بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَۙ
Tevhid ilkesinin sembolü olarak Mekke döneminin ilk yıllarında inen bu sûrede Mekkeli müşriklerin şahsında bütün putperestlere ilân edilmek üzere iman ile şirkin ayrı şeyler olduğu, bu iki inanç sistemi arasında bir benzerlik bulunmadığı, dolayısıyla ikisinin birlikte bulunmasının, iki inanç arasında bir uzlaşmaya gidilmesinin mümkün olmadığı kesin olarak ifade edilmiştir.
Bazı müfessirlere göre 2-3. âyetlerde, gelecekte Hz. Peygamber’in müşriklerin taptığına tapmayacağı, onların da Hz. Peygamber’in taptığına tapmayacakları ifade edilmiş; 4-5. âyetlerde ise halihazırda da onların tutumlarının farklı olmadığı bildirilmiştir. Ancak Şevkânî bu yorumu reddetmekte, 4-5. âyetlerin 2-3. âyetlerdeki gerçeği pekiştirdiğini söylemekte; bu tekrarlara dil kurallarından ve Arap şiirinden örnekler getirmekte, Hz. Peygamber’in hadislerinde de benzer tekrarların bulunduğunu ifade etmektedir (bk. V, 599-600). Bizim tercihimiz de bu yöndedir. Zira 2-3. âyetlerde Hz. Peygamber’in şahsında müminlerin sadece bir Allah’a kulluk etmeleri emredilmiş, Allah’a ortak koşanlarla gerek inanç gerekse ibadet bakımından hiçbir şekilde benzerliklerinin bulunmadığı vurgulanmıştır. 4-5. âyetlerde ise Hz. Peygamber’i kendi dinlerine döndürmek isteyen putperestlerin ümidini kırmak maksadıyla söz tekrar edilmiştir. “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” şeklinde tercüme ettiğimiz 6. âyet, daha geniş kapsamlı ve daha vurgulu bir şekilde önceki âyetleri tekit eder ve bu iki din arasında uzlaşmanın olamayacağını gösterir. Zira bu iki dini uzlaştırmak, hak ile bâtılı uzlaştırmak anlamına gelir.
Son âyetten din, vicdan ve ibadet özgürlüğünün esas olduğu, kimsenin herhangi bir dine girmeye zorlanamayacağı anlamının da çıkarılabileceğini düşünen bir kısım müfessirler bu âyetin müşriklere karşı savaşılmasını emreden âyetle (bk. Tevbe 9/36) neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını ileri sürmüşlerdir. Ancak bizim de katıldığımız görüşe göre âyetin hükmü kaldırılmamıştır; çünkü burada bir emir veya yasak değil, bir vâkıanın tesbiti ve ifade edilmesi (haber) söz konusudur; haber ise Allah’tan olduğu için gerçektir, hükmü değişmez (bk. Şevkânî, V, 600).
قُلْ يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَۙ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
Mekulü’l-kavli يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَۙ ‘dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur. 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْـكَافِرُونَۙ münadadan bedel veya atf-ı beyan olup lafzen merfûdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye mübdelün minh denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ـكَافِرُونَ kelimesi, sülâsi mücerredi كفر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُلْ يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَۙ
Sure, berâat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlenin mekulü’l-kavli …يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَ , nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
يَٓا nida edatı, اَيُّ münadadır. هَا , tekid ifade eden tenbih harfidir.
الَّذ۪ينَ münadadan bedeldir. Bedel ıtnâb sanatı babındandır. اَيُّهَا الْـكَافِرُونَ nidasıyla, arkadan gelen mananın önemine dikkat çekilmiştir. Nidanın cevabı sonraki ayettedir.
Ayetin başında قُلْ emrin bulunması mekulü’l-kavlin Allah katında bir önemi, şanı ve ciddiyeti bulunduğuna işaret eder.
Kur’an’da bu tip يَٓا اَيُّهَا formundaki nida çoktur. İçinde tekid türlerini barındırmaktadır. Yakına seslenmede uzak için kullanılan يَٓا nida harfinin seçilmesi, hemen arkasından اَيُّ lafzının ve tenbih edatı hâ’nın gelmesi, nida harfinin anlamını güçlendirir ve muhatabın dikkat kesilmesini sağlar.
الْـكَافِرُونَ ’deki elif lam takısı ahd içindir.
Bu hitaba muhatap olanlar, Allah’ın bunların iman etmeyeceklerini bildiği belli inkârcılardır. (Keşşâf)
يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَۙ [Ey Kâfirler!] diye küfür sıfatını belirterek yapılan hitap, Mekkelileri kınamayı ve yaptıklarının çirkinliğini ifade eder. (Safvetü’t Tefâsir)
Fahreddin er-Râzî ’ye göre ayetle ilgili üç soru akla gelebilir:
1- Aynı muhataplara başka surelerde cahiller şeklinde hitap edilirken niçin bu surede kâfirler diye hitap edilmiştir? Râzî bunu şöyle açıklar. Çünkü bu sure tamamıyla kâfirler hakkında inmiştir. Bu nedenle burada mübalağanın bulunması kaçınılmazdır. Zira kâfir kelimesinde hem mutlak olarak hem de kayıtlı olarak zikredildiğinde tam bir kötüleme anlamı bulunmaktadır. Halbuki cahil kelimesi böyle değildir, zira bu kelime takyid ile kullanıldığı zaman kötüleme manası ifade etmeyebilir. Ayrıca dünyada bir kişiyi yermek için kâfir kelimesinden daha ağır bir lafız yoktur.
2-Tahrim Suresinin başında اَيُّهَا lafzının başında قُلْ hitabı yokken bu surenin başında niye vardır ve niçin orada mazi fiil كفرو fiili kullanılırken burada ismi fail olan كَافِرُونَۙ kelimesi kullanılmıştır? Râzî’ye göre bunun nedeni de o surenin kıyametle ilgili olmasıdır. Kıyamette peygamberimiz artık onlar için bir elçi değildir. Onlar da artık hala inkâr edici değillerdir. Gerçeği görmüş ve itaat halindedirler.
3-Burada kâfirler hitabı umumi midir yoksa bir kısım kâfirler midir? Râzî’ye göre, bu hitap umumi değil hususidir. Çünkü kâfirlerden bazıları, mesela ehli kitap, Allah (cc)a ibadet etmektedirler. Dolayısıyla bu hitap onları içine almaz, sadece Hz peygamberi putlarına ibadet etmeye çağıran bir grup kâfiri içine alır. (Fahreddin er-Râzî)
يَا اَيُّهَا ifadesi hususundaki görüşümüz, daha önce birkaç yerde geçti. Biz burada buna, şöyle bir ilavede bulunmak istiyoruz. Hz. Ali (r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
يَا ile, nefse; اَىُّ ile, kalbe; هَا ile de, ruha nida edilmiştir." Şu izah da yapılmıştır:
يَا ile, gaibe; اَىُّ ile, mevcut olana nida edilmiş, هَا ile de dikkat çekilmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta sanki, "Ben sana üç kez seslendim. Sen bana bir kez bile cevap vermedin. Bu ancak, sendeki o gizli cehaletten dolayı böyle olmuştur" demiştir. Şöyle tefsir yapanlar da vardır: Allah Teâlâ, bu ifadede, uzak için kullanılan يَا ile, yakın için kullanılan اَىُّ 'yi beraber zikretmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Senin, benimle yaptığın muamele ve benden kaçışın, uzak olanın (Allah) uzaklaşmasını gerektirir. Ne var ki, benim sana olan ihsanım ve sana gelip ulaşan nimetlerim ise yakın olanın (Allah) yakınlaşmasını gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Biz ona, şah damarından daha yakınız..." (Kaf, 16) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, uzaklaşmayı ifade eden يَا yı, yakınlaşmayı ifâde eden اَىُّ den önce getirerek, adeta, "Kusur senden, muvaffakiyet benden..." demek istemiştir. Daha sonra da, يَا yi zikretmiştir. Çünkü, uzaklaşmayı gerektiren يَا tıpkı bir ölüm gibi, yakınlaşmayı ifâde eden اَىُّ ise, tıpkı bir hayat gibidir. Binâenaleyh, bu ikisi mevcut olup tahakkuk edince, ölümle hayat arasında yer alan bir hal de tahakkuk eder ki, bu hal, uykudur. Uyuyanın, mutlaka uyandırılması gerekir, هَا ise, tenbih (uyandırma) edatıdır. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, bu nidayı, bu harf ile bitirmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ
لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَعْبُدُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنا ’dir. Nidanın cevabıdır.
مَا müşterek ism-i mevsûl mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası تَعْبُدُونَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. Aid zamir mahzuftur. تَعْبُدُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ
Fasılla gelen ayetin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Ayet nidanın cevabıdır. Menfi mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sıla cümlesi olan تَعْبُدُونَۙ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَٓا اَعْبُدُ - تَعْبُدُونَۙ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tapmam derken, bununla gelecekteki tapma kastedilmiştir; çünkü مَا , sadece şimdiki zaman anlamındaki muzari fiilin başına geldiği gibi لَٓا edatı da ancak gelecek zaman anlamındaki muzari fiilin başına gelir. Dikkat edersen لن edatı da لَٓا ’nın verdiği olumsuzluğu pekiştirmektedir.
Halil (b. Ahmed) (v. 175/791) لن hakkında; “Bunun aslı لا أنْ ’dir” demiştir. Anlam; “Sizin ilâhlarınıza tapma adına benden talep ettiğiniz şeyi gelecekte yapacak değilim! Siz de benim İlâh’ıma tapma adına sizden talep ettiğim şeyi yapacak değilsiniz -anlaşıldı-!” şeklindedir. (Keşşâf)
لَٓا اَعْبُدُ lafzının muzari olarak gelişi şimdiki zamanda olduğu gibi gelecekte de ibadet etmem manasını taşır. Çünkü muzari hal manasına geldiği gibi, gelecek manasına da gelir. (Âşûr)
مَا تَعْبُدُونَۙ ibaresinde مَا ism-i mevsulü ibham için gelmiştir. Vurguda mübalağa içindir. (Âşûr)
Bir görüşe göre ilk iki cümle, gelecek ibadetin nefyi (olumsuzluğu) için olduğu gibi, bu son iki cümle de, şu andaki ibadetin olmayacağını ifade etmektedir." (Yani şu anda da ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmıyorum; siz de benim tapmakta olduğuma tapmıyorsunuz.) (Ebüssuûd)
Niçin burada لَنْ ile tekid yapılmadı?
Tekrar, tekid ve pekiştirme için olunca, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
لَنْ اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ "Kesinlikle sizin taptıklarınıza tapmayacağım" demesi gerekirdi. Çünkü bu ifade, daha tekitlidir. Baksana, Ashab-ı Kehf, durumu tekitli bir şekilde ifade ederek, "(Ey Rabbimiz), biz kesinlikle senden başka bir ilaha tapmayacağız." لَنْ تَدْعُو (Kehf, 14) demişlerdir?
Cevap: Tekidli ifadeye, töhmet ve itham bulunan yerlerde ihtiyaç duyulur. Halbuki herkes, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, şeriat (İslâm) gelmezden önce de, putlara tapmadığını biliyordu. Binâenaleyh artık şeriat geldikten sonra o, nasıl putlara tapar. Ama Ashab-ı Kehf'in durumu böyle değildir. Çünkü onlar daha önce, putlara tapmışlardır. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ
وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la nidanın cevabına matuftur. İsim cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَابِدُونَ haber olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
مَا müşterek ism-i mevsûl amili ism-i fail عَابِدُونَ ‘nin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اَعْبُدُۚ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır. 2. Haber olmalıdır. 3. Sıfat olmalıdır. 4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mef’ûl alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ismi failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَعْبُدُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنا ’dir.
عَابِدُونَ kelimesi, sülâsi mücerredi عبد olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ
Ayet, atıf harfi وَ ile nidanın cevabı olan لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
لَٓا اَنْتُمْ mübteda, عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ haberdir. Müsned olan عَابِدُونَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
İsm-i fail veznindeki عَابِدُونَ ‘nin mef’ûlü olan müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sıla cümlesi olan اَعْبُدُۚ müspet mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اَعْبُدُۚ - عَابِدُونَ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ
وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la nidanın cevabına matuftur. İsim cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
Munfasıl zamir اَنَا۬ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَابِدٌ haber olup lafzen merfûdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl amili ism-i fail عَابِدٌ ‘nin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası عَبَدْتُمْ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
عَبَدْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْۙ fail olarak mahallen merfûdur.
İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır. 2. Haber olmalıdır. 3. Sıfat olmalıdır. 4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır. Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mef’ûl alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsmi fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَابِدٌ kelimesi, sülâsi mücerredi عبد olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ
Ayet, atıf harfi وَ ile nidanın cevabı olan لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Önceki cümlenin manen ve lafzen tekidi hükmündeki cümle وَ ’la atfedilerek tekid kuvvetlendirilmiştir.
اَنَا۬ mübteda, عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ haberdir.
Müsned olan عَابِدٌ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
İsm-i fail veznindeki عَابِدٌ ‘nun mef’ûlü olan müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sıla cümlesi olan عَبَدْتُمْۙ müspet mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ cümlesi ile وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ cümlesi arasında mukabele ve aks sanatları vardır.
عَبَدْتُمْۙ - عَابِدٌ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
[Ben sizin taptıklarınıza tapmam,] hiç tapmamışımdır! Yani ben geçmişte de sizin taptıklarınıza tapan biri olmadım; yani Cahiliye devrinde bile benden herhangi bir puta tapma alışkanlığı sadır olmamışken, İslam döneminde böyle bir şey benden nasıl beklenebilir? [Siz de benim tapmakta olduğuma tapmış ve tapmakta değilsiniz!] Yani siz de hiçbir vakit benim tapmakta olduğuma tapmış değilsiniz. (Keşşâf)
مَا عَبَدْتُمْۙ ibaresinde fiilin mazi gelmesi; kafirlerin putlara tapmalarının çok eski zamanlardan beri olduğunu vurgulamak ve kendisinin de şimdi olduğu gibi geçmişte de tapmadığını ifade etmek içindir. Çünkü şöyle de diyebilirdi: ولا أنا عابِدٌ ما كُنّا نَعْبُدُ Ben de eskiden ibadet ettiğimiz şeylere tapan biri değilim. (Âşûr)
وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ
وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la nidanın cevabına matuftur. İsim cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَابِدُونَ haber olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
مَا müşterek ism-i mevsûl amili ism-i fail عَابِدُونَ ‘nin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اَعْبُدُ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır. 2. Haber olmalıdır. 3. Sıfat olmalıdır. 4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır. Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mefûl alabilir. Bu fail veya mefûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَعْبُدُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنا ’dir.
عَابِدُونَ kelimesi, sülâsi mücerredi عبد olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ
Ayet, atıf harfi وَ ile nidanın cevabı olan لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
Önceki cümlenin manen ve lafzen tekidi hükmündeki cümle وَ ’la atfedilerek tekid kuvvetlendirilmiştir. (Âşûr)
اَنْتُمْ mübteda, عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ haberdir. Müsned olan عَابِدُونَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
İsm-i fail veznindeki عَابِدُونَ ‘nin mef’ûlü olan müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sıla cümlesi olan اَعْبُدُۚ müspet mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اَعْبُدُۚ - عَابِدُونَ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ - وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ ile وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ - وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ arasında mukabele vardır. İlk ikisi şimdiki zaman, son ikisi ise gelecek zaman içindir. Bu mukabelede hem şimdiki, hem de gelecek zamanda putlara ibadet reddedilmiştir. Bu, güzelleştirici edebî sanatlardandır. (Safvetü’t Tefâsir)
Şayet (Karşı tarafa) عَبَدْتُمْۙ dendiği gibi (Peygamber tarafından da عَبَدْتُ (taptığıma) denmesi gerekmez miydi?” dersen şöyle derim: Gerekmez; çünkü onlar peygamberlikten önce putlara tapmaktaydılar; Hz. Peygamber ise henüz o vakitte (bilinen İslamî anlamda) Allah’a kulluk etmiyordu.
Peki, neden akıl sahiplerini betimleyen مَنْ değil de akılsız varlıkları betimleyen مَٓا ile gelmiştir?”(Yani Allah Teâlâ’dan neden “kişi” olarak değil de “şey” olarak bahsedilmiştir.) dersen şöyle derim: Çünkü burada kastedilen, sıfat olup buna göre adeta; “Ne ben batıla taparım ne de siz hakka taparsınız.” buyurulmuştur.
مَٓا ’nın masdar edatı olduğu da söylenmiştir; yani ben sizin ibadetinizi yapmam, siz de benim ibadetimi yapmazsınız! (Keşşâf)
Başlangıçta muzari sigasıyla burada mazi sigasıyla buyurulması, onların halde olduğu gibi, geçmişteki tapmalarına da Peygamber'in iştirak etmemiş olduğuna işaret eder. Bundan dolayı bazıları buradaki ism-i failinin mazi (geçmiş zaman) manasına olduğunu söylemişlerdir. (Elmalılı)
Burada tekidin faydası da o kafirlerin ümitlerini kesmek ve ebedi olarak küfürde kalacaklarını tesbit etmektir". (Elmalılı)
لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ
لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ
İsim cümlesidir. لَـكُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. د۪ينُكُمْ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. لِيَ car mecruru atıf harfi وَ ile لَـكُمْ ‘e mütealliktir.
لِيَ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. د۪ينِ muahhar mübteda olup mahzuf يَ üzere mukadder damme ile merfûdur.
لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ
Ayet ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve icâz-ı hazif vardır. لَـكُمْ mahzuf mukaddem habere mütealliktir. د۪ينُكُمْ muahhar mübtedadır.
Car mecrur takdimi kasr ifade etmiştir. (Âşûr ve Fahreddin er-Râzî) Kasr, mübteda ve haber arasındadır. Takdim kasrında takdim edilen her zaman maksûrun aleyh, tehir edilen ise maksûrdur. لَـكُمْ maksurun aleyh/sıfat, د۪ينُكُمْ maksûr/mevsûf olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
Yani müsnedün ileyhin, takdîm edilen bu müsnede has olduğu ifade edilmiştir.
Mecrur haber, vasıf kuvvetindedir. Haber olarak gelen mecrurlar, zarflar, mübtedanın bununla vasıflandığını ifade ederler. Nahiv alimlerinin açıkladığı gibi kelamda كائِنٍ benzeri bir müstekar takdiriyle husûl ve sübut ifade eder. (Âşûr, Şuarâ/113)
Müsnedün ileyhin izafetle marife olması muzâfun ileyhi tahkir ifade eder.
Aynı üslupta gelen وَلِيَ د۪ينِ cümlesi makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında lafzen ve manen mutabakat mevcuttur. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَـكُمْ د۪ينُكُمْ cümlesi ile وَلِيَ د۪ينِ cümlesi arasında mukabele ve aks sanatları vardır.
د۪ينُ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayet öncesindeki ayetleri tekid makamında mesel tarikindeki tezyil cümlesidir. (Âşûr)
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ
Müfessirlere göre “Allah’ın yardımı”ndan maksat, Mekke putperestlerine veya bütün düşmanlarına karşı Allah’ın Hz. Peygamber’e yardım etmesi ve onu zafere kavuşturmasıdır; mecazen “dinin kemale ermesi, son şeklini alması” anlamında da yorumlanmıştır. “Fetih”ten maksat ise başta Râzî’nin “fetihlerin fethi” dediği Mekke’nin fethi olmak üzere Hz. Peygamber’e nasip olan bütün fetihlerdir. Fetih mecaz olarak “Hz. Peygamber’e verilen ilimler, dünya nimetleri, cennet” olarak da yorumlanmıştır (Râzî, (XXXII, 153-155; Şevkânî, V, 602-603).
Sûrede Hz. Peygamber’in şahsında genel olarak müminlere hitap edilerek Allah Teâlâ kendilerine bir nimet ve yardım lutfettiğinde O’na hamd ve şükretmeleri gerektiği ifade edilmektedir. Müminler Mekke döneminde fakir ve güçsüzdü; müşriklerin kendilerine yaptıkları zulme karşılık verecek durumda değillerdi. İnsanlığı kurtuluşa çağıran Hz. Peygamber, çağrısına olumlu cevap alamadığı için üzülüyor, hatta kendi kavmi tarafından din konularında yalan söylemekle suçlanıyordu (bk. Hûd 11/12; En‘âm 6/33-35). Fakat Medine döneminde müminler güçlenerek kendilerine haksızlık eden inkârcılara karşı savaşacak duruma geldiler ve fetihler başladı. Bu durum Araplar’ın İslâm’a girmesinde büyük etken oldu. Özellikle Mekke’nin fethinden sonra Arap kabileleri savaşmaksızın İslâm’ın hâkimiyetini kabul etmiş ve akın akın İslâm’a girmişlerdir. 2. âyet bunu ifade etmektedir. 3. âyette ise daha önce müşrikler tarafından “sihirbaz, şair, kâhin, mecnûn” gibi yakışıksız sıfatlarla nitelenerek her türlü hakarete mâruz bırakılan Hz. Peygamber’e, kendisini bu durumdan kurtaran Allah’a hamd ve şükretmesi emredilmektedir. Mekke’den hicret ederken Sevr mağarasında gizlendiğinde yanında sadece Hz. Ebû Bekir vardı; şimdi ise binlerce sahâbî ile birlikte Mekke’yi fethetmiş, bu arada tarihin en büyük ve en yapıcı inkılâbını gerçekleştirmişti. İşte bu sebeple müminlerden yüce Allah’a hamdetmeleri, kendilerine nasip edilen zafer ve fetih nimetlerinin şükrünü yerine getirmeleri istenmektedir.
Hz. Peygamber’in günahtan korunduğu bilinmektedir (ismet). Buna rağmen ona Allah’tan af dilemesi emredildiğine göre bunun mânası ya ümmeti için, onların adına af dilemesi veya –günahtan uzak dursa bile– Allah’tan af dilemek kullukta kemalin gereği olduğu için “Allah’ın lutuf ve inâyetine her zaman muhtaç olduğunu dile getirmesi, her şeye rağmen ibadetlerini mükemmel görmeyip bu sebeple O’ndan af dilemesi”dir. Bu sûre indikten sonra Hz. Peygamber’in, “Allahım! Sana hamd eder ve seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Beni bağışla, çünkü sen tövbeleri kabul edensin!” anlamındaki duayı sık sık tekrarladığı rivayet edilmektedir (İbn Kesîr, VIII, 532-533; ayrıca bk. Fetih 48/1-3).
Sahabeden bazıları bu âyetlerden Hz. Peygamber’in görevinin tamamlandığı ve artık vefatının yakın olduğu sonucunu çıkarmışlardır (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 110). Bundan dolayı sûreye “vedalaşma” anlamında “Tevdî” ismi de verilmiştir. Nitekim bu âyetler indikten sonra Hz. Peygamber’in ancak seksen gün gibi kısa bir süre yaşadığı rivayet edilmektedir (bk. Kurtubî, XX, 233).
اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَٓاءَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. نَصْرُ fail olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْفَتْحُ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
اِذَا جَٓاءَ [Geldiği zaman.] اِذَا tahakkuk ifade eden bir zaman zarfı olduğu için fiili maziye gelir, şart manasına delalet ettiği için de mazinin manasını geleceğe çevirerek şartın gelecekte gerçekleşeceğini ifade eder. Burada şartı, جَاءَ ile ona atfedilen رَاَيْتَ fiilinin toplamıdır, cevabı da فَسَبِّحْ ve matufudur. (Elmalılı)
اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ
Sure, berâat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Şart üslubunda gelen cümlede, şart edatı اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ şart cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart cümlesi اِذَا ‘nın muzâfun ileyhidir. Şart manalı zaman zarfı اِذَا , cevap cümlesine mütealliktir. Şartın cevabı 3. ayette gelmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
اِذَا edatı إنْ edatının aksine kesinlik, zan ve vukuu çokça olan cümlelerde bulunma özelliğine sahiptir. Çünkü إنْ edatı şüphe, vehim ve vukuu nadir olan cümlelerde bulunur. (Itkan c.1, s. 407)
جاءَ fiili mecâzen oldu ve gerçekleşti manasında kullanılmıştır. (Âşûr)
Veciz ifade kastına matuf نَصْرُ اللّٰهِ izafetinde Allah ismine muzâf olan نَصْرُ , şan ve şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
الْفَتْحُۙ , tezâyüf nedeniyle نَصْرُ ‘ya atfedilmiştir.
الْفَتْحُۙ - نَصْرُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
جَٓاءَ fiili, الْفَتْحُۙ ve نَصْرُ ‘ya isnad edilmiştir. Bu ifadede meknî istiâre sanatı vardır. Canlılara mahsus olan gelme fiili fetih ve yardıma nispet edilerek, cansız olan şeyler, iradesi olan bir canlı yerinde kullanılmıştır. Mübalağa için gelen bu üslupta tecessüm sanatı da vardır. الْفَتْحُۙ ’daki tarif, ahd içindir. (Âşûr)
Allah'ın yardımı seni düşmanlarına galip getirdiği ve fetih, Mekke fethi geldiği zaman... Allah Teâlâ’nın, bu fethi vukuundan önce bildirmesi, Peygamberlik alametlerindendir. Çünkü rivayete göre bu sure, Mekke'nin fethinden önce nazil olmuştur. Çoğunluğun görüşü bu istikamettedir. Mekke fethi; gözlerin beklediği bir fetihtir. Bundan dolayı ona ”fetihlerin fethi" adı verilmiştir. Mekke fethi, Fetih suresinin başında vadedilmiştir. (Rûhu’l Beyân)
نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ ayetinde umumdan sonra hususun zikri vardır. Zira Allah'ın yardımı bütün fetihleri kapsamaktadır. Yüce Allah Mekke fethinin şanının yüceliğini vurgulamak ve önemini göstermek için bu fethi, yardım üzerine atfetmiştir. (Safvetü’t Tefâsir) Kur’an-ı Kerim’de yedi sure şart edatı ile başlamıştır. Bunlar; Vâkıa, Munâfikûn, Tekvir, İnfitar, İnşikâk, Zilzal ve Nasr sureleridir. (İtkan, c. S. 282)
Önceki sûrede Cenâb-ı Hak, kendi isimlerinden hiçbirini zikretmemiş, kendisine مَا ism-i mevsulü ile işaret etmiştir. Buna göre sanki, "Ben, isimlerimi, öylesine yerde zikretmem. Çünkü o zaman onlar isimlerimi hafife alırlar ve böylece cezaları daha da artar" demek istemiştir. Bu sûrede ise en büyük isimlerini zikretti. Çünkü bu, dostları hakkında indirilmiş bir sûredir. Cenâb-ı Hak bunda, en büyük ismi olan "Allah" Iafzını zikretmiştir ki böylece, bunu okumak suretiyle daha büyük mükâfaata ersinler. Buna göre sanki, "Benim ismimi kafirlere karşı anma ki onlar ismimi hor ve hakir görmesin, hafife almasınlar. Ama ismimi dostlarımın yanında yad et ki, onlar ismime saygı duysunlar" demek istemiştir.(Fahreddin er-Râzî)
نَصْرُ ile الْفَتْحُۙ arasında ne fark vardır ki, bu kelimeler birbirine atfedilmiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
a) "en-Nasr", elde edilmek istenen şeyi, elde etmek için yapılan yardımı; "el-Feth" ise, muallakta olan neticeyi elde etmek ve gerçekleştirmek demektir. Şimdi, "nasr"ın, "feth"in bir sebebi gibi olduğu açıktır. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, önce "en-Nasr"ı zikretmiş, sonra da "feth"i ona atfetmiştir.
b) Şöyle denilmesi de muhtemeldir: Nasr, dinin kemalidir; feth ise, nimetin tamamı olan, dünyevî ikbaldir. Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu gün sizin dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım" (Maide, 3) ayetidir.
c) Nasr, dünyada, Minâ'da elde edilen zaferdir; feth ise, cennet ile tahakkuk edecektir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, "ve o (cennetin) kapıları açıldığında..."(Zümer,73) buyurmuştur. "Nasr" hususundaki görüşlerin en açığı, bununla, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Kureyş'e veya bütün Arablara galib geleceğinin kastedilmesidir. (Fahreddin er-Râzî)
وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ
وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رَاَيْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur. النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. رَاَيْتَ ‘bilmek’ anlamında kalp fiillerindendir.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller ‘etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi’ gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَدْخُلُونَ fiili النَّاسَ ‘nın hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَدْخُلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. ف۪ي د۪ينِ car mecruru يَدْخُلُونَ fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır.
اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اَفْوَاجاً kelimesi يَدْخُلُونَ ‘deki failin hali olup fetha ile mansubdur.
وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki şart olan اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
النَّاسَ kelimesi رَاَيْتَ fiilinin mef’ûlüdür.
يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ cümlesi النَّاسَ ‘nın halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يَدْخُلُونَ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
رَاَيْتَ fiili bu ayette ru’yet veya basiret manasına gelebilir. رَاَيْتَ fiili, basiret manasında alındığında, يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ cümlesi, fiilin mef’ûlünden hal olur. رَاَيْتَ fiili, ru’yet manasında düşünüldüğünde bu cümle, fiilin ikinci mef’ûlü olur.
ف۪ي د۪ينِ car mecruru يَدْخُلُونَ ’ye mütealliktir.
اَفْوَاجاًۙ kelimesi, يَدْخُلُونَ fiilinin failinden haldir. Hal anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
د۪ينِ kelimesinin lafza-ı celâle muzâf olması د۪ينِ için şeref ve tazim ifade eder. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
ف۪ي د۪ينِ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla د۪ينِ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü د۪ينِ , hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır. Câmî’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.
النَّاسَ ’deki marifelik örfî istiğrak içindir. (Âşûr)
Ve insanların yani Arapların grup grup Mekkeliler, Tâifliler, Yemenliler, Hevâzinliler ve diğer Arap kabileler gibi büyük topluluklar halinde Allah'ın dinine, kendisinden başka gerçek din olmayan İslam dinine girdiklerini gördüğün zaman..(Rûhu’l Beyân).
وَرَاَيْتَ النَّاسَ ayetinde kül zikredilmiş, cüz murâd edilmiştir. النَّاسَ lafzı umûmîdir. Maksat Araplardır. (Safvetü’t Tefâsir)
يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ ayetinde, Allah'ın dini’nden maksat İslâmdır. Yüce Allah, dinin şerefini ve yüceliğini göstermek için, Allah'ın dini demiştir. بيت الله (Allah'ın evi), ناقت الله (Allah'ın devesi) ifadelerine benzer. (Safvetü’t Tefâsir)
Cenâb-ı Hak, فٖى دٖينِ اللّٰهِ buyurmuş, fakat فٖى دٖينِ الرَّبِّ "Rabbin dinine...", veya diğer isimlerle ifade buyurmamıştır. Ki, bunun şu iki sebebi vardır:
1) Çünkü Allah ismi, zata ve sıfatlara delalet ettiği için, isimlerin en büyüğüdür. Cenâb-ı Hak adeta şöyle buyurur: "Bu dinin, Allah'ın dini olmaktan başka bir haslet ve özelliği olmasa bile, onun kabul edilmesi zorunlu ve vâcibtir."
2) Cenâb-ı Hak şayet, فٖى دٖينِ الرَّبِّ demiş olsaydı, bu, "Bu dini kabul etmek sana vâcibtir; çünkü O, seni terbiye etti; sana ihsanda bulundu" manasını ihsas eder; o zaman da, senin O'na yapmış olduğun taat ve ibadet ise, bir menfaat isteği ve talebine yönelik olarak meydana gelmiş olur; böylece de ihlas bulunmamış olur. İşte buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bana olan kulluk hizmetini, sana dönecek bir faydadan dolayı değil, ben Allah ve ilah olduğun için ihlasla yap" demiş olur. (Fahreddin er-Râzî)
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُۜ اِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُۜ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. سَبِّحْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. بِحَمْدِ car mecruru سَبِّحْ ‘deki failin mahzuf haline mütealliktir. Takdiri, متلبسا بحمد. (Hamd ile kuşanmıştır.) şeklindedir. Aynı zamanda muzâftır.
رَبِّكَ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اسْتَغْفِرْهُ atıf harfi وَ ‘la سَبِّحْ ‘e matuftur.
اسْتَغْفِرْهُۜ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
سَبِّحْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi سبح ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اسْتَغْفِرْهُۜ fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi غفر ‘dir.
Bu bab fiile talep, tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
Bir de bu ayette ihtibak sanatı olduğu söylenmiştir. Asıl kelam: "Ona istiğfar et, çünkü o bir mağfiret edicidir ve tevbe et, çünkü o bir tevbeleri kabul edicidir" demek olup, her birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir. (Elmalılı)
اِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. كَانَ ‘nin dahil olduğu cümle اِنّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir. تَوَّاباً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُۜ
Fasılla gelen ayetin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Ayet, önceki iki ayetteki şart cümlelerinin cevabıdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi olan فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları:
- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.
- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh usulü, s. 558-559)
بِحَمْدِ رَبِّكَ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olması, كَ zamirinin ait olduğu Hz. Peygambere, yine Rabb ismine muzâf olması حَمْدِ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için Rabb isminde tecrîd sanatı vardır.
Şart cümlesinde, ulûhiyet ve rubûbiyet ifade eden isimler bir arada zikredilerek Allah’tan başka Rabb olmadığı vurgulanmıştır. Allah ve Rabb isimleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah ve Rabb isimlerinin arka arkaya gelmesiyle Rabbin Allah olduğu, Allah’tan başka Rab olmadığı vurgulanır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 235)
Veciz ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelen بِحَمْدِ رَبِّكَ car mecruru, سَبِّحْ fiilinin failinin mahzuf haline mütealliktir. Halin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Aynı üsluptaki وَاسْتَغْفِرْهُ cümlesi atıf harfi وَ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Sözlükte “suda hızla yüzüp mesafe almak” manasındaki سبح kökünden türeyen tesbih, terim olarak Cenab-ı Hakk’ı ulûhiyetle bağdaşmayan her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih etmeyi ifade eder. Aynı kökten سبحان kelimesine lafza-i celâlin eklenmesiyle oluşturulan sübhanallah سبحان الله terkibi tesbih ile aynı anlama gelir. Her iki terim de Allah’tan başkasına nispet edilemez. (TDV İslam Ansiklopedisi-Tesbih)
[‘’Rabbini hamd ile tesbih et’’] kimsenin aklına gelmeyen şeyleri sana kolaylaştırmasına taaccüp et, ona hamd et ya da nimetlerine hamd ederek onun için namaz kıl. Şüphesiz o, tevbeleri çok kabul edendir mükellefleri yarattığı andan itibaren istiğfar eden için böyledir. (Beyzâvî)
Arap geleneğine göre ihtiyacın istenmesinden önce övgünün gelmesi gibi, tesbih etme ve hamdetme emrinin istiğfar emrinden önce gelmesi de bağışlanmaya icabet için bir hazırlıktır. (Âşûr)
اِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb sanatı babındandır.
إنَّهُ كانَ تَوّابًا cümlesi önceki kelamın tamamı için tezyîldir. (Âşûr)
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ‘nin haberi, nakıs fiil كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi olan كَانَ تَوَّاباً , faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi tekid edilen bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
كَان ’nin haberi, isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan Suresi s.124)
كَان ’nin haberi olan كَانَ تَوَّاباً , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
تَوَّاباً kelimesi, mübalağa ifade eden bir vezindir. Çünkü فعّال vezni, çokluk ifade eden bir kalıptır. (Safvetü’t Tefâsir)
تَوَّاباً kelimesi mübalağa kalıbıdır ve tenkiri tazim içindir. (Âşûr)
اسْتَغْفِرْ - سَبِّحْ - حَمْدِ ve اللّٰهِ - رَبِّ - تَوَّاباً gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıl olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiç bir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Ragıb el-İsfehani كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığı belirtilmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)
Kur’an surelerinin son cümlelerinde, bedî’ manaları olan kelimeler mevcuttur. Bu surede de konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden son cümle, sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
"Tesbihten neyin murad edildiği hususunda izah:
"Tesbih, Allah'ı,tenzih ile zikretmektir. Hz. Peygamber (s.a.s)'e bundan sorulduğunda, cevaben, "Tesbih, Allah'ı bütün kötü şeylerden tenzih etmektir" buyurmuştur. Kelimenin aslı ise سَبَحَ "yüzdü" kelimesinden gelir. Şöyle ki: Yüzen kimse, tıpkı kuşun havada uçması gibi suda yüzer ve kendisini suya batıp da boğulmaktan ya da, su yatağındaki kötü şeylere takılıp da onlarla kirlenmekten korur. Kelimenin şeddeli şekli
سَبَّحَ de, "uzaklaştırmak" anlamına gelir. Çünkü, senin Allah'ı tesbih etmen demek O'nu, hakkında layık ve caiz olmayan şeylerden uzak tutman demektir. Şüphe yok ki bu kelimenin, Allah'ı, nefy ve isbat yönünden, gerek zati, gerek fiili sıfatlar itibariyle hakkında caiz olmayan şeylerden tenzih etmek için kullanılması güzel ve uygun olmuştur. Çünkü, nasıl ki balık necaset kabul etmezse, bunun gibi, Hak Sübhânehû da, Kendisi hakkında asla uygun olmayan şeyleri kabul etmez. O halde "tesbih" kelimesi, hem zat, hem sıfat, hem de fiiller hususunda Allah'ın tenzih edilmesini ifade eder. (Fahreddin er-Râzî)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
تَبَّتْ يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ وَتَبَّۜ
Ebû Leheb, Abdülmuttalib’in oğlu ve Hz. Peygamber’in baba bir amcasıdır. Asıl adı Abdülüzzâ olup parlak yüzlü olduğundan veya öfkelendiğinde yanakları kızardığı için babası tarafından kendisine “alev gibi, çok parlak” anlamına gelmek üzere Ebû Leheb lakabı verilmiştir. Daha önce Hz. Muhammed’i çok sevdiği, hatta iki oğlunu onun kızlarıyla evlendirdiği halde peygamber olduktan sonra onun azılı düşmanı oldu. Hz. Peygamber, insanların Allah katında eşit olduğunu, onların dinî ve ahlâkî erdemlerine göre değerlendirileceklerini söylüyordu. Ebû Leheb ise kibirli, gururlu ve zengin biri olup fakir ve zayıf insanların kendisine eşit tutulmasını kabullenemiyordu. Rivayete göre Resûlullah panayırda dolaşarak insanları İslâm’a davet ederken Ebû Leheb de arkasından gider ve çevresindekilere onun yalancı olduğunu söylerdi (Kurtubî, XX, 236). Hz. Peygamber’e karşı daima onun düşmanlarıyla birlikte hareket etmiş, hem kendisi hem de karısı ona eziyet etmişlerdir. Hicretin 2. yılında çiçek hastalığına yakalandığı için müslümanlara karşı Bedir Savaşı’na katılamamış, fakat yerine adam göndermiş, ayrıca müşriklere malî destekte bulunmuştur. Kureyş’in Bedir’deki yenilgisini ve ağır kayıplarını haber aldıktan yedi gün sonra kahrından öldüğü söylenmektedir. Çiçek hastalığının kendilerine de bulaşacağı korkusuyla ailesinden hiç kimsenin ona yaklaşmadığı, öldüğünde ücretle tuttukları Sudanlılar’a defnettirdikleri rivayet edilir. Ebû Leheb’in kızı müslüman olarak Medine’ye hicret etmiş, oğulları Utbe ile Muttalib de Mekke’nin fethinden sonra İslâm’a girmişlerdir (fazla bilgi için bk. Mehmet Ali Kapar, “Ebû Leheb”, DİA, X, 178-179).
“Ebû Leheb’in elleri kurusun!” meâlindeki 1. âyet mecazi bir ifade olup, “Kahrolası!” anlamında bir bedduadır. Devamındaki “tebbe” fiili, bedduanın gerçekleşeceğini ifade eder. Yine, bu ifadenin mecaz olduğu ve “işinde zarar etsin, işleri kötüye gitsin” anlamına geldiği şeklinde yaygın bir yorum daha vardır; nitekim öyle de olmuştur. İlk “kuruma”yı işlerinin kötü gitmesi için beddua, ikinci “kuruma”yı ise kendi şahsının (nefs) perişan olduğu yönünde bir haber ve bilgi verme olarak açıklayanlar da olmuştur (meselâ bk. Tüsterî, s. 209). Müfessirler 2. âyette Ebû Leheb’in kazandığı bildirilen şeyden maksadın onun çocukları, malı, mevki ve itibarı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyet, bunların hiçbirinin kendisini dünyadaki kötü sondan kurtaramadığını ifade eder. “Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı” diye çevirdiğimiz 2. âyete, “Malı ona ne fayda sağladı, o ne kazandı?” diye soru şeklinde de mâna verilmiştir (Şevkânî, V, 606-607).
Ebû Leheb, Hz. Peygamber’in amcası olduğu için onu desteklemesi ve düşmanlarına karşı koruması gerekirken tam tersine karısıyla birlikte ona eziyet ve sıkıntı verdiklerinden dolayı 3. âyette ateşi son derece şiddetli olan cehenneme gireceği haber verilmiştir.
Ebû Leheb’in karısı, Harb’ın kızı ve Ebû Süfyân’ın kız kardeşi Ümmü Cemîl Avrâ’dır. “Dedikodu yapıp söz taşıyan...” diye çevirdiğimiz 4. âyeti, Hz. Peygamber’e eziyet etmek maksadıyla diken, çalı çırpı toplayıp geceleyin peygamberin yoluna serdiği için “odun taşıyan” diye çevirenler de vardır. Biz meâlde, insanların arasını bozmak amacıyla laf götürüp getirdiği ve Hz. Peygamber’i maddî sıkıntısı sebebiyle aşağıladığı için mecazi anlamda böyle (hammâlete’l-hatab) nitelendirildiği şeklindeki yorumu tercih ettik. Taberî, her iki yorumu destekleyici rivayetler aktardıktan sonra kendisi birinci mânayı tercih etmiştir (bk. XXX, 338-339). Ayrıca hata ve günahlarını yüklenip taşıdığından dolayı mecazi anlamda “yanacağı cehennem için kendi odununu kendisi taşıyan” olarak nitelendirildiği kanaatinde olanlar da vardır (bk. Şevkânî, V, 607-608). Aynı kadın, Lât ve Uzzâ isimli putlara yemin ederek mücevherden yapılmış kıymetli gerdanlığını Hz. Peygamber’e düşmanlık uğrunda harcayacağını büyük bir gururla söylediğinden dolayı da 5. âyet, “Dünyadaki gerdanlık yerine âhirette boynuna ateşten bir ip takılacaktır” şeklinde yorumlanmıştır (bk. Kurtubî, XX, 242).
تَبَّتْ يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ وَتَبَّۜ
Fiil cümlesidir. تَبَّتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. يَدَٓا fail olup müsenna olduğu için elif ile merfûdur. İzafetten dolayı ن harfi hazf edilmiştir. Aynı zamanda muzâftır.
اَب۪ي muzâfun ileyh olup cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için cer alameti ى ‘dir. لَهَبٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
تَبَّ fiili atıf harfi وَ ‘la تَبَّتْ ‘e matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz. Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَبَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
تَبَّتْ يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ وَتَبَّۜ
Sure, berâat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Surenin تَبَّتْ kelimesiyle başlaması, bir azarlama ve tehdit olarak nazil olduğu izlenimini vermektedir. Bu, hiciv şiirlerinin zem ve şetm (yerme ve kötüleme) çağrısıyla başlaması gibi beraatul istihlâldir. (Âşûr)
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Cümle haber formunda geldiği halde muktezâ-i zâhirin hilafına olarak tahkir, tehdit ve beddua manası taşıdığı için lüzumiyet alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Fiilin mef’ûlü olan يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ , az sözle çok anlam ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelmiştir.
تَبَّتْ يَدَٓا [İki eli kurusun] ibaresinde kinaye vardır.
وَتَبَّۜ cümlesi, makabline atfedilmiştir. Aynı üsluptaki cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Matufun aleyhin lafzen ve manen tekidi olan cümle, tehdidi artırmak için وَ ‘la atfedilmiştir.
تَبَّۜ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette, iki mazi fiil dua manasında bir araya gelmiştir. İlk fiil ile ikincisini ayıran يدا , mukadder ikinci fiilin failinden bir cüzdür. Ve bu Ebu Cehil’e aittir. Nitekim ifade sadece bu sureye özeldir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, El-Mucize, C. 1, s.169)
وَتَبَّۜ ‘deki وَ atıf harfidir. Haliyye olması da caizdir. İkinci cümle bedduanın bedduaya atfıdır ve ilk cümleyi tekid eder. (Âşûr)
Azarlama ve tehdit için gelen bu surenin ilk ayetinde berâat-i istihlâl vardır. (Safvetü’t-Tefâsîr)
‘’Eli kurusun’’ denmiş ama eli değil kendisi kastedilmiş. Cüz zikredilmiş kül murad edilmiş, yani mecaz-ı mürsel müfred sanatı vardır. (Safvetü’t-Tefâsîr)
Ebu Leheb isim değil künyesidir. Tahkir için gelmiştir. İsmi Abdul uzza idi. Uzza bir putun ismi idi. (Muhammed Tâhir ibnu Âşûr, Tefsîrü et-Tâhrîr ve-t Tenvîr)
Dünyadayken kendi çalışması sayesinde sahip olmadığı, Allah vergisi olan yüzünün güzel-parlak oluşu sebebiyle Ebu Leheb diye anılırken, mukabilinde kendi kesbi dolayısıyla ahirette nâr alevinin azabına maruz kalmıştır. Bu ifadede beyanî bir güzellik vardır. (Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, Meâricü-t Tefekkür ve Dekâikü-t Tedebbür)
اَب۪ي لَهَبٍ künyesi küçümseme ve hakaret ifade eder. Maksat, ona değer vermek değil, bilakis Ebû Cehil künyesinde olduğu gibi onu teşhir etmektir. (Safvetü’t-Tefâsîr)
Beyzâvî ayeti şöyle izah eder. Ayetteki تباب kelimesi helake götüren hüsranı ifade eder. Ebû Leheb’in iki elinden kasıt zatıdır. Özellikle iki elden bahsedilmesinin nedeni; Hz. Peygambere [En yakın akrabalarını uyar] ayeti nazil olunca onun akrabalarını toplayıp ikaz etmesi, bunun üzerine Ebû Leheb’in نتبًّ لك ; kahrolası bizi bunun için mi çağırdın diyerek ona atmak üzere eline bir taş almasıdır. Ayet-i kerîmede geçen birinci تَبَّتْ kelimesi beddua anlamında bir haber cümlesidir. İkinci تَبَّۜ kelimesi ise bu bedduanın gerçekleştiğini bildiren haber cümlesidir. Haber cümlesinin وَتَبَّۜ şeklinde mazi sıygasıyla getirilmesi gerçekleştiğini ifade etmek içindir. (Beyzâvî)
Ebu Leheb’in helak oluşunun ellerine izafe edilmesinin diğer bir sebebi de; Hz. Peygamber akrabalarını Safa Tepesi’ne davet ettiğinde, Ebu Leheb’in eline taş alarak onu taşlamasıdır. Tarık b. Muharib İslam’a girmeden önceki bir anısını şu şekilde anlatır: “Ben Zi Mecaz çarşısında olduğum bir sırada; bir adamın ‘ey insanlar Allah’tan başka ilâh olmadığını söyleyin ve kurtulun’ dediğini ve yine başka bir adamın ‘ona inanmayın’ diyerek onu taşladığını ve ayaklarını kanlar içerisinde bıraktığını gördüm. Bu kimdir? dedim. Bu, peygamber olduğunu söyleyen Muhammed, diğeri ise onun amcası Ebu Leheb dediler. (Âşûr).
التَّبُّ ; hüsran ve helaktır. Kelam, yaptığına uygun bir karşılık olarak ( جَزاءً وِفاقًا ), Ebu Leheb'in Muhammed (s.a.v.)'e hakaret ettiği sözlere benzer şekilde, Allah'ın Peygamberini savunduğu Ebu Leheb'e yönelik bir çağrı (beddua) ve azarlamadır. (Âşûr)
وتَبَّ cümlesi تَبَّتْ يَدا أبِي لَهَبٍ cümlesine matuftur. Tebbet kelimesinin ellere isnadı ise, taş atarak zarara alet olmaları nedeniyle beddua bedduaya atfedilmiştir. (Âşûr)
Cenâb-ı Hakk'ın burada,
قُلْ تَبَّتْ (De ki, Ebû Leheb'in elleri kurusun) buyurmayıp da, Kâfirûn Sûresi'nde, "De ki: Ey kafirler..." (Kâfirûn, 1) buyurmasının sebebi nedir? Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: Zira, amcalık yakınlığı, hürmete riayeti gerektirir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, amcasına (bir tür kınama) olacağından, قُلْ ..."De ki..." emrini kullanmasını emretmemiştir. Kâfirûn Sûresi'nde ise durum bunun tersinedir. Zira o kafirler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in amcaları değildir. (Fahreddin er-Râzî)
Ebu Leheb Künyesi;
1) O cehennemlik olup akıbeten varacağı yer de alevli bir ateş olunca, hâli künyesine uygun düşmüş, bu nedenle onunla zikredilmesi yerinde olmuştur. Buna göre ona, nasıl ki çok kötü ve şerir bir kimseye, Ebu'ş-Şer "şerrin babası"; hayırsever kimseye de Ebû'l-Hayr "hayrın babası", Ebû Leheb "alev'in babası" denilir.
2) Yanakları ateş parçası gibi ve kıpkırmızı olduğu için ona bu ad verilmiştir. Böylece, onunla alay edip tahkir etmek için, bununla anılması caiz olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
مَٓا اَغْنٰى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَۜ
مَٓا اَغْنٰى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَۜ
Fiil cümlesidir. مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَغْنٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. عَنْهُ car mecruru اَغْنٰى fiiline mütealliktir.
مَالُهُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَا ve masdar-ı müevvel atıf harfi وَ ‘la مَالُهُ ‘ye matuf olup mahallen merfûdur.
Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَسَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
اَغْنٰى fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi غني ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
مَٓا اَغْنٰى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. اَغْنٰى fiiline müteallik olan عَنْهُ car mecruru, durumun ona has olduğunu vurgulamak için fail olan مَالُهُ ‘ya takdim edilmiştir.
Bu cümlede fiil لم ile değil ما ile olumsuzlanmıştır. Çünkü bu harf daha kuvvetlidir. ما فعل sözü لقد فعل cümlesini, لم يفعل sözü فعل cümlesini olumsuzlar. ما harfi, mazi fiili olumsuzladığı zaman kasemin cevabı menzilindedir. (Sîbeveyhi, Kitap ve Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 262, Yasin/69)
Masdar harfi مَا ‘nın sılası olan كَسَبَ cümlesi, madar teviliyle مَالُهُ ’ya atfedilmiştir. Masdar-ı müevvel, müspet mazi fiil sıygasında gelerek hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
مَٓا اَغْنٰى : Bu sözün manasında en az iki ihtimal vardır Ya مَٓا , istifhamdır. O zaman takdiri şöyledir: Malı ona ne fayda verecektir. Ya da مَٓا nafiyedir. O zaman olumsuzluk ifade eden haber cümlesi olur. Takdiri de " Malı asla ona fayda vermeyecek" olur. Her iki halde de fiil mazi sıygasıyla gelmesine rağmen mana geleceğe işaret eder. Gelecekle ilgili bir manayı mazi fiili ile ifade etmek Kur’an’ın lügavi seçkinliğidir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, El-Mucize, C. 1, s. 164)
Mazi fiiller tahkik yani bunun kesinlikle gerçekleşeceğini ifade etmek içindir. (Âşûr)
Ayet ibtidai istinaf cümlesidir. Çünkü inşâ ve azarlamadan, kurtuluşu olmadığını haber vermeye geçilmiştir. (Âşûr)
وما كَسَبَ atfı ihtimam sebebiyle umumdan sonra hususun zikridir. (Âşûr)
İkinci مَا mevsûl veya masdariyye ise cinas vardır. Ya da önceki مَا ile aynı manadadır. مَالُهُ kelimesindeki izafet her ikisini, özellikle muzâfun ileyhi tahkir içindir.
مَا كَسَبَ sözünde ibham vardır. Kazandığı şeyin ne olduğu söylenmemiştir. Kerih görüldüğü için ya da umum ifadesi için olabilir.سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ
سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ
Fiil cümlesdir. Fiilinin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir. يَصْلٰى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
نَاراً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. ذَاتَ kelimesi نَاراً ‘nin sıfatı olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. لَهَبٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Cümleye dahil olan سَ , istikbal harfidir. Cümleyi tekid eder.
Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
نَاراً kelimesi سَيَصْلٰى fiilinin mef’ûlüdür. Kelimedeki nekrelik, tarifi mümkün olmayan nev, tazim ve kesret ifade etmiştir.
ذَاتَ لَهَبٍۚ izafeti نَاراً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
اَب۪ي لَهَبٍ - ذَاتَ لَهَبٍ kelimeleri arasında cinas vardır. Birincisi künye, ikincisi ateşin sıfatıdır. (Safvetü’t Tefâsir)
Ateşin ذَاتَ لَهَبٍۚ diye nitelenmesi, Ebu Leheb’in ismi ile inkârdaki inadı arasındaki münasebeti vurgulamak içindir. Öyle ki Ebu Leheb, ذَاتَ لَهَبٍۚ olan bir ateşe girecektir. İlk cümledeki لَهَبٍ lafzıyla, bu cümledeki لَهَبٍ lafzı arasında tam cinas vardır. (Âşûr)
نَاراً - لَهَبٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
سَ harfi fiilin husule gelmesinde vaat ifade eder. Vaat veya vaîd ifade eden fiile dahil oluşu; fiilin kuvvetlenmesini, manasının gerçekleşmesini sağlar. İbni Bâşbâz: سوف kelimesi çoğunlukla, tehdit ve vaîd ifade eden sözlerde, سَ de vaad ifade eden cümlelerde kullanılır. سوف bazan vaat ifade eden cümlelerde, سَ de vaîd ifade eden cümlelerde bazan kullanılır, der. (İtkan, c.1 s.447)
Bu cümle 2. ayet olan ما أغْنى عَنْهُ مالُهُ وما كَسَبَ cümle için beyan(açıklama)dır. (Âşûr)
وَامْرَاَتُهُۜ حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ
وَامْرَاَتُهُۜ حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ
وَ atıf harfidir. İstînâfiyye olması da caizdir. امْرَاَتُهُ atıf harfi وَ ‘la سَيَصْلٰى ‘nın failine matuftur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَمَّالَةَ mahzuf fiilin mef’ûlü bihi olup fetha ile mansubdur. Takdiri, أذّم (zemmediyorum) şeklindedir. Aynı zamanda muzâftır. الْحَطَبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
حَمَّالَةَ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَامْرَاَتُهُۜ حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ
امْرَاَتُهُۜ kelimesi, سَيَصْلٰى fiilinin failine atıf harfi وَ ile atfedilmiştir. Veciz ifade kastına matuf حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ izafeti امْرَاَتُهُۜ ‘den haldir. İzafet hem kadını hem de Ebu Leheb’i tahkir içindir.
حَمَّالَةَ müennes, mübalağalı ismi faildir. Bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir.
حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ [Odun (hamalı), taşıyıcısı] terkibinde, istiâre-i latife vardır. Bu terkip, laf taşımak için müsteâr olarak kullanılmıştır. Bu, meşhur bir istiaredir. (Safvetü’t Tefâsir)
حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ [Odun hamalı] ifadesiyle ilgili yapılan bir başka yorum da: İnsanlar arasında husumete yol açan gerçek dışı sözler yaymasından kinaye olmasıdır. (Zuhaylî)
Bu ibarede, onu özel ve güçlü kılan, nahvî ve lügavî etkenler bir araya gelmiştir. حَمَّالَةَ ’nin verdiği haber hal konumundadır. Müstakbel zamana işaret eden ism-i fail, kelimeye teklik ve yenilik manası kazandırdığı gibi mübalağa anlamı da taşır. Bu binada mükemmel bir lügavî düzen vardır. Bu Kur’an'ın diğer surelerinde tekrarlanmamış olan bir vezindir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, El-Mucize, c. 1, S. 171)
Ümmü Cemil, kendisinin taşıdığı odunla cehennemde kocasının yakılacağı hususunda uyarılmıştır. Bu durum kendisi ve eşi açısından bir yıkımdır. Çünkü onlar Allah için en değerli kul olan Peygambere eziyet için uğraşıyorlardı. Ümmü Cemil bu kötü davranışı yaptığından dolayı, Allah, Ümmü Cemil açısından insanların en değerlisi olan eşine, kendisini yakıt tedarikçisi kıldı. (Âşûr)
امْرَاَتُ kelimesi zevc için sayılan unsurların zıddı bir durum meydana geldiği takdirde veya tamamen ortadan kalktığı hallerde kullanılmaktadır: İhanet, Allah’ın dinine fiilî olarak aleyhtarlık. Üreme imkanının bulunmaması (kısırlık, iktidarsızlık, yaşlılıktan ötürü kadının doğurganlık çağının geçmesi veya erkeğin kuvvetten düşmesi). Vefat veya diğer gerekçelerle nikâhın son bulması ile dulluk. (Nüsha Dergisi/İsmail Sökmen/Kur’an’da Geçen zevc ve imrae Kelimeleri Üzerine)ف۪ي ج۪يدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
ف۪ي ج۪يدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
İsim cümlesidir. ف۪ي ج۪يدِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَبْلٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. مِنْ مَسَدٍ car mecruru حَبْلٌ ‘nün mahzuf sıfatına mütealliktir.
ف۪ي ج۪يدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
ف۪ي ج۪يدِهَا , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. حَبْلٌ muahhar mübtedadır. Takdim ihtimam içindir. Haber, önemi dolayısıyla takdim edilmiştir.
Müsnedün ileyh olan حَبْلٌ kelimesinin nekre gelmesi tahkir, kesret ve nev içindir.
حَبْلٌ ve مَسَدٍ , kelimelerindeki nekrelik, nev ve tahkir ifade eder.
مِنْ مَسَدٍ car mecruru, حَبْلٌ ‘ün mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
ف۪ي ج۪يدِهَا ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla ج۪يدِهَا , mazruf mesabesindedir. Cehennemdeki zor durumunu mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf عَلَيْ yerine kullanılmıştır. Boynuna ip dolanması, boynun kapaklı bir kabın içinde olmasına benzetilmiştir. Çünkü boyun, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Camî’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.
مَسَدٍ ve حَبْلٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ج۪يدِهَا şeklindeki izafet kısa yoldan izah ve muzâfun ileyhin tahkiri içindir.
عنق veya رقب yerine ج۪يدِ kelimesinin gelmesinde mana-lafız uyumu mürâât-ı nazîrdan sanatı vardır. Çünkü bu kelime o kadının boynuna güzellik için gerdanlık taktığını hatırlatmaktadır.
ف۪ي ج۪يدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ bağını yüklenip boynuna bağlamış haliyle oduncuya benzetilmektedir. Bu benzetme onun konumunu tahkir veya cehennem ateşindeki halini açıklamak içindir. Öyle ki cehennemde sırtında zakkum ve dari gibi cehennem odunlarından bir demet odun, boynunda da ateşten zincir olacaktır. (Keşşâf)
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî İlmi)
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makâma ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-ül inteha sanatının güzel bir örneğidir.
Surelerin son cümlelerinde, bedi sanatları olan kelimeler mevcuttur. Bu kelimeleri duyan, kelamın sona erdiğini anlamış, bundan sonra dikkate değer bir şey kalmadığını öğrenmiş olur. Zira sure sonlarındaki ayetler dua, tavsiye, farz, hamd, tekbir, meviza, vaad ve vaid gibi hususlarla biter. (İtkan, c.2, s. 285)