusunda bir şehadettir. Cenab-ı Hakk bu şehadetini, hem harf-i tenbih olan  اَلَٓا  (Dikkat edin, iyi bilin!) edatı hem de tahkik harfi olan   اِنَّ  edatı ile tekid etmiştir.

Daha sonra bu tekidi iyice arttırarak [Allah onları rahmetine koyacaktır.] buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

قُرْبَةٌ   bu kelime tıpkı  كُتُب (kitaplar),  رُسُل (peygamberler) ve  طُنُب (uzun ip) kelimelerinde olduğu gibi tahfifle okunmuştur. Bu kelimelerde de aslolan ötre ile okumaktır. Bu harfleri sükunla okumak, tahfif ile okumak demektir. (Fahreddin er-Râzî)

قُرْبَةٌ ’deki nekre, tazim ifade eder. (Âşûr)


سَيُدْخِلُهُمُ اللّٰهُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ 

 

Müstenefe olarak fasılla gelen cümle istikbal harfi ile tekid edilmiştir. İstikbal harfi سَ, vaat ve vaîd siyakında tekid ifade eder.

Cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

رَحْمَتِه۪  izafetinde Allah Teâlâ'ya ait zamire muzâf olan  رَحْمَتِ  şan ve şeref kazanmıştır.

سَ  harfi Allah’ın “Onları rahmetine sokacaktır.” vaadinin gerçekleşeceğine işarettir. (Beyzâvî)

Rahmet sıfattır. İnsanın girebileceği bir mekân değildir. Burada rahmetten kasıt Allah’ın rahmetinin indirileceği mekân olan cennettir. Ayette hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Veya sıfatla mevsuf kastedilmiştir. (Sâbûnî) Rahmetin en çok tecelli ettiği yer cennettir.


  اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟

 

Ta’liliyye olan cümle fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisaldir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması, telezzüz ve teberrük içindir.

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Allah’ın  غَفُورٌ  ve  رَح۪يمٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder.

Haber olan iki vasfın aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. 

Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)

غَفُورٌ -  رَح۪يمٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf  sanatıdır.

Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

قُرْبَةٌ - قُرُبَاتٍ  ve  رَح۪يمٌ۟ - رَحْمَتِه۪ۜ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Son iki ayet birlikte düşünüldüğünde tefrik sanatı olduğu görülür.

Tefrik, cem’in zıddıdır. İki şey zikredilir sonra bunlar bir hükümde birleştirilmez, aksine aralarındaki farklılık zikredilir. Daha çok medh, zem ve benzeri durumlarda söz konusu olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’  İlmi)