بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ
İhlâs sûresinin, İslâm’ın esası olan tevhid (Allah’ın birliği) ilkesini özlü bir şekilde ifade ettiği ve Allah Teâlâ’yı tanıttığı için ilgili kaynakların hemen tamamında geçen bir hadislerinde Hz. Peygamber tarafından Kur’an’ın üçte birine denk olduğu ifade buyurulmuştur. Sözün akışı ve konunun Allah’ın nesebini (hangi soydan geldiğini) soran müşriklere verilen cevapla ilgili olması (meselâ bk. Şevkânî, V, 611) dikkate alındığında 1. âyetteki “O” diye çevirdiğimiz “hüve” zamirinin Allah’a ait olduğu açıkça anlaşılır. Allah ismi, varlığı ezelî, ebedî, zarurî ve kendinden olup her şeyi yaratan, her şeyin mâliki ve mukadderatının hâkimi, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan... Yüce Mevlâ’nın öz (has) ismidir (bk. Bakara 2/255).
Müfessirler bu sûrede ağırlıklı olarak Allah’ın birliğini ifade eden ahad terimi ile var oluş bakımından kimseye muhtaç olmadığını anlatan “samed” terimi üzerinde durmuşlardır. “Tektir” diye çevirdiğimiz “ahad” kelimesi, “birlik” anlamına gelen vahd veya vahdet kökünden türetilmiş bir isimdir (Ebû Hayyân, VIII, 528); sıfat olarak Allah’a nisbet edildiğinde O’nun birliğini, tekliğini ve eşsizliğini ifade eder; bu sûrede doğrudan doğruya, Beled sûresinde (90/ 5, 7) dolaylı olarak Allah’a nisbet edilmiştir; bu anlamıyla tenzihî veya selbî (Allah’ın ne olmadığını belirten) sıfatları da içerir. Nitekim devamındaki âyetler de bu mânadaki birliği vurgular. Bu sebeple “ahad” sıfatının bazı istisnalar dışında Allah’tan başkasına nisbet edilemeyeceği düşünülmüştür. Aynı kökten gelen vâhid ise “bölünmesi ve sayısının artması mümkün olmayan bir, tek, yegâne varlık” anlamında Allah’ın sıfatı olmakla birlikte Allah’tan başka varlıkların sayısal anlamda birliğini ifade etmek için de kullanılmaktadır. Türkçe’de de “bir” (vâhid) ile “tek” (ahad) arasında fark vardır. Bir, genellikle “aynı türden birçok varlığın biri” anlamında da kullanılır. “Tek” ise “türdeşi olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri olmayan tek varlık” mânasına gelir. İşte Allah, bu anlamda birdir, tektir. Ahad ile vâhid sıfatları arasındaki diğer farklar ise şöyle açıklanmıştır: Ahad, Allah’ın zâtı bakımından, vâhid ise sıfatları bakımından bir olduğunu gösterir. Ahad ile vâhidin her biri “ezeliyet ve ebediyet” mânalarını da ihtiva etmekle birlikte, bazı âlimler ahadı “ezeliyet”, vâhidi de “ebediyet” mânasına tahsis etmişlerdir. Allah’ın sıfatı olarak her ikisi de hadislerde geçmektedir (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 112; İbn Mâce, “Duâ”, 10; Nesâî, “Cenâiz”, 117; Müsned, IV, 103; geniş bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, “Ahad”, DİA, I, 483; Emin Işık, “İhlâs Sûresi”, DİA, XXI, 537).
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri انت ’ dir. Mekulü’l-kavli هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ ‘dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اللّٰهُ اَحَدٌ isim cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. اَحَدٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ
Sure, beraat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlenin mekulü’l-kavli هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ , mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayetin başında قُلْ emrin bulunması mekulü’l-kavlin Allah katında bir önemi, şanı ve ciddiyeti bulunduğuna işaret eder.
Ayetteki munfasıl zamir هُوَ ihtimam ifade eden şan zamiridir. هُوَ mübteda, اللّٰهُ اَحَدٌۚ cümlesi haberdir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu sure, surelerin sondan üçüncüsüdür. Önceki iki sure ile birlikte, günlük ibadetlerimizde yerini bulan ve oldukça çok tekrarlanan bir üçlü oluşturur. Suredeki, kendisini diğer surelerden ayıran lügavî kuvvet, pek çok unsura özellikle de, Kuran'da başka yerde tekrarlanmamış olan اَحَدٌۚ , الصَّمَدُۚ ve كُفُواً lafızlarına ve dört ayetin tamamında istihdam edilmiş eşsiz ifadelere dayanır. Kur’an’ın son üç suresi aynı hitap üslubuyla başlar. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.134) Bu surelerde قل emri verilirken, emri veren ve emir verilen belirtilmemiştir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.136)
Allah’tan başkası ehadiyetle vasıflanmaz. رجلٌ أحدٌ veya درهمٌ أحد denmez.
اَحَدٌۚ kelimesinin; واحد ‘i kapsadığı ama واحد kelimesinin اَحَدٌۚ ‘ı kapsamadığı aşikârdır. Bu da; bu lafzın Kur’anî oluşunu ve tamamen kendine has bir kullanımı olduğunu gösterir. Öyle ki Allah Teâlâ’nın isimlerinden sayılır. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s. 137) Kur’an’ı Kerim’de bu kelime 74 defa geçmesine rağmen bu mana ile sadece bu surede kullanılmakta ve bu yönüyle diğer surelerden ayrılmaktadır. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.138)
Lafızlarının îrab konumlarının girift olması, birden fazla îrabı mümkün kılmıştır. Dolayısıyla parçalardan herhangi biri, birden fazla ihtimale açıktır. Manada, cüzlerden hangisi vurgulanmıştır? هُوَ mi اللّٰهُ mı yoksa اَحَدٌۚ mı? Ama sonuçta, bu cüzlerin lügavî özgürlük (özgür dil) hakkında bildiğimiz her şeye aykırı olan bu birleşimi, birden fazla anlam taşımaz. O da Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın vahdaniyetidir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s. 151)
Bu ayeti kerimede هُوَ zamiri, durum bildirmek içindir. Yani, durum şudur ki; Allah biriciktir. Burada, daha başlangıçta surenin içeriğinin önem ve büyüklüğüne dikkat çekme vardır. هُوَ mübteda olmakla merfûdur, haberi de arkasındaki cümledir. Aid zamirine ihtiyaç yoktur, çünkü cümle de هُوَ 'den ibarettir yahut zamir sorulan şeye racidir yani bana sorduğunuz şey, o Allah'tır, demektir. (Beyzâvî)
Lafza-i celâlin zikri bütün kemâl vasıflara sahip olduğunu ve her türlü noksanlıktan uzak olduğunu ifade eder. Bu da tevhidin delilidir ve Vâhidü'l-Ehad'a ibadeti gerektirir, O'nun dışındakilere yapılan kullukları iptal eder. Çünkü bütün kemâl vasıflara sahip olmak, bu kainatta birden fazla ilâh olmasını imkansız kılar. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 258)
قُلْ هُوَ [de ki O] ayetinde, Allah'ın Yüce isminin zamir-i şan olarak zikredilmesi tazim ve hürmet ifade eder. قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ ayeti tecrîd ifade eder. Çünkü Yüce Allah'ın bu kelamı, dengi ve çocuğu olmamasını icab ettirir. (Safvetü’t Tefâsir)
Bu cümledeki meşhur olan görüş هُوَ zamirinin, şan zamiri olduğu ve kendinden sonra gelen اللّٰهُ اَحَدٌ cümlesinin de onun haberi olduğudur. Bilindiği gibi şan zamiri, tazim ve vurgu makamlarında gelerek kendinden sonra gelen mananın yüceliğine ve önemine delalet eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 1, s.80)
قُلْ , makul olana ve telaffuz olunana şamil olur, kemali de anlam ile lafzın bir arada olmasındadır. Yani sadece kendi yanından bir düşünce, sırf akli ve nazari delillere dayalı olarak değil, Allah’ın bildirdiği Hak kelamı olduğunu şeksiz, şüphesiz kalbinle tasdik ve dilinle ikrar ederek, kendi kendine söylediğin gibi, başkalarına da tebliğ et ve açıkça söyle.(Elmalılı Hamdi Yazır)
قُلْ edatını okuyan, “Bunun sebebi, bu nazmın, yani ayetin bu sıra ve düzeninin, kulun (Hz. Peygamber (s.a.s)’in) gücü dahilinde olmadığını, onun ancak kendisine söyleneni aktardığını beyan etmektir” demiş olur. (Fahreddin er-Razi)
Burada geçmiş bir isim olmadığı halde zamirin هُوَ kullanılmış olması, bize bildiriyor ki, Allah'ın şeref ve şöhreti o kadar büyüktür ki, O, herkesin gönlünde hazırdır; her işaret eden, O'na işaret etmektedir.
Ayette, cümlenin başında zamirin هُوَ kullanılmasının sırrı, daha baştan cümlenin mefhumunun azametine ve içeriğinin yüceliğine dikkat çekmektir. Üstelik bunda, ziyadesiyle tahkik ve takrir de vardır. Zîrâ zamir, ilk başta, ancak, pek yüce bir şerefi olan müphem bir hususu ifâde eder. Böylece zihin, onu tefsir edecek ve iphamını giderecek ilerisini beklemek durumunda kalır. Böylece beklenen îzâh vârid olunca, onun ne kadar önemli okluğu anlaşılmış olur. (Ebüssuûd)
اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اللَّهُ | Allah |
|
2 | الصَّمَدُ | Samed’dir |
|
Samed kelimesi “sonu gelmeyecek biçimde devamlı ve bâki olan (Şevkânî, V, 612), “herkesin kendisine ihtiyacını arzettiği, fakat kendisi kimseye muhtaç olmayan”(Râgıb el-İsfahânî, Müfredâtü’l-Kur’ân, “smd” md.) gibi anlamlarda açıklanmıştır. Sûredeki bağlamına göre samed, “var oluş bakımından kimseye muhtaç olmayıp her şeyin varlık ve devamını kendisine borçlu olduğu vâcibü’l-vucûd” demektir. Buna göre samed kelimesi doğrudan doğruya ahad ismini açıklar; daha sonra gelen “doğurmamış ve doğmamıştır” meâlindeki âyet de samed isminin açıklamasıdır. Taberî, “samed”i, “kendisinden başka ibadet edilmeye lâyık hiçbir varlık bulunmayan tek mâbud” şeklinde tanımlamıştır (XXX, 222). Kur’an-ı Kerîm’de sadece burada geçen samed ismi başta “esmâ-i hüsnâ” hadisi olmak üzere (bk. Tirmizî, “Da‘avât”, 83) bazı hadislerde de yer almıştır (meselâ bk. Buhârî, “Tefsîr”, 112; Tirmizî, “Da‘avât”, 64).
اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ
Ayet önceki ayetteki munfasıl zamir هُوَ’ nin ikinci haberi olarak mahallen merfûdur. اللّٰهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. الصَّمَدُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Ayet önceki ayetteki هُوَ için ikinci haberidir. اَللّٰهُ mübteda, الصَّمَدُۚ haberdir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedin الْ takısı ile gelmesi sebebiyle oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Haberin الْ takısıyla marife olması, kasr ifadesinin yanında bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu belirtir. Kasr, اَللّٰهُ maksûr/mevsûf, الصَّمَدُۚ maksurun aleyh/sıfat yani kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat, iddiaî kasrdır. Yani müsnedün ileyhin, bu müsnede has olduğu ifade edilmiştir.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden iki tekid hükmündeki kasr ihtiva eden isim cümleleri, çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
Zamir makamında zahir isim gelerek tekrarlanan lafza-i celâlde, hem müminlerin hem de kâfirlerin kalbine heybet hissettirme söz konusudur. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَحَدٌۚ - الصَّمَدُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
الصَّمَدُ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
الصَّمَدُۚ ; Bu kelime, bu sureye has olup yalnızca bu surede geçmiştir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.138)
Cümle اَل takısıyla marife olmuş bir mübteda ile başlıyorsa -lafza-i celâl el takısıyla marife hükmündedir- haberi de el takısıyla marife olur. Bu mübtedayı, genellikle munfasıl bir zamirle haberden ayırırız. الملك هو الحاكم deriz de الملك الحاكم demeyiz. Bunun gibi الأتقياء هم الناجون deriz ama الأتقياء الناجو demeyiz. Bu, bizi buna zorlayan bir kural olmadığı gibi gramer kaidesi de değildir. Fakat dil mirasında yaygın lügavî bir âdettir. Ve Kur'an-ı Kerim’in ayetlerinden bir çoğunda bu gelenek görülmektedir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.142)
Burada ilk ayette müsned اَحَدٌ şeklinde nekre, ikinci ayette الصَّمَدُ şeklinde marife olarak gelmiştir. Kâfirler O’ndan başkasına tek/yegane olmak vasfını vermiyorlardı. Onun için اَحَدٌۚ şeklindeki haber mûtad olduğu üzere nekre olarak gelmiştir. Samediyyete gelince; Allah Teâlâ’nın samed olduğunu kabul ediyorlar ama, başkalarında da samediyet olduğunu söylüyorlardı. O’ndan başkasının bu sıfatta O’na ortak olamayacağını ifade etmek için haber olan الصَّمَدُ marife olarak gelmiştir. İşte nazım ve kelimelerin şekli bu manaları ifade etmek üzere tercih edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
[Allah Samed'dir,] yani bütün ihtiyaçlarda kendisine müracaat edilendir, bu da ضَمدَ إليه deyiminden gelir ki, birine başvurmaktır. Allah mutlak olarak bununla nitelenmiştir, kendinden başkasına hiç ihtiyacı yoktur. Başkaları her hallerinde ona muhtaçtırlar. الصَّمَدُۚ şeklinde marife olması, Allah'ı Samed olarak bilmelerindendir, ama اَحَدٌۚ (tek olarak) öyle değildir. Allah lafzının tekrar edilmesi, bu sıfatı taşımayanın ilâhlığı hak edemeyeceği içindir. Cümlenin başında atıf edatının olmaması da bunun birinci cümlenin sonucu yahut onun delili gibi olmasındandır (yani aralarında şiddetli bir birlik vardır). (Beyzâvî)
الصَّمَدُ kelimesi فعل vezninde olup mef‘ûl anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla الصَّمَدُ ; “ihtiyaçlar hususunda kendisine yönelinen ulu” demektir. (Keşşâf)
اَللّٰهُ الصَّمَدُ ayetinde, mübteda ile haberin marife olarak getirilmesi tahsis ifade eder. (Safvetü’t Tefâsir)لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ
Allah Teâlâ’nın yaratılmışlara ait noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu ifade eden bu âyet, samed isminin açıklaması olup, Allah’a evlât nisbet edenleri ve soy kavramına giren her şeyi; meselâ, “Mesîh Allah’ın oğludur” diyen hıristiyanların (Tevbe 9/30) ve meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söyleyen (En‘âm 6/100) müşriklerin bu iddialarını reddeder. Zira çocuk, eşin olmasını gerektirir; eş de çocuk da bazı ihtiyaçları karşılama arzu ve eğiliminin sonuçlarıdır; Allah ise ihtiyaçtan münezzehtir. Eşleri de çocukları da O yaratmıştır; yarattığı şeylere muhtaç olması ise imkânsızdır (bk. En‘âm 6/101). Âyetin, “O, doğmamıştır” meâlindeki ikinci cümlesi Allah Teâlâ’nın doğum veya sudûr yoluyla bir ana veya babadan, bir asıldan meydana gelmediğini ifade eder. Çünkü doğan her şey sonradan olur; oysa Allah kadîm ve ezelîdir, yani varlığının bir başlangıcı yoktur.
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ
Fiil cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ’ nin üçüncü haberidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَلِدْ sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. لَمْ يُولَدْ atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يُولَدْ sükun üzere meczum, meçhul muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Ayet 1. ayetteki هُوَ ‘nin üçüncü haberidir. Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesinden menfi fiil cümlesine iltifat sanatı vardır.
Muzari fiil istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üsluptaki وَلَمْ يُولَدْ cümlesi atıf harfi وَ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يُولَدْ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
يَلِدْ - يُولَدْۙ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَمْ ‘in tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette münkir, gayr-ı münkir yerine konularak kelam tekidsiz gelmiştir.
Allah Teâlâ’nın bir, samed, doğmamış, doğrulmamış olması ve benzerinin olmaması şeklinde özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.
Melekler ve Hazret-i Îsa hakkında iftira edenlerin iddialarını çürütmek için açıkça bu ifadeyi kullanmıştır. Yani kendisinden herhangi bir çocuk meydana gelmemiştir. Çünkü O, hiçbir şeyin cinsinden değildir ki, kendi cinsinden bir eşi olsun da çocuk meydana gelsin. Veya kusurlardan münezzeh olan Allah Teâlâ için yokluk ve bir ihtiyaç mevzu bahis olmadığına göre kendisine yardım edecek veya yerine geçecek birine de muhtaç değildir. Önceden veya sonradan kendisine yokluk nisbet etmek mümkün olmadığı için başka bir varlıktan meydana gelmemiştir. Baklî: ”O, doğurmamış ve doğmamıştır" ini şöyle tefsir etmiştir: ”Allah'ın konumu ayrıdır, yaratıkların konumu ayrıdır. Doğurmamıştır sözü, doğmamıştır manasını da içermiş olmasına rağmen 'doğmamıştır' ifadesinin açıkça söylenmesi, bu iki şeyin birbirinden ayrılmazlığına işaret etmek içindir. Bilinen odur ki, doğuran da bir başkasından doğmuş demektir. Aksi mümkün olmaz. Cenab- Hakk’ın doğmamış olduğunu söylemek aynı zamanda doğurmamış olduğunu da itiraf etmek demektir. (Rûhu’l Beyân)
Bu ayet; daha önceki bir çok dine nüfuz etmiş zayıf bir nokta hakkındadır. Kelamda üslup değişmiş fiil cümlesi gelmiştir. Fiilin tabiatı çoğunlukla, titizlikle/taviz vermeksizin hassasiyetle isimlerden daha sınırlayıcıdır. Bu üslup ilk defa Kur’an’ın kullandığı bir çok iltifat çeşidi arasında benzersiz, tek bir iltifat şeklidir.
Şimdi ilâhi zatın sıfatlarının başka bir tanımıyla karşı karşıyayız ve karşımızda tam bir fiil cümlesi vardır: لَمْ يَلِدْ . Bunu da aynı manayı taşıyan başka bir fiil cümlesi takip etmiştir: وَلَمْ يُولَدْۙ . Bu iki cümle kısa bir ayette yer almıştır. Her ikisi de nefy harfinden ve faili veya naib-i faili gizli olan bir fiilden oluşmuştur. İsim, sıfat veya isim cümlesi ihtiva etmez.
O halde burada tereddüde ve manalardan birini, kelimenin îrabını, yorumunu, harfin konumunu tercih etme gibi durumlara mahal yoktur. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.146)
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ
“Onun hiçbir dengi, muadili, benzeri yoktur” anlamındaki âyet, hem ilk âyetin açıklaması hem de bütünüyle sûrenin bir özeti mahiyetinde olup Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde denksiz ve benzersiz olduğu şeklindeki anlamıyla ilk âyetteki “ahad”ın tefsiri gibidir. Kendisinden başka var olan her şeyi O yarattığına göre yarattıklarının O’na denk olması mümkün değildir. Nitekim bu durum muhtelif âyetlerde ifade buyurulmuştur (meselâ bk. Nahl 16/17-22; Şûrâ 42/11).
İhlâs sûresinin, Kur’an’ın üçte birine denk olduğuna dair yukarıda geçen hadisi yorumlayan âlimlerden bir kısmı, bu denkliği sûreyi okumanın sevabı, bir kısmı da konusu ve mânası yönünden değerlendirmişlerdir. İkinci görüşe göre sûre, Kur’an’ın üç temel konusundan ilki olan tevhidle alâkalı olup, bu sûrenin anlamını iyice kavrayan ve itikadını bu sûrenin öğretisi yönünde oluşturan bir kimse Kur’an’ın tevhid ve akaid bölümünü de kavrayıp benimsemiş olur. Gazzâlî Cevâhiru’l-Kur’ân isimli eserinde (s. 47-48) özetle şu hususlara işaret eder: Kur’an’daki bilgiler ana hatlarıyla Allah hakkında bilgi (mârifetullah), âhiret bilgisi ve doğru yol bilgisi olmak üzere üçe ayrılır. İhlâs sûresi bunlardan ilkini, yani mârifetullah ve tevhid konusunu ihtiva etmektedir. Kur’an’daki diğer hükümler bu sûredeki tevhid temeline dayandığı için sûre Kur’an’ın üçte birine denk görülmüştür. Belirtilen öneminden dolayı İhlâs sûresi tefsir kitaplarında muhtelif yönleriyle ele alınıp incelendiği gibi felsefeden tasavvufa kadar çeşitli ilim dallarında da meşhur âlimler tarafından sûre üzerinde pek çok müstakil tefsir vb. çalışmalar yapılmış; ayrıca sûre üzerine tezler de hazırlanmıştır (bilgi ve örnekler için bk. Emin Işık, “İhlâs Sûresi”, DİA, XXI, 538).
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ
Atıf harfi وَ ’la önceki ayette geçen لَمْ يَلِدْ cümlesine matuftur. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَكُنْ sükun üzere meczum, nakıs muzâri fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
لَهُ car mecruru كُفُواً ‘e mütealliktir. كُفُواً kelimesi يَكُنْ ‘un mukaddem haberi olup fetha ile mansubdur. اَحَدٌ kelimesi يَكُنْ ‘un muahhar ismi olup lafzen merfûdur.
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ
Surenin son ayeti atıf harfi وَ ’la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
Menfi muzari sıygada nakıs fiil كَان ‘nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. اَحَدٌ nakıs fiil كَان ’nin ismi, كُفُواً haberidir.
Ayette takdim-tehir sanatı vardır. Haberin mübtedaya takdimi ve habere müteallik olan car mecrur لَهُ ‘nun amiline takdimi ihtimam içindir.
اَحَدٌ , surede önemine binaen tekrarlanarak ıtnâb yapılmıştır. Bu tekrarda tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
كُفُواً , denklik demektir. Maksat Cenab-ı Hakkın zatında denkliği kaldırmaktır. Yani O'na hiçbir şey denk değildir, benzer değildir, eşit değildir. Aksine O, denk sanılanların yaratıcısıdır. Kısa olmasına rağmen bu surenin bütün ilahiyat konularını kapsaması ve bu konuları inkâr edenlere cevap vermesinden ötürüdür ki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”İhlas Suresi Kur'an'ın üçte birine denktir." (Rûhu’l Beyan)
Burada geçen كُفُوًا kelimesinin aslı كُفُآً şeklinde sonu hemzelidir. Bu, Arapça’da eşi benzeri olmayan bir tabirdir. Çünkü bilindiği gibi Arapça’da Arapçalaşmış isimler arasında sonu و ile biten ve kendinden öncesi de ötre ile olan başka bir isim yoktur.
Böyle bir durumda و harfi ي ’ye dönüşür ve öncesi de kural olarak kesralı olur. Tıpkı التَّسَامِي /Yarışmak ve التَّدَاعِي /Toplantıya çağırmak fiillerinde olduğu gibi. Ancak, burada olduğu gibi geçici olan hallerde değişmesi caiz olur. Bu da Arapçada Arapçalaşmış isimlerin hilafınadır. Arapçalaşmış isimler arasında bunun benzeri yoktur. Dolayısıyla burada manaya paralel olarak, O’nun dengi, benzeri olmadığı gibi, bunu ifade eden kelime de benzeri olmayan bir şekilde gelmiştir. Bu da, mana ile kelime arasındaki mananın uyumu babındandır. Bunun yerine başka bir kelime gelseydi bu manayı ifade etmezdi. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 1, s.97)
Hiç kimse ona denk olmadı, yani eş (zevce) ve başkası gibi ona denk biri olmadı. Aslında لَهُ zarfının sonraya bırakılması lazımdı, çünkü o كُفُواً 'e bağlıdır, ancak maksat zatına denkliği reddetmek olduğundan önemli olan başa alınmıştır. Zarfın كُفُواً 'de gizli zamirden hâl yahut haber olması da caizdir. O zaman كُفُواً kelimesi اَحَدٌ 'den hâl olur. Belki de üç cümlenin atıfla birbirine bağlanması, bunlardan denklik kısımlarının bertaraf edilmek istenmesindendir; bunlar tek bir cümle gibidir, üç cümle ile buna dikkat çekilmiştir. Bu sure kısa olmakla birlikte ilâhi marifetlerin hepsini ve o hususlarda aşırıya kaçanların reddini içine aldığı için hadiste onun Kur'an'ın üçte birine denk olduğu gelmiştir. Çünkü Kur'an'ın maksatları akaidi, hükümleri ve kıssaları anlatmakla sınırlıdır. Kim de onu Kur'an'ın tamamına denk sayarsa, bunlardan bizzat kastedileni nazarı itibara almış olur ki, o da akaittir (tevhiddir). (Beyzâvî)
لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ ayeti, umumun içine girmiş olan bir şeyin, daha sonra özellikle zikredildiğini ifade eder. Bu da, konuyu daha çok açıklamak ve izah etmektir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
الصَّمَدُۚ - اَحَدٌ gibi sonlarında, seci murassa' vardır. Bu da güzelleştirici edebî sanatlardandır.
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayetle, surenin konusu mükemmel bir şekilde özetlenmiştir. Sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i inteha sanatının güzel bir örneğidir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِۙ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِۙ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
Mekulul-kavl, اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ‘dır. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اَعُوذُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنا ‘dir.
بِرَبِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline mütealliktir. الْفَلَقِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِۙ
Sure, berâat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaa ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ ‘deki emi , Hz. Peygambere hitaptır. (Âşûr)
Cümle emir üslubunda gelse de vaz edildiği emir anlamından çıkarak dua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber, ibtidâî kelamdır.
Muzari fiil hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
Ayetin başında قُلْ emrin bulunması mekulü’l-kavlin Allah katında bir önemi, şanı ve ciddiyeti bulunduğuna işaret eder.
بِرَبِّ الْفَلَقِ izafeti az sözle çok anlam ifade etme özelliği yanında muzâfun ileyhe tazim anlamı da taşır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
رَبِّ lafzı burada Allah Teâlâ’nın diğer isimlerinden daha etkilidir, çünkü zararlı şeylerden korumak terbiyenin (Rabliğin) ta kendisidir. (Beyzâvî)
الْفَلَقِ örf icabı sabaha has bir durumdur. Bunun içindir ki, öyle tefsir edilmiştir. Özellikle sabahın seçilmesi onda hal değişmesi, gecenin vahşetinin nur sevinciyle yer değiştirmesi ve kıyamet gününün başlangıcını andırmasından dolayıdır ve şunu da akla getirmektedir ki, gecenin karanlığını bu âlemin üzerinden kaldırmaya gücü yetenin, korktuğu şeyden kendine sığınanı korumaya da gücü yeter. (Beyzâvî)
Bu ayetin metninde, sığınmanın Rabb ismine bağlanması ve Rabb isminin de, karanlıktan sonra nuru, sıkıntıdan sonra genişliği ve bitişiklik halinden sonra yarılmayı bildirenb الْفَلَقِ 'a izafe edilmesi, Allah'ın, sığınan kimseyi sığındığı şeyden kurtaracağına dair bir vaat ifade etmektedir; ayrıca Allah, bazı benzerlerini hatırlatmakla sığınanın umudunu takviye etmektedir ve Allah'a sığınma kapısını çalmak suretiyle gayret ve itina göstermeye de ziyadesiyle onu teşvik etmektedir. (Ebüssûud)
اَعُوذُ ‘sığınıyorum, iltica ediyorum, korunuyorum’ demektir. Rabbimiz Efendimiz Muhammed (sav)’e böyle söylemesini emretmiştir. O’na قُلْ اَعُوذُ (sığınırım de) diye emretmiştir. Burada şöyle bir soru gelebilir. Niçin O’na قُلْ اَعُوذُ şeklinde buyurdu da قُلْ demeden sadece اَعُوذُ (Sığınıyorum) diye emretmedi. Muhakkak ki Allah Teâlâ insanın korktuğu şeyden kendisini kurtarmasını ve yardım etmesini Rabbine olan hacetini açıkça ilan etmesini istemiştir. Rabbine duyduğu ihtiyacı hissetmek ile yetinmemesini, Ondan Rabbine olan sığınmasını, ilticasını, Rabbinin korumasını istediğini ilan etmesini istemiştir. Çünkü o, korktuğu şeyi defetmek ve kurtulmak konusunda korktuğu şeyden daha zayıftır. Korktuğu, endişe ettiği şeyler çoktur ve kuvvetlidir. Hem açıktır hem gizlidir. Ona kendisini istediği zaman zarar verebilir. Eğer Rabbine sığınmaz ise, ki O Rabbi ona yardım eder, onun elinden tutar ve ondan şerri def eder. Kişinin Rabbine olan ihtiyacını ilan etmesi birçok açıdan zaruridir, bunlardan bir kısmı şunlardır: Bunda kibri, ucûbu, yalancı gururu ihtiyaçsız olma hissini öldürmek vardır ki bunlar tuğyanın sebebidir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 35.)
Muavvezeteyn'deki ayetlerde de إِنَّ harfi gelmemiştir. Allahu a‘lem bunun sebebi istiazenin, korkulan ve sığınılan şeyin kadrine göre tekid edilmiş olduğudur. Korkulan şey şiddetli ve baskın, tehdit de şiddetli ise bu durumda istiaze, اني اَعُوذُ [muhakkak ki ben sığınırım] şeklinde tekid edilmiştir. Bunun dışında ise sadece اَعُوذُ (sığınırım) şeklinde gelmiştir. Mesela Ğâfir Suresinde istiaze إِنَّ ile tekid edilmiştir. Çünkü Firavun Musa'yı (as) öldürmekle tehdit etmektedir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 38.)
Burada رَبِّ lafzının seçilmesi ve bunun الْفَلَقِ kelimesine izafe edilmesi çok uygundur. Rabb; mâlik, mürebbi, efendi, yönetici, öğretmen, yol gösterici demektir. Şerlerden kurtulmak isteyen kişinin de mahlukatın rabbine, mâlikine, yöneticisine sığınması en uygun seçimdir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 1, s.35-36)مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَۙ
Yaratılmışlardan gelebilecek şerlerden Allah’a sığınmanın gereği vurgulanmıştır. Bu ifade, maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî, dış âlemde veya kişinin nefsinde, tabii ve ihtiyarî, her türlü şerri, kötülük ve zararı kapsamaktadır. Allah’ın yarattıklarının şerri, yaratma bakımından Allah’a ait olmakla beraber her yaratılanın aynı zamanda bizim bildiğimiz veya bilemeyeceğimiz bir hikmeti, bir faydası, ilâhî plana uygun bir fonksiyonu vardır. Ayrıca bu imtihan planında ve ortamında insana kötüyü isteyip istememe ve onu icra için iradesini harekete yöneltme yetisi verilmiştir. Öte yandan Allah’ın kötü olarak nitelemediklerini kötü sayan veya kötü kılanlar, bu sınava tâbi olan şuurlu varlıklardır yani kötülük onların tavrı, tercihi, kullanma ve uygulama biçimi ve yeri ile ilgilidir.
مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَۙ
مِنْ شَرِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline mütealliktir. Müşterek ism-i mevsûl مَا , muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَۙ
Ayet, önceki ayetin devamıdır. Önceki ayetteki اَعُوذُ fiiline müteallik olan mecrur شَرِّ مَا خَلَقَۙ , izafet formunda gelmiş, az sözle çok anlam ifade etmiştir.
Muzâfun ileyh konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan خَلَقَ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
İsm-i mevsûlün ait zamiri mahzuftur. Takdiri من شر مَا خَلَقَهُ (Onun yarattığı şeylerin şerrinden) şeklindedir.
الْفَلَقِ - خَلَقَ kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs ve lüzum ma la yelzem sanatı vardır.
Şerrin birçok çeşidi ve tasviri vardır. Bir yandan, en yalın manasıyla kötülüğü ifade ederken, diğer yandan ‘en kötü’ manasında ism-i tafdil olarak kullanılır. خَلَقَۙ kelimesi de kullanım alanı ve çeşitliliği bakımından böyledir. Diğer taraftan kendisinden önce gelen مَا edatıyla ilgili bir belirsizlik söz konusudur. Şey manasında tamamen nekre olarak da gelmiş olsa; ism-i mevsûl olarak marife şeklinde de gelse durum aynıdır. Bütün bunlar, bu terkibe herhangi bir şahıs, olay, zaman veya mekanla sınırlı olmayan derin bir tasavvuri anlam vermek için yeterlidir. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.130)
مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ [Yarattıklarının şerrinden…] ayet-i kerîmesinden sonra, gelenlere önem verildiğini vurgulamak için umumi olandan sonra hususi olan zikredilmiştir. Zira bunun manası umumi olup gecenin, üfürükçülerin ve hasetçilerin şerri bunun kapsamına girer. (Safvetü’t Tefâsîr)
Râzî (ö. 606/1209), yarattığı şeylerin şerrine örnek olmak üzere iblis, cehennem, zararlı hayvanlar, haşereler, cinler ve insanları örnek verir. مَا ismi mevsûlüne insanların da cinlerin de dahil olduğunu söyler. Çünkü varlıkların çoğunluğu akıllı olmayanların cinsinden olduğu için çoğunluğu temsil eden ism-i mevsûlün kullanılması daha uygundur. Aynı zamanda bu söze hastalık meydana getiren yiyecek, su ve ateşin de dahil olduğunu belirtir. (Fahreddin er- Râzî )
Kurtubî (ö.671/1273) [Yarattığı şeylerin şerrinden] denilirken maksadın sadece bunlar değil, Allah tarafından yaratılıp da kötülük verme özelliği olabilecek her şeyi kapsayabileceğinin söylendiğini belirtir. (Kurtubî)
Şerrin, geceye izafe edilmesi, gece vaki olması hasebiyle onunla alakalı olmasından dolayıdır. (Ebüssuûd)
وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَۙ
“Gece” diye çevirdiğimiz gâsık kelimesine müfessirler “soğuk, Süreyya yıldızı, güneş, ay, yılan ve zarar veren her şey” mânalarını da vermişlerdir (bk. Râzî, XXXII, 194-195; Şevkânî, V, 616). Buna göre bastırdığında soğuğun, battıklarında Süreyya yıldızı veya güneşin, tutulduğunda ayın, soktuğunda yılanın ve zarar veren her şeyin şerrinden Allah’a sığınmak gerekir. Ancak burada da müfessirlerin çoğunluğu bizim meâlde verdiğimiz “gece” mânasını tercih etmişlerdir. Çoğu zaman ve özellikle bu âyetlerin indiği devirlerin şartlarındaki insanlar için gece karanlığı korkutucu ve ürperticidir; faydaları yanında bazı sıkıntıları da vardır. Çünkü gece karanlığında insanın faaliyetleri zorlaşır, gündüzün yapılan işlerin bir kısmı gece yapılamaz, hatta bazan imkânsız hale gelir; yolcu yolunu şaşırır, düşmana karşı korunmak güçleşir. Râzî şöyle der: “Geceleyin yırtıcı hayvanlar inlerinden, haşereler yerlerinden çıktığı, hırsızlar ve soyguncular hücuma geçtiği, yangınlar olduğu ve yardım imkânı azaldığı için gecenin şerrinden Allah’a sığınılması emredilmiştir (bk. XXXII, 195).
“Çöken karanlık” mecazi anlamda zulüm ve cehalet karanlığı, karanlık düşünceler ve insanın içine çöken, onun ruh dünyasını karartan kin, öfke, şehvet ve kıskançlık gibi kötü huylar yahut ölüm, ümitsizlik ve karamsarlık gibi insanı korkutup kaygılandıran haller şeklinde de yorumlanabilir.
وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَۙ
وَ atıf harfidir. مِنْ شَرِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline müteallıktır. غَاسِقٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَبَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. وَقَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
غَاسِقٍ kelimesi sülâsî mücerred olan غسق fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَۙ
Veciz ifade kastına matuf olarak izafetle gelen مِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَۙ mecruru, وَ ‘la önceki ayetteki car-mecrura atfedilmiştir. Müteallakı, ilk ayetteki اَعُوذُ fiilidir.
Şarttan mücerret zaman zarfı اِذَٓا birinci ayetteki اَعُوذُ fiiline mütealliktir. اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan وَقَبَۙ cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
غَاسِقٍ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir. Kelimedeki nekrelik nev ve teksir ifade eder.
شَرِّ ‘in غَاسِقٍ ‘a izafesinde istiare sanatı vardır. Canlılara mahsus kötülük özelliği karanlığa nispet edilerek, cansız olan bir şey canlı yerinde kullanılmıştır. Mübalağa için gelen bu üslupta tecessüm sanatı da vardır.
مِنْ - شَرِّ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
غَاسِقٍ ve وَقَبَۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
غَاسِقٍ 'deki tenkir, cins içindir. Kastedilen gece cinsidir. (Âşûr)
غَاسِقٍ tenkiri dua makamında olduğu için umum ifade eder. Çünkü dua makamı genellemeye münasiptir. (Âşûr)
Şerrin غَاسِقٍ ‘a izafeti ismin zamana izafetinden olup في manasındadır. (Âşûr)
Gecenin şerrinden Allah’a sığınmak şu sebepledir: Şerrin yaygınlaşması en çok geceleyin olur ve bundan korunmak da çok zordur. Gece kararınca gaddarlık daha çok olur. Şerrin geceye isnat edilmesi, geceleyin ortaya çıkması sebebiyle şerle içli dışlı olmasındandır. (Keşşâf)
غَاسِقٍ (gece) kelimesi nekre olarak zikredilmiştir. Çünkü her غَاسِقٍ (gece) şerli değildir. (Fahreddin er- Râzî )
Rûhu'l Meânî'de de şöyle yazılıdır: وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ sözünde, şer kelimesinin geceye izafesi, mülâbese içindir. Çünkü onda oruçlunun gündüzünün bitişi vardır. Nekre oluşu da umûm içindir, böylece cüzleri ve fertleriyle birlikte bütün şerleri kapsar.
اِذَا وَقَبَ sözü, onun karanlığının her şeye girmesini ifade eder. Vaktin bu şekilde kayıtlanması, şerlerin içinde oluşması ve bundan sakınmanın zorluğu sebebi iledir. “Gece, afetleri gizler” sözü de bu manadadır. Hz. Âişe şöyle demiştir: “Resulullah (sav) bir gün doğduğu vakit aya baktı ve dedi ki”: “Ey Âişe! Bunun şerrinden Allah'a sığın. Çünkü bu iyice çöken karanlıktır.”
Burada niçin مِنْ شَرِّ الَّيْلِ اِذَا دَخَلَ ِbuyurulmadığı sorulabilir. Surede gelen şeklin, bu sözden birkaç yönden daha evla olduğunu söyleyebiliriz:
غَاسِقٍ kelimesinde umum ifadesi olup, geceyi ifade ettiği gibi başka şeyleri de ifade eder. Yani, sadece geceye mahsus değildir. Manaları arasında ayın olduğu, soktuğu vakit yılan için kullanıldığı da söylenmiştir ve başka manaları da vardır. Dolayısıyla bu kelimenin zikri, diğerinden evladır. Böylece umumi –ki bu umumun içine gece de dahildir– olan şerlerden sığınmak ifade edilmiştir.
Bir başka açıdan غَاسِقٍ ismi ile birlikte وَقَبَ lafzının seçilmesi, دَخَلَ (girmek) lafzından evladır. Bu en güzel istiare ve en güzel tabirdir. Sanki gecenin karanlığı dökülmekte ve çukurda toplanmaktadır. Tıpkı, suyun çukurda toplanması gibi. Âlem sanki çukurdur ve içine gecenin karanlığı dolmaktadır, bunun dışında kalan hiçbir şey yoktur. Dökülmek, âdeten bir şeyin üzerinden olur. Bu mana, yani “bir şeyin üstünden dahil olmak” manası, دُخُولٌ (girmek) fiilinde yoktur. Gece insanların üzerine dökülür; tıpkı suyun çukura döküldüğü gibi. Bir başka açıdan غسق kelimesinin aslı, dolmaktır. Göz, yaşlar ile dolduğu zaman da bu fiil kullanılır. امتلا , çukur gibi bir boşluğu olan bir şeyin dolmasını ifade eder. وَقَبَۙ da bunun gibidir. Çukur, küvet veya su pınarıdır. Dolayısıyla وَقَبٌ ile غَسْقٌ ‘ın kelimesi, en uygun seçimdir. Sanki gece, onun içine karanlığını dökerek onu doldurmaktadır. Böylece tabir bir çok açıdan hem evla hem münasip olmuştur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 1, s.49--50)وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِۙ
“Üfürenler” diye çevirdiğimiz neffâsât kelimesi hem erkek hem de kadın için kullanılır (bk. Abduh, s. 181). Âyet metnindeki ukad ise “düğüm” anlamına gelen ukde kelimesinin çoğuludur. “Düğümlere üfürenler” diye tercüme ettiğimiz ifade, “kadın sihirbazlar, sihirbaz insanlar, sihirbaz gruplar” anlamlarında da yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, IV, 301). Zemahşerî, âyette Allah’a sığınılması emredilen asıl kötülüğün ne olduğu hususunda şu ihtimalleri sıralar: a) Sihir ve büyü ile uğraşanların yaptıkları işten ve bunun günahından; b) Büyücü kadınların, bu işle insanları fitneye düşürmelerinden ve bâtıl şeylerle insanları aldatmalarından; c) Sihirbazlar üfürdükleri zaman onların büyülemesinden değil, Allah’tan gelebilecek musibetlerden (bk. IV, 301). Râzî, neffâsât kelimesini, “cinsel cazibeleriyle erkekleri âdeta büyülercesine etkileyip türlü türlü işler yaptıran kadınlar” şeklinde özetleyebileceğimiz mecazi bir anlamda yorumlamanın uygun olacağını belirtmiştir (XXXII, 197). Bununla birlikte yaygın yoruma göre burada gerçek büyücü ve üfürükçüler kastedilmiş ve kadınıyla erkeğiyle büyü ile meşgul olan herkesin şerrinden Allah’a sığınılması emredilmiştir. Câhiliye döneminde ipi düğümleyerek ve düğümlere bir şeyler okuyup üfleyerek büyü yapıldığı birçok kaynakta zikredilmiştir. Âyette düğümlü ipe üflenerek yapılan büyünün etkisinden ve şerrinden değil, bunu yapanların kötülüğünden söz edilmiştir. Çünkü bu tür işlerle meşgul olanlar insanları aldatmakta, kafalarını karıştırmakta, onları bilhassa sıkıntılardan kurtulma hususunda gerçeklere yönelmekten ve bilime uygun tedbirlere başvurmaktan alıkoymakta, yanlış yollara ve davranışlara yönlendirmektedirler. Âyet, müminlerin büyücü ve üfürükçülere itibar etmemeleri, onlardan uzak durmaları, onlara değer vermekten sakınmaları gerektiğini de ortaya koymaktadır. Nitekim Taberî’nin naklettiği bir rivayete göre Hasan-ı Basrî, bu âyet söz konusu olduğunda “Sihre bulaşanlardan sakının” demiştir (XXX, 353; bu konuda ayrıca bk. Bakara 2/102 ).
Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de indiğini söyleyen müfessirler burada bir yahudi tarafından Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını, bu sebeple onun altı ay veya daha fazla bir süre rahatsızlanıp söylemediği bir sözü söylemiş ve yapmadığı bir şeyi yapmış gibi hayal ettiğini, bunun üzerine Felak ve Nâs sûrelerinin indiğini ve Resûlullah’ın bunları okuyarak şifa bulduğunu bildiren rivayetlere dayanmaktadırlar (bk. Kurtubî, XX, 253). Ancak diğer Mu‘tezile âlimleri gibi Zemahşerî de âyetle ilgili yorumunda, bu tür uygulamaların gerçekliğine ve etkilerine inanmayı kesinlikle reddeder (bk. IV, 301). Son dönem âlim ve müfessirlerinden Muhammed Abduh, böyle bir olayın peygamberin ve vahyin sihir vb. beşerî etkilerden korunmuşluğunu ifade eden âyetlere (bk. Mâide 5/67; Hicr 15/9) aykırı olduğunu ileri sürerek ilgili rivayetlerin kabul edilemeyeceğini söylemiştir (Tefsîru cüz’i Amme, s. 181-182). Benzer görüş Reşîd Rızâ tarafından –mevcut psikolojik bulgulara da dayanılarak– daha ayrıntılı bir şekilde ifade edilmiştir (bk. Menâr, I, 398 vd.). Bizim kanaatimize göre, bilgi ve inanç konularında mütevâtir olmayan rivayetlerin dayanak olamayacağı birçok Sünnî âlimin üzerinde birleştiği bir kural olup peygambere büyü yapıldığı iddiasının hem bilgi hem inanç alanlarıyla ilgisi bulunduğundan bu konuda mütevâtir olma değeri taşımayan rivayetlere itibar edilmemesi gerekir (ayrıca bk. Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-usûl, s. 434).
وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِۙ
وَ atıf harfidir. مِنْ شَرِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. النَّفَّاثَاتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanır. فِي الْعُقَدِ car mecruru النَّفَّاثَاتِ ‘ye mütealliktir.
وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِۙ
Ayet atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Mecruru veciz ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelen مِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ car mecruru اَعُوذُ fiiline mütealliktir.
النَّفَّاثَاتِ , mübalağalı ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir. İsm-i fail vezninde gelmesi car-mecrur فِي الْعُقَدِۙ ‘ye müteallak olmasını sağlamıştır.
فِي الْعُقَدِۙ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla الْعُقَدِۙ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü düğüm, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.
مِنْ - شَرِّ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
النَّفَّاثَاتِ 'deki marifelik cins içindir. (Âşûr)
Düğümlere üflemekten maksat, kadınların erkeklerin kararlarını bozmalarıdır. Bu da düğüme hafif tükürmekle üfürerek yumuşatıp çözümünü kolaylaştırmak işinden istiare edilmiştir.
النَّفَّاثَاتِ diyerek marife kılması bu şekilde bütün üfürenlerin kötü olduğunu göstermek içindir; غَاسِقٍ ve حَسَدَ ise öyle değildir (hepsi kötü değildir). (Beyzâvî)
Burada mevsuf zikredilmemiş, onun yerine sâdece sıfat gelmiştir. Meselâ, اَلنِّسَاءِ اَلنَّفَّاثَاتِ buyurulmamış veya اَلنُّفُوس ya da başka bir mevsûf zikredilmemiştir. Böylece ifade kayıtlanmamış, umum ifade edilmiştir. Burada النَّفَّاثَاتِ şeklinde müennes çoğul gelmiş, نَفَّاثِينَ şeklinde müzekker çoğul gelmemiştir. Bu da umum ifade etmesi içindir. Çünkü نَفَّاثَاتٌ sözü hem kadınları hem ruhları hem nefisleri hem de bu işi yapan toplulukları ifade eder. Dolayısıyla bu tabir, hem erkek hem dişi nefisleri ve bu fiili yapan başkalarını da kapsadığı için daha umumidir. Eğer نَفَّاثِينَ buyurulsaydı, müzekkerlerden (erkeklerden) başkasını, başkalarından gelen şerleri kapsamaz umumi olmazdı. (Fâdıl Sâlih Samerrai, Beyanî Tefsir Yolu c. 1, s. 51)وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ
“Kıskanç kişi” diye çevirdiğimiz hâsid kelimesi “kıskanmak” anlamına gelen hased kökünden sıfat olup kıskançlık ve çekememezlik duygusunun tesirinde kalan kişiyi ifade eder. Bu duygunun etkisiyle “birinin sahip olduğu nimetin zevalini arzulama” anlamına gelen haset, İslâm ahlâk kaynaklarında başlıca kötülük sebepleri arasında gösterilmiştir. Bir tür ruh hastalığı kabul edilen hased duygusunun insan tabiatındaki bencillik eğiliminden, dolayısıyla başkalarının kendisinden daha üstün durumda olmasına tahammül edememesinden kaynaklandığı, bu durumun onu bir tür bunalıma soktuğu bildirilmektedir. Bu sebeple âyette, kıskançlığı tutan hasetçinin şerrinden Allah’a sığınmanın önemine dikkat çekilmiştir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/109).
وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ
وَ atıf harfidir. مِنْ شَرِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. حَاسِدٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır. (Bkz. Meczum Muzariler, Cümle Kuruluşu, s. 114, 118)
c. Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
حَسَدَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَسَدَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ
Ayet وَ ‘la önceki ayete atfedilmiştir. Veciz ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelen مِنْ شَرِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline müteallıktır.
Şarttan mücerret zaman zarfı اِذَٓا birinci ayetteki اَعُوذُ fiiline mütealliktir. اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan حَسَدَ cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
حَاسِدٍ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir. Kelimedeki nekrelik nev ve teksir ifade eder.
حَاسِدٍ - حَسَدَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
مِنْ - شَرِّ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah’a sığınılması istenenlerin sıralanması taksim sanatıdır.
Buradaki شَرِّ حَاسِدٍ [hasetçinin şerri] ifadesi ile, haset etme zamanındaki günahtan ve halinin çirkinliğinden, hasedinin ortaya çıkmasından sığınma kastedilmiş olabilir. (Fahreddin er- Râzî)
شَرِّ kelimesi surede birkaç defa tekrarlandığı için ıtnâb yapılmıştır. Maksat, bu vasıfların adiliğine dikkat çekmektir. (Safvetü’t Tefâsîr)
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tek cümleden oluşan sure Muavvizeteyn adıyla anılan iki surenin ilkidir. Bu sure ikizi olan Nas Suresi ile birlikte her Müslümanın günlük olarak sığınmak için okuduğu ve ibadetlerinin bir cüzü olan bir vird haline dönüşmüştür.
Suredeki 7 lafız Kur’an'daki diğer surelerde olmayıp sadece bu kısa surede yer almıştır. Bunlar şunlardır: الفلق، غاسق، وقَب، حاسد، حَسد، النفّاثات، العُقد
Bunlardan 4 ü sadece Kur’an’a mahsustur. Diğerleri Arapçada bilinmez ve hadisi şeriflerde de geçmez. Onlar da şunlardır: الفلق، غاسق، وقَب، النفّاثات. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1., s.119)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِۙ
Allah Teâlâ insanları yaratıp maddî ve mânevî nimetleriyle hem bedenen hem de ruhen beslediği, yetiştirdiği, eğittiği için kendi zâtını rab ismiyle anmıştır. Râgıb el-İsfahânî, “mâlik ve hâkim” diye çevirdiğimiz 2. âyetteki melik kelimesini özetle şöyle açıklar: Melik, emir ve yasaklarla insan topluluğunu yöneten kişidir. Bu kelime özellikle akıllı varlıkları yöneten için kullanılır; meselâ “insanların meliki” denir, “eşyanın meliki” denmez (Müfredâtü’l-Kur’ân, “mlk” md.). Yönetilen bütün insanlar olunca kanunlarıyla, buyruk ve yasaklarıyla onların yöneticisi, mâlik ve hâkimi de Allah’tan başkası değildir. “Mâbud” diye çevirdiğimiz ilâhtan maksat da sadece kendisi ibadete lâyık olan Allah’tır (ilâh hakkında bilgi için bk. Kur’an Yolu, Bakara 2/163). Allah Teâlâ bütün mahlûkatın rabbi olduğu halde burada üç âyette de, “insanlar”ın tekrarlanarak vurgulanması, onların mahlûkatın en üstünü ve en şereflisi olduğuna işarettir. Ayrıca dünyada insanları yöneten hükümdarlar, krallar ve bunları tanrı sayıp tapan kavimler geçmişte görülmüştür, bugün de farklı boyut ve tezahürlerde görülebilmektedir. Bu sebeple sûrede insanların rablerinin de, hükümdarlarının da, ilâhlarının da sadece Allah olduğuna ve yalnızca O’na sığınmak, O’na tapmak, O’nun hükümranlığını tanımak gerektiğine dikkat çekilmiştir.
“Şeytan” diye çevirdiğimiz vesvâs kelimesi, vesveseden türemiş, aşırılık ifade eden bir sıfat olup “çokça vesvese veren” demektir. Vesvese “şüphe, tereddüt, kuruntu, gizli söz, kişinin içinden geçen düşünce” demektir; terim olarak, “zihinde irade dışı beliren ve kişiyi kötü ya da faydasız bir düşünce ve davranışa sürükleyen kaynağı belirsiz fikir, şüphe ve kuruntu” anlamına gelir. Bir kimseye böyle bir düşünceyi telkin etmeye de “vesvese vermek” denir. Vesvese genel olarak insanı kötü, din ve ahlâk dışı davranışlara yönelten bir iç itilme olarak hissedilir. Bu anlamdaki vesvesenin kaynağı şeytandır. Nitekim birçok âyette şeytanın insana vesvese verdiği ifade edilmiştir (meselâ bk. A‘râf 7/20; Tâhâ 20/120). Kötülük sembolü olan şeytan, gerçek bir varlığa sahip olmakla birlikte onun insan üzerindeki etkisini psikolojik yolla gerçekleştirdiği düşünülmektedir (geniş bilgi için bk. Hayati Hökelekli, “Vesvese”, İFAV Ans., IV, 458). Vesvesenin bir diğer kaynağı ise kişinin nefsidir; Kaf sûresinin 16. âyeti de bunu ifade etmektedir.
Vesvâs kelimesi hem insanlara vesvese veren görünmez şeytanı hem de insanları yoldan çıkarmak ve onlara kötülük yaptırmak için gizlice tuzak kuran insan şeytanlarını, şeytan karakterli insanları ifade eder. “Sinsi” diye tercüme ettiğimiz hannâs kelimesi ise “gizli hareket eden ve geride kalmayı âdet haline getiren”anlamında bir sıfattır.
Sûrede cin ve insan şerrinden Allah’a sığınmayı isteyen buyruk, bizce belirsiz bir kaynaktan veya içimizden gelen arzu, duygu ve düşünceler karşısında uyanık olmayı, bunları akıl, vicdan ve dinî değerler süzgecinden geçirmeyi de içermektedir.
Son âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı üzere insanları aldatmaya ve doğru yoldan saptırmaya çalışan iki tür şeytan vardır: Birincisi cin şeytanlarıdır ki bunlar insanların içine vesvese düşürerek onları yanlış yola sürüklemek isterler. Her insanın, kendisini kötülüklere sürüklemeye, kötü işleri onun gözünde güzel göstermeye çalışan bir şeytanı vardır. Nitekim Hz. Peygamber, her insanın kendine ait bir cini (şeytanı) bulunduğunu bildirmiştir (Dârimî, “Rikak”, 25; Müsned, I, 385). Başka bir hadiste de “Şeytan âdemoğlunun kan damarlarında dolaşır” buyurulur (bk. Buhârî, “Ahkâm”, 21). İnsanları doğru yoldan saptıran diğer şeytan ise insan şeytanlarıdır. Bunlar, gerçeklik ve değer ölçülerini kaybetmiş, kendilerini nefsânî haz ve arzuların akıntısına kaptırmış, bu mânada şeytanın esiri olmuş, temiz fıtratını kirletmiş, görünmeyen şeytanlar gibi kötülük ve sapkınlık davetçisi olmuş insanlardır.
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِۙ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
Mekulü’l-kavl, اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ‘dır. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اَعُوذُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنا ‘dir. بِرَبِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline müteallıktır. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِۙ
Aziz kitabın sonunda yer alan 114. Suredir. Bunun yanında bu sure kendine mahsus konusuyla Kur'an'da tektir. Bu konudan başka hiçbir surede bahsedilmemiştir. Bu konu ins ve cin şeytanlarının vesvesesinden Allah'a sığınma konusudur. (Ahmet Bessâm es-Sâî, el-Mucize, C.1, s.93)
Sure, berâat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaa ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle emir üslubunda gelse de vaz edildiği emir anlamından çıkarak muktezâ-i zâhirin hilafına olarak dua manası taşıdığı için lüzumiyet alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber, ibtidâî kelamdır.
Muzari fiil hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
Ayetin başında قُلْ emrin bulunması mekulü’l-kavlin Allah katında bir önemi, şanı ve ciddiyeti bulunduğuna işaret eder.
بِرَبِّ النَّاسِۙ izafeti az sözle çok anlam ifade etme sanatı olan icaz kastına matuftur.
Bu izafette رَبِّ ismine muzâf olmakla النَّاسِ şeref kazanmıştır. Bu kelimedeki ال takısı, cins için istiğrak ifade eder.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla رَبِّ isminde tecrîd sanatı vardır.
رَبِّ ismi, ربة الدار (ev sahibi), ربة المال (mal sahibi) gibi izafet (tamlama) ile kullanıldığı zaman Allah'tan başkasına da söylenebilir. Melik isminin de ondan daha özel olmakla beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir. Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği, Allah'tan başka ilâh yok olduğu için ilâh ismi şeran ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde رَبِّ daha genel, ملك daha özel, اله daha da özeldir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
[De ki: Sığınırım insanların Rabbine.] Sığınmak; geçen surede bedene zarar veren şeylerden olduğu, insanı ve diğer şeyleri kapsadığı için izafeti orada (önceki surede) genel yaptı. Bu surede ise sığınmak insan nefislerine arız ve onlara has olan şeylerden olduğu için izafeti insanlara tahsis etti, sanki şöyle denilmiş oldu: İnsanlara vesvese verenin şerrinden onların Rabbine sığınırım, o ki, onların işlerine sahiptir ve ibadetlerine müstahaktır. (Beyzâvî)
اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ayeti ile bundan sonra gelen iki ayetteki isim tamlaması, insana şeref vermek ve onu değerli kılmak içindir. (Safvetü’t Tefâsir)
İnsanların Rabbine: Bütün insanların kendilerine ve işlerine sahip, terbiye edici sahibine, yani halk ve emriyle insanlar yaratan ve sanat ve kudretiyle o ğasık, kara topraktan o duygusuz, karanlık maddeden tan gibi parlayan duygulu insanlar yetiştiren, onlara yaramaz şeyleri atıp yarar şeyleri süze süze akıtarak lütuf ve terbiyesiyle tavırdan tavıra, halden hale kemale erdirerek büyüte büyüte akıl ve iz’an verip insanlık gereklerini, insanlık vazifelerini duyurarak bütün yaratıklar içinde seçkin bir halde kendi cinsiyle birlikte, toplum halinde yaşayacak hale getiren ve getirmekte bulunan ve bu şekilde onlara terbiye fikriyle rububiyet anlayışını öğreterek kendi varlığını sezdirip hak ve hayır uğrunda çalışmak yolunu gösteren Mevlasına. (Elmalılı Hamdi Yazır)
مَلِكِ النَّاسِۙ
مَلِكِ النَّاسِۙ
مَلِكِ kelimesi رَبِّ ‘den bedel veya sıfattır. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَلِكِ النَّاسِۙ
Az sözle çok anlam ifade etme sanatı olan icaz kastına matuf مَلِكِ النَّاسِۙ izafeti, önceki ayetteki بِرَبِّ النَّاسِۙ ‘dan bedeldir. اَعُوذُ fiiline mütealliktir.
Bedel, atıf harfi getirilmeksizin ve tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin açıklanması için bir başkasının getirilmesiyle yapılan ıtnâb sanatıdır.
Bedel; Arap dilinde bir kelimenin yerine kullanılan başka bir kelimenin atıf yapılmadan ve tefsir maksatlı kullanılmasıyla yapılan ıtnâb sanatıdır. Bedel yapmanın amacı, kapalı olan kelamı açmak, açık olanı ise tekid etmektir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 1 Yıl: 2000)
رَبِّ ve مَلِكِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
النَّاسِۙ , kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
[İnsanların hükümdarına…] Bu açıklamaktadır ki, Cenab-ı Hakk'ın onları terbiye etmesi, diğer mal sahiplerinin, sahip oldukları mallarında uyguladıkları terbiye üslubuna benzemez. O'nun Rabliği, kâmil bir hükümranlık, yaygın bir tasarruf ve mutlak bir hakimiyet tarzındadır. (Rûhu’l Beyân)اِلٰهِ النَّاسِۙ
اِلٰهِ النَّاسِۙ
اِلٰهِ kelimesi مَلِكِ ‘den bedel olup kesra ile mecrurdur. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye mübdelün minh denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلٰهِ النَّاسِۙ
Az sözle çok anlam ifade etme sanatı olan icaz kastına matuf اِلٰهِ النَّاسِۙ izafeti, ilk ayetteki بِرَبِّ النَّاسِۙ ‘dan bedeldir. اَعُوذُ fiiline mütealliktir.
Bedel, atıf harfi getirilmeksizin ve tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin açıklanması için bir başkasının getirilmesiyle yapılan ıtnâb sanatıdır.
Bedel; Arap dilinde bir kelimenin yerine kullanılan başka bir kelimenin atıf yapılmadan ve tefsir maksatlı kullanılmasıyla yapılan ıtnâb sanatıdır. Bedel yapmanın amacı, kapalı olan kelamı açmak, açık olanı ise tekid etmektir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 1 Yıl: 2000)
رَبِّ - مَلِكِ - اِلٰهِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
النَّاسِۙ , kelimesi, zamir yerine zahir isimle insanların şerefini artırmak gayesiyle tekrar edilmiştir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
مَلِكِ - رَبِّ ve اِلٰهِ sıralamasında umumdan hususa istidrac vardır.
İstidrac: Muhatabı fethetmek için onu etkileyecek, yakınlaştıracak veyâ korkutup rağbet ettirecek, vazgeçirecek teşvik edecek şeyleri âniden değil de alıştıra alıştıra söyleme sanatıdır. Geniş uygulama sahâsı olan bir sanattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
رَبِّ ismi, ربة الدار (ev sahibi), ربة المال (mal sahibi) gibi izafet (tamlama) ile kullanıldığı zaman Allah'tan başkasına da söylenebilir. Melik isminin de ondan daha özel olmakla beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir. Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği, Allah'tan başka ilâh yok olduğu için ilah ismi şeran ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde رَبِّ daha genel, ملك daha özel, اله daha da özeldir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Müfessirler suredeki النَّاسِ kelimelerinin tekrar olmadığını anlatmak için şöyle demişlerdir: İlk النَّاسِۙ , cenin ve çocuklar gibi terbiyeye muhtaç olanlar, ikincisi siyasete muhtaç olan gençler ve orta yaşlılar, üçüncüsü sırf Allah’a yönelmiş olan ibadet ediciler ve yetkinlerdir. (Elmalılı)
[İnsanların sahibidir,] [İnsanların İlahıdır.] ayetleri Rabb’in atıf beyanıdırlar; çünkü Rab bazen melik (sahip) olur, melik de bazen ilah olmaz. Bu nazımda, marifetlere bakanın mertebeleri de bildirilmektedir. Çünkü o, önce üzerindeki açık ve gizli nimetlerle bir Rab olduğunu bilir. Sonra nazarda dalar, öyle ki, onun hiç kimseye ihtiyacı olmadığını, her şeyin ona baş eğdiğini ve işlerinin idaresinin onda olduğunu bilir. O bu itibarla gerçek sahiptir. Sonra buradan onun ibadete müstahak olduğuna, başkasının buna layık olmadığına varır ve normal sığınmada olduğu gibi sığınma merdivenlerinde derece derece İlerler. Bu da sığınılan afetin ne kadar büyük olduğunu fark ettirir. (Beyzâvî)
بِرَبِّ النَّاسِۙ - مَلِكِ النَّاسِۙ - اِلٰهِ النَّاسِۙ ibarelerinde, insanları daha fazla yüceltmek ve durumlarına önem vermek için, isim tekrar edilerek ıtnâb yapılmıştır. Yüce Allah; ملكهم ve اِلٰهِهم (Onların meliki ve onların ilâhı) deseydi, onlara bu şeref ve şan verilmiş olmazdı. (Safvetü’t Tefâsir)مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ
مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ
مِنْ شَرِّ car mecruru اَعُوذُ fiiline mütealliktir. الْوَسْوَاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْخَنَّاسِ kelimesi الْوَسْوَاسِ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ
Car mecrur مِنْ شَرِّ , birinci ayetteki اَعُوذُ fiiline mütealliktir. Az sözle çok anlam ifade etme sanatı olan icaz kastına matuf izafet şeklinde gelen mecruruyla birlikte مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ car mecruru, ilk ayetteki اَعُوذُ fiiline mütealliktir.
الْوَسْوَاسِ ‘nin sıfatı الْخَنَّاسِۙ , mübalağalı ism-i fail vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
الْوَسْوَاسِ ‘deki tarif cins içindir. (Âşûr)
شَرِّ - الْوَسْوَاسِ - الْخَنَّاسِۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı sanatı vardır.
الْخَنَّاسِۙ , vesvese anlamında bir isimdir; tıpkı zelzele anlamına gelen زلزال gibi. Bunun mastarı زلزال gibi kesreli olarak وسوسة olup kastedilen şeytandır. Onun mastarla isimlendirilmiş olması, adeta vesvesenin ta kendisi olmasındandır; çünkü vesvese onun sanatı ve müdavimi olduğu meşgalesidir. Yahut الوسواس denirken, bununla vesveseli anlamı kastedilmiştir. Vesvese “gizli ses” demek olup وسواس الحلي (ziynet eşyasının çekici hışırtısı) tabiri de bu kabildendir. (Keşşâf)
[O hannâs vesvesecinin şerrinden,] yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip aldatmak, Hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese vermek âdeti olan o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Şeytan, يُوَسْوِسُ fiilini aşırı derecede çok yapmasından dolayı bu fiilin mastarı olan vesvesenin kendisi olmuş gibi الْوَسْوَاسِ olarak vasıflandırılmıştır.
الْخَنَّاسِۙ, her defasında insan, Rabbini andığında geri çekilip pusuya yatan demektir. (Ebüssuûd)
اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ
اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ
اَلَّذ۪ي müfred müzekker has ism-i mevsûl önceki ayetteki الْوَسْوَاسِ ‘ nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası يُوَسْوِسُ ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
يُوَسْوِسُ damme ile merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. ف۪ي صُدُورِ car mecruru يُوَسْوِسُ fiiline mütealliktir. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ
Has ism-imevsûl اَلَّذ۪ي önceki ayetteki, الْوَسْوَاسِ ’nın sıfatıdır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Mevsûlün sılası olan يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Şeytana isnadının hakiki olduğu يُوَسْوِسُ fiili, insana isnad edildiğinde mecaz-ı aklîdir. Çünkü insanların sudûruna yapılan fısıltının etkisi onun fiillerinde görülür. (Âşûr)
الْخَنَّاسِۙ - النَّاسِ kelimeleri arasında cinası muzari, reddü’l-acüz ale’s-sadr ve lüzum ma la yelzem sanatları vardır.
الْوَسْوَاسِ - يُوَسْوِسُ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şeytanın vesvese vermesi ise, gizli bir söz ile kendisine itaat etmeye çağırmasıdır. Bundan anlaşılan şu ki: Sesi açıkça duyulmaksızın kalbe ulaşır. (Kurtubî)
Muzâfun ileyh (tamlayan) olan insanlar sözünün tekrar edilmesi, izafet yoluyla durumun iyice açığa çıkarılması ve vurgulanması içindir. Çünkü şerefli sayılmayanlara önem verilmez, adı tekrarlanmaz, aksine ihmal edilip bir tarafa bırakılır. İnsanlar ise şerefli oldukları için tekrar edilmişlerdir. (Rûhu’l Beyân)
الْوَسْوَاسِ ’den murad şeytandır. Şeytan, masdar ile isimlendirilmiştir. Çünkü o, bütün sanatı ve kendini verdiği bütün meşguliyeti vesvese olduğu için, sanki kendisi vesvesedir. (Fahreddin er-Razi)مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ
مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ
مِنَ الْجِنَّةِ car mecruru يُوَسْوِسُ ‘daki failin mahzuf haline mütealliktir. النَّاسِ atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ
مِنَ الْجِنَّةِ car mecruru, önceki ayetteki يُوَسْوِسُ fiilinin failinden, mahzuf hale mütealliktir. Halin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Hal, cümlede failin, mefulün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlarla yapılan ıtnâb sanatıdır..
النَّاسِ , tezat nedeniyle الْجِنَّةِ ‘ye atfedilmiştir. النَّاسِۙ , kelimesi, zamir yerine zahir isimle insanların şerefini artırmak gayesiyle tekrar edilmiştir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْجِنَّةِ - النَّاسِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
مِنَ , ibtidaiyye olarak يُوَسْوِسُ ’ye taalluk eder. Vesvese vereni değil, verdiği vesvesenin başlangıcını, ilgilenme yönünü gösterir. Veya beyaniye olarak اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ’yu, dolayısıyla الْوَسْوَاسِ ’ın cinslerini beyan olur. Veya ف۪ي صُدُورِ النَّاسِۙ ’daki النَّاسِۙ ’ı beyan olmasıdır ki, bu şekilde o vesveseci cinden olan, insten olan nâs’a da vesvese verir demek olur. (Elmalılı)
مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ [Gerek cinlerden, gerekse insanlardan…] ifadesi, şeytanların cin ve insan türü olmak üzere iki kısma ayrılması esasına göre “ki, insanların içine vesvese sokar” kısmının açıklamasıdır. الْجِنَّةِ ’e cin denmesi kapalılıklarından, gizliliklerinden dolayıdır. النَّاسِ ’a (insanlara) نَّاسِ denilmesi de beşer denilmesi gibi, ortada oluşlarından dolayıdır ki ابصار (görmek) manasına olan اناسِ ’tan alınmıştır. (Keşşâf)
Önceki surede, Kendisine sığınılan Allah Teâlâ tek bir sıfatla anılıyor, o da رَبِّ الْفَلَقِۙ (sabahın Rabbi) vasfıdır. Orada kendisinden Allah'a sığınılan şeyler ise üç çeşit büyük beladır. Onlar da غَاسِقٍ(gece), ٱلنَّفَّـٰثَـٰتِ (düğümlere üfleyen kadınlar) ve حَاسِدٍ ’dir. Ama bu surede, sığınılan Allah Teâlâ üç sıfatla zikrediliyor: Rabb, Melik ve İlâh. Sığınılan şey ise tek bir şey, yani يُوَسْوِسُ . Bu iki yer (sure) arasındaki fark şudur: Medhü senanın (övgünün), elde edilmek istenen şeyin kıymetine göre belirlenmelidir. Binaenaleyh birinci surede istenen şey bedenin ve canın selametidir. İkinci surede elde edilmek istenen şey ise dinin selametidir. Bu, az bile olsa dine yönelik zararların büyük bile olsa dünya zararlarından daha büyük olduğuna bir işarettir. Allah Sübhanehû ve Teâlâ en iyi bilendir. (Fahreddin er-Râzî)
Fatiha Suresindeki yardım isteme ile hâtime (bitiş) deki sığınma emirlerinin tevhid ve ihlâs gayesinde bir tatmini vardır ki, genelde istenilen güzel bitiş (hüsn-i hâtime) de budur. Fatiha ve Bakara Suresinin başı ile İhlas ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sureleri), bu üç surenin mana ve mefhumu düşünüldüğü zaman doğrudan doğruya manalar arasındaki tutarlılık ve ilgi, surelerin baş ve sonları arasındaki birlik ahengi, fikrî ve beyanî silsile de o nükteleri ilham etmeye yeterlidir. Bu ahenk ve uygunluk bize Kur'an surelerinin tertibinin de vahyile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet ve isabetini gösterir. Onun için sırf remizlerinden fikre doğan manalar Allah'ın muradı olduğuna hükmetmek doğru olmayacağı hakkında bilginlerin hatırlatmasını unutmaması ve kastedileni karanlık yollarda aramayıp doğru yola sarılmak maksatların başlıcası olduğunu daima göz önünde tutmak lazımdır. (Elmalılı)
Surede bir musiki sesi vardır ki, tatlı ifadesiyle nağmelerden daha üstündür. İşte bu, Kur'an'ın özelliklerindendir. (Safvetü’t Tefâsir)
Sure Muavvizeteyn adıyla anılan iki surenin ikincisidir. Bu sure ikizi olan Felak suresi ile birlikte her Müslümanın günlük olarak sığınmak için okuduğu ve ibadetlerinin bir cüzü olan bir vird haline dönüşmüştür.
Bu sure diğer Kur'an-ı Kerim sureleri arasında sadece kendisine has, diğer sûrelerden ayırıcı lugavî bir yapıya sahiptir. 6 ayetten oluşmuştur. Bu ayetlerde yoğun olarak şeddeli نَّ , elif ve سِ harfinden oluşan النَّاسِ kelimesi vardır.Alınan niyetler, açılan kapılar ve atılan ilk adımlar değerlidir. Yürünmesi seçilen yolun bazı gerçekleri bilinirken, bazısı ise gizlidir. Hepsi, kişiye özel zorlayıcı ve kolaylaştırıcı anlarla doludur. Allah’ın adı ile başlayıp bitende müthiş bir bereket ve hayır vardır.
Yolcu, yolla ve hedefle alakalı ya da alakasız çeşitli engellerle karşılaşır. Eğer tutunacak sağlam bir dalı yoksa kafası karışır. Ömrünün biteceğini bilmesine rağmen yürüdüğü yol hiç bitmeyecekmiş hissinde boğulur.
Zorlukların içindeki anlık kayboluşların ardından kalbe sakinlik, bedene yorgunluk ve gözlere uyku çöker. İşte o anların getirdiği Allah’a teslimiyet halindeyken; her yolun ve içindekilerin bir gün biteceğini hatırlar ve tebessüm eder.
Zira hiç bitmeyecek düşüncesi, yolcuları en çok hırpalayandır ve yerine göre nefsi hırçınlaştırandır. Öyle ki; nihai hedef ve asıl niyet unutulur gider. Onlar unutulunca ya da hakiki manada bilinmeyince, yol anlamsızlaşır ve kişiye zindan olur.
Kimi yolcu, zorlanılan her anın kayda değer olduğu ve Allah tarafından bilindiği bilinciyle yürür. Hedefe ulaştığında, zorlandığı anların hepsini başkalarına heyecanla anlattığını ve Allah katında mükafatını aldığını hayal eder.
Nice yolların sonuna varmış, nice tecrübeler biriktirmişlerin hikayeleri, atlattıkları farklı zorluklar sayesinde kıymetlidir. Allah rızası için yaşamış ve her yolu O’nun rızasını gözeterek yürümüş yaşlı, genci durdurur ve dualarla çantasına Felak ve Nas surelerini yerleştirir.
Ve der ki: Biten yolun ve işin ardından hemen yenisine başla. Zira her başlangıç için nefsinin hazırlanmasını beklersen, boşa vakit kaybeder ve birçok güzellikten mahrum kalırsın.
Ey Allahım! Kendi nefsimizin, başkalarının ve dünyalıkların her türlü şerrinden Sana sığınırız. Başlangıçlar ve bitişler için hamd olsun. Dikkatini zorluklara değil; yolun güzelliklerine verenlerden eyle. Her ikisi karşısında; kalbimiz teslimiyet ve şükürle, zihnimiz azim ve cesaretle, nefsimiz huzur ve tevazuyla, amel defterimiz ise sevaplarla dolsun.
Ey Allahım! Rızana yaklaştıracakları yolumuz ve işimiz eyle. Kendi isteğimizle ya da mecburiyetten yürüdüğümüz yolların ve biz yolcuların sahibi Sensin. Bu yollarda yürüyen benliklerimizin neye ihtiyacı olduğunu en iyi bilensin. Rahmetin ile yollarımızı ve işlerimizi kolaylaştır. Her anında; yolunda ve işinde, başlangıçta ve sonunda, başarısında ve hayal kırıklığında Seni ananlardan ve Sana dayananlardan eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz: @zeynokoloji