16 Haziran 2026
Kureyş Sûresi 1-4 / Mâûn Sûresi 1-7 / Kevser Sûresi 1-3 (602. Sayfa)
Kureyş Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 4 âyettir. Kureyş, Hz. Peygamberin mensup olduğukabilenin adıdır.
Mushaftaki sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûredir. Tîn sûresinden sonra, Kāria sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Sûrede Kureyş’e Câhiliye döneminde sağlanan ticarî kolaylıklardan, güvenlik, zenginlik vb. imkânlardan bahsedilmekte, bunlardan dolayı yüce Allah’a minnettar olup kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Kureyş Sûresi 1. Ayet

لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ  ...


1-4. Ayetler Meal  :   
Kureyş’i ısındırıp alıştırdığı; onları kışın (Yemen’e) ve yazın (Şam’a) yaptıkları yolculuğa ısındırıp alıştırdığı için, Kureyş de, kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsin.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لِإِيلَافِ alıştırdığı için ا ل ف
2 قُرَيْشٍ Kureyşi

Güvenliğini sağlamak için” şeklindeki çeviriye göre bu âyet bir önceki sûrenin devamı gibidir ve cümle, “Ebrehe ve ordusunu helâk ettik” şeklinde tamamlanır. Sûrenin sonunu başına bağlamak da mümkündür; bu takdirde mâna şöyle olur: “... sağladığı için Kâbe’nin rabbine kulluk etsinler.”

Hz. Peygamber’in büyük dedesi Haşim b. Abdi Menâf ve diğer bazı Kureyş liderlerinin, ticaret güvenliğini geliştirmek maksadıyla çevredeki kabile ve devlet ve liderleriyle yaptıkları, kaynaklarda ‘îlâf’ adı da verilen anlaşmalar meşhurdur. Keza Haşim’in, Mekke’nin kutsiyetine saygı duymayan kabilelerden, eşkıya ve çapulcudan şehir halkını korumak için ‘îlâf’ adıyla bir güvenlik uygulaması başlattığı, hatta bu hizmetin finansmanı için mecburi vergi koyduğu bilinmektedir (Çok sayıdaki kaynaklardan bazıları için bk. Mustafa Çağrıcı, Kur’an’ın Geliş Ortamında Ahlâk ve İnsan ilişkileri, s. 167-168/dipnot 132). Yaygın görüşe göre sûrenin başındaki îlâf ile sağlanan bu ticaret güvenliği kastedilmiştir (Buradaki îlâf kelimesinin “ülfet”ten gelen başka bir anlamı, bu sûre ile Fil sûresi arasındaki anlam ilişkisi ve ikinci sûrenin geliş sebebine dair önemli bir bilgiye aşağıda yer verilecektir). 

Kureyş, Hz. Peygamber’in mensup olduğu, İslâm’ın tebliğine ilk muhatap olan ve Kur’an’da adı geçen büyük Arap kabilesidir. Nesep bilginlerinin çoğunluğuna göre Kureyş’in atası Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Maad b. Adnân’dır. Hz. Peygamber Kureyş’in Hâşimoğulları koluna mensuptur. Kabile reisliği genellikle Hâşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında mücadele konusu olmuştur. Câhiliye döneminde Kureyşliler Allah’ın varlığına inanmakla birlikte putları Allah’a ortak koşuyorlardı, bu sebeple Kur’an onları, “ortak koşanlar” anlamına gelen müşrikûn sıfatıyla nitelemiştir. 610 yılında Hz. Peygamber’e Kur’an inmeye başlayınca Kureyş’in bir kısmı ona iman etmekle birlikte çoğu inanmadığı gibi Hz. Peygamber’e karşı gittikçe sertleşen ve savaşlara kadar varan bir mücadeleye girişmişlerdir. Bu direniş hicretin 8. yılında Mekke’nin fethine kadar sürmüştür. Mekke’nin fethedilmesiyle birlikte İslâmiyet’in karşısındaki Kureyş düşmanlığı da tamamen ortadan kalkmıştır. Bundan sonra İslâm’ın dünyaya yayılması için Kureyşliler’in ön saflarda mücadele verdikleri görülmektedir (ayrıca bk. Casim Avcı, “Kureyş (Benî Kureyş)”, DİA, XXVI, 442-444).

Kureyş kabilesi, Araplarca kutsal sayılan Kâbe’nin gözetim ve bakımını üstlendikleri için diğer Arap kabileleri onlara büyük saygı gösterirlerdi; özellikle Kâbe’yi yıkmaya gelen fil ordusunun mûcizevî bir felâkete mâruz kalarak Kâbe’yi yıkma teşebbüslerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kureyşliler’in kabileler nezdindeki saygınlığı iyice arttı. Emîrler ve krallar onlara saygı gösterir, başkaları çöllerde haydutlar tarafından saldırılara uğrarken Kureyşliler güven içerisinde yazın Tâif’in serin yaylalarına, kışın da Yemen’in ılık bölgelerine serbestçe seyahatlerde bulunarak büyük kazançlar elde ederlerdi. Hatta Kureyş’in ticaret kervanları kış aylarında Somali ve Habeşistan’a, yaz aylarında da Suriye, Mısır, Irak ve İran’a kadar giderlerdi. Mekke’nin bulunduğu bölge tarım ve hayvancılığa elverişli olmadığı için halkın ticaretten başka gelir kaynağı yok denecek kadar azdı. Hac mevsiminde kurulan panayırlar ticaretlerinin canlanmasına vesile olduğu gibi buralarda düzenlenen şiir, hitabet vb. yarışmalar da dil, edebiyat ve kültürün gelişmesini sağlıyordu. İşte sûrede Allah’ın onlara lutfettiği bu imkânlar hatırlatılmakta, özellikle Kâbe’ye vurgu yapılarak “Şu evin (Kâbe) rabbine kulluk etsinler” buyurulmaktadır.

Kabile hayatı yaşayan Arap yarımadası devlet otoritesinden yoksun olduğu için burada genel bir güvensizlik bulunduğu halde Mekke Hz. İbrâhim zamanından beri Allah tarafından saygınlığı çiğnenmeyen (harem) bölge olarak insanlığa duyurulmuş, bu sayede Mekke halkı dış saldırılardan korunmuştur. Nitekim bir âyet-i kerîmede, “Görmezler mi ki, çevrelerindeki insanlar durmadan yerinden koparılıp götürülürken biz (Mekke’yi) güvenli, dokunulmaz belde yapmışızdır?” (Ankebût 29/67) buyurularak bu nimetler hatırlatılmaktadır. Ayrıca başka bölgelerde üretilen sebze, meyve ve diğer gıda maddeleri Hz. İbrâhim’in duası bereketiyle (İbrâhim 14/37), bir ticaret merkezi haline gelmiş olan Mekke’ye getirilip satılır, böylece bura halkının ihtiyacı karşılanırdı. İşte sûrede Kureyş’in, bütün bu nimetlerin şükrünü yerine getirmek için Allah’a kulluk etmesi istenmiştir.

Kureyş sûresinin ilk âyetinin tam anlamı “Kureyş’in îlâfı için…” veya “Kureyş’in ilâfından dolayı…” şeklinde olup cümlenin geri kalanı tamamlanmamış, bu kısım tefsirciler tarafından başta özetlediğimiz bazı farklı ifadelerle doldurulmaya çalışılmıştır. Bazı kaynaklarda Kureyş sûresinin iniş sebebini ve önceki Fil sûresiyle bağlantısını farklı şekilde açıklayan, böylece bu sûrenin ilk âyetini Fil sûresinin son âyetine bağlayarak boşluğu gideren bir bilgi yer almaktadır. Bu kaynaklarda, İslâm’ın zuhuruna yakın yıllarda Mekke ve çevresinde yoksulluk sorununun dayanılmaz bir hal alması yüzünden bu çevrede bir intihar geleneğinin oluştuğundan söz edilir. Bu uygulamaya, “birinin kapıyı arkasından kilitleyip, açlıktan ölünceye kadar hiç kimseden hiçbir şey istememesi” anlamında i‘tifâd (الاعتفاد) deniliyordu. Uygulamanın mahiyeti hakkında bilgi veren klasik eserler, ilk kaynak olarak genellikle Zübeyr b. Bekkâr’ın (ö. 256/870) el-Muvaffakıyyât’ını zikreder, Zübeyr’in de bu bilgiyi Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz’e nispet ettiğini belirtirler. ‘İ‘tifâd’ uygulaması hakkında ve buna son verilmesi için Hz. Peygamber’in büyük dedesi Haşim’in ürettiği îlâf çözümü konusunda, –ulaşabildiğimiz kadarıyla– önce İbn Hamdûn (ö. 562/1167) et-TeŽkiretu’l-Hamdûniyye’de (II, 152), ardından bazı önemsiz değişiklikler ve kısaltmalarla İbnü’l-Cevzî el-Muntazam’da (II, 211), Suyûtî ed-Dürrü el-Menûr’da (VIII, 636) ve Muhammed b. Yusuf eş-Şâmî Süb ülü’l-Hüdâ’da (I, 269) bilgi vermişlerdir. 

İbn Hamdûn’da anlatıldığına göre “Kureyş’in i‘tifâdı” şöyleydi: “… Onlar fakir düşünce açık araziye çıkarak kendileri için çadırlar kurup oraya kapanırlar, en sonunda yoksulluk durumları bilinmeden öylece ölürlerdi… Nihayet Haşim yetişkin bir insan oldu; kavmi arasında büyük itibar kazandı. Bir gün dedi ki: ‘Ey Kureyş topluluğu! … Şu i‘tifad (fakirlik yüzünden intihar olayı), birçoğunuzun başına gelmektedir. Bu hususta bir fikir geliştirdim.’ ‘Fikrin neyse emret yapalım’ dediler. Haşim şöyle devam etti: ‘Fakirlerinizle zenginlerinizi kaynaştırmayı düşünüyorum; bir zenginin yanına onunla aynı sayıda aile efradı bulunan bir fakir vereceğim. Zengin olan yazın Şam bölgesine, kışın Yemen bölgesine yapacağı ticaret yolculuğunda o fakiri yardımcısı olarak yanında götürecek; böylece zengin kazandıkça fakir ve onun ailesi de onun gölgesinde geçimini sağlayacak ve bu uygulama i‘tifadı ortadan kaldıracak.’ ‘Ne güzel düşündün!’ dediler. Bu suretle Haşim insanlar arasında bir kaynaşma (ülfet) sağladı…” 

Aynı yerde Allah’ın Mekkeliler’i fil ordusundan koruduğunu anlatan Fil sûresiyle ‘îlâf’tan bahseden bir sonraki Kureyş sûresi arasında bir sebep-sonuç bağlantısı da kurulmakta; Kureyş sûresinin başındaki ‘îlâf’ kelimesinin ‘الألفة’ (ülfet, kaynaşma) kökünden geldiği, bunun da zenginlerle yoksullar arasında bir “merhamet ve yardımlaşma” ürettiği dikkate alınarak bu iki sûreden özetle şöyle bir sonuca ulaşılmaktadır: Kureyş halkı, Haşim’in çözüm teklifine uyarak aralarında ülfet kurdukları, birbirine merhamet gösterip yardımlaştıkları, yoksulları doyurup açlık ölümünden kurtardıkları için –putperest olmalarına rağmen– Allah da onları fil ordusuna karşı korumuştur. 

Ayrıca Kureyş sûresinin 4. âyetinde “açlıklarını giderme” ifadesi Hâşim’in getirdiği uygulamayla açlık sorununun çözülmesine, “korkudan emin kılma” ifadesi de o yoksulların kervanlarla gidip güvenliği sağlamasına işaret etmektedir. Bu iyilikleri Hâşim’in aklına getirip yaptıran da Allah olduğu için sûrede “açlıklarını giderme” ve “korkudan emin kılma” Allah’a nispet edilmiştir.

Hz. Peygamber’in atalarını öven ve huzurunda okunduğunda onu mutlu eden şu mısralarda bu îlâf uygulamasına işaret edildiği anlaşılmaktadır:

“Zenginlerini fakirleriyle kaynaştıranlardır (onlar),

Ta ki fakirleri kendi geçimini sağlayacak duruma gelinceye kadar.”

Ne var ki, –kapsamının ve tesirinin ne kadar olduğu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız- Kureyş’in bu ülfet ve dayanışma pratiğinin zaman ilerledikçe zayıfladığı; bilhassa Kur’an’ın Mekke müşriklerinin geleneksel putperestlik inancını açıkça reddetmesi, Câhiliyye ahlâk telakkisini, dünya görüşünü ve toplumsal zihniyetini giderek artan bir kuşatıcılıkta eleştiriden geçirip her şeyi yeni baştan inşa etmek istediğinin anlaşılması ve nihayet “İslâm’ın kabileler arasında yayılmaya başladığı”nın görülmesi üzerine, Kureyş’in genel tutumunun özellikle yeni dinin mensuplarına karşı sosyal ve ekonomik tecride kadar varan, nihayetinde onları yurtlarını terketmek zorunda bırakan bir acımasızlığa dönüştüğü görülür. Sonuçta Hâşim’in bu uygulaması, Walter Dostal’ın ifadesiyle, “Açıktır ki Peygamber sayesinde soylu bir davranış formundan çıkarılmış, bütün inananlar için genel bir görev olarak zekât formunda yeniden şekillendirilmiştir.” (Bütün bu bilgiler ve kaynakları için bk. Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 168-171 ve dipnot 133-142).


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:693-694

لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ


لِا۪يلَافِ  car mecruru, 3.ayetteki  فَلْيَعْبُدُوا  fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. قُرَيْشٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ


Sure, berâat-i istihlâl sanatına uygun olarak, konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.

Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi) 

Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir.  لِا۪يلَافِ  car mecruru 3. ayetteki  فَلْيَعْبُدُوا  fiiline mütealliktir. Kelimedeki nekrelik tazim içindir. 

İzafet formunda gelerek az sözle çok anlam ifade eden  لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ  car mecruru, ihtimam için amiline takdim edilmiştir. (Âşûr) Bütün mamullerin cümledeki yeri, aslında amilinden sonra gelmesidir. Mamülün amilinden önce zikredilmesi îcâz-ı hazif sanatıdır.

لِا۪يلَافِ ; sülâsisi  ألف  olan fiilin  افعال  babında masdarıdır. Bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. (Âşûr) Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder.

قُرَيْشٍۙ , Kinane Oğlu Nadr'in evladıdır. (Nadr, Peygamberimizin 13. dereceden dedesidir.) Kureyş, tasgir sıygası olup Kırş'cık demektir. القِرْشِ , denizde yaşayan büyük bir hayvandır. Bu hayvan, gemilerle oynar ve ancak ateş ile uzaklaştırılabilir. Bu tasgir (kırş'cık denilmesi), o hayvani tazim içindir. Diğer bir görüşe göre ise, Kureyş'in kökü kesb, kazanmak manasındaki  القَرْشِ 'dir. Kureyşliler, ticaretleri ve seyahatleri ile çok çalışkan oldukları için kendilerine bu isim verilmiştir. (Ebüssuûd)

لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ [Kureyş'in uzlaşması için..] ifadesinin başındaki ‘için’ anlamına gelen lâm harf-i ceri, üçüncü ayetteki ‘kulluk etsinler’ anlamındaki  فَلْيَعْبُدُوا  kelimesine bağlıdır. Bu kelimenin başındaki  فَ , şart manası olduğu için getirilmiştir. Çünkü mana şu şekildedir: ”Şüphesiz Allah'ın onlar üzerindeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Ona diğer nimetleri için kulluk etmeseler bile, hiç olmasa bu değerli nimet için bari kulluk etsinler. لِا۪يلَافِ  kelimesi, masdardır. Bir şeye sarılma ve devam etme manasındadır. (Rûhu’l Beyân - Âşûr)  

Hakkı daha sonra söylenmek olan  لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ  terkibi öne alınmıştır. Aslı şöyledir:  لِيعبدوا ربَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ لِا۪يلَافِ رِحْلَةَ الشِّتَٓاءِ وَالصَّيْفِۚ Yüce Allah, nimeti hatırlatmak için  لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ  ifadesini öne almıştır. (Safvetü’t Tefâsir)

Kureyş Sûresi 2. Ayet

ا۪يلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَٓاءِ وَالصَّيْفِۚ  ...


 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِيلَافِهِمْ onları alıştırdığı için ا ل ف
2 رِحْلَةَ yolculuğuna ر ح ل
3 الشِّتَاءِ kış ش ت و
4 وَالصَّيْفِ ve yaz ص ي ف

ا۪يلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَٓاءِ وَالصَّيْفِۚ


ا۪يلَافِهِمْ  önceki ayetten bedel olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. 

Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

رِحْلَةَ  kelimesi masdar  ا۪يلَافِهِمْ ‘in mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır.  الشِّتَٓاءِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  الصَّيْفِۚ  atıf harfi  وَ ‘la makabline matuftur. Masdarın fiil gibi amel şartları şunlardır:

1.Tenvinli olmalıdır.  2. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır.  3. Masdarın failine muzâf olmalıdır.

4. Masdarın mef’ûlüne muzâf olmalıdır. Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan masdar kendisinden sonra fail veya mef’ûl alabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

ا۪يلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَٓاءِ وَالصَّيْفِۚ


ا۪يلَافِهِمْ  izafeti, önceki ayetteki  لِا۪يلَافِ قُرَيْشٍۙ ‘den bedeldir. Bedel, atıf harfi getirilmeksizin, tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin bir başka kelimeyle açıklandığı ıtnâb sanatıdır.

Arap dilinde bir kelimenin yerine kullanılan başka bir kelimenin atıf yapılmadan ve tefsir maksatlı kullanılması bedel ile anlatılmaktadır. Bedel yapmanın amacı, kapalı olan kelamı açmak, açık olanı ise tekid etmektir. (Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi, İtnâb-îcâz)

ا۪يلَافِ  bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder. 

Veciz ifade kastına matuf olarak izafetle gelen  رِحْلَةَ الشِّتَٓاءِ , mastar veznindeki  ا۪يلَافِ  için mef’ûldür.  وَالصَّيْفِۚ  muzâfun ileyh olan  الشِّتَٓاءِ ’ye matuftur. Cihet-i câmia, tezattır.

Allah Teâlâ,  ا۪يلَافِ ‘ı, birincisinde mutlak olarak zikretmiş; sonra da mukayyet olarak zikrettiğini, bu  ا۪يلَافِ ‘ın yüceliğini ve önemini belirtip, ondaki nimet ve lütfun büyüklüğünü hatırlatmak için mutlak olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olan, ilkinin, "Kureyş arasındaki tüm ünsiyet, emniyet, selamet ve ittifakın" hepsini içine alan genel bir ifade olmasıdır. Böylece bunun içine, onların duruşları, hareket edişleri ve bütün halleri girmiş olur. Daha sonra Hak Teâlâ, onların geçimlerinin direği ve ana kaynağı olduğu için, özellikle bu iki sefere ülfet edip, bunlarda emniyet ve selamette oluşu zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)  

الصَّيْفِۚ - الشِّتَٓاءِ  kelimeleri arasında tıbâk îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır. 

ا۪يلَافِ  tefhim ve tazim kastıyla tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

ا۪يلَافِ ’yi açıklayan bu ayet ibhamdan sonra izah sadedinde ıtnâbdır.

ا۪يلَافِ 'ı önce mutlak zikredip sonra da kayıtlaması (ا۪يلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَٓاءِ وَالصَّيْفِۚ  şeklinde) onu gözlerde büyütmek içindir. (Beyzâvî)  

رِحْلَ  ‘yolculuk’ demektir. Aslında bu,  رِاحْلَ  yani kuvvetli deve üzerinde yolculuk demektir. Daha sonra bu kelime her yolculuk için kullanılmıştır. (Rûhu’l Beyân)

Kureyş Sûresi 3. Ayet

فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ  ...


 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَلْيَعْبُدُوا kulluk etsinler ع ب د
2 رَبَّ Rabbine ر ب ب
3 هَٰذَا bu
4 الْبَيْتِ evin ب ي ت

فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ


فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن لم يعبدوه لأيّة نعمة. (eğer bu nimetler için ibadet etmiyorlarsa..) şeklindedir.

لْ  emir lam’ıdır.  لْيَعْبُدُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  رَبَّ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

هٰذَا  işaret zamiri muzâfun ileyh olup mahallen mecrurdur.  الْبَيْتِ  ism-i işaretten bedel olup kesra ile mecrurdur.

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye mübdelün minh denir. 

Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ


فَ , mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Cevap olan  فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِ   cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Takdiri, …  إن لم يعبدوه لأيّة نعمة (eğer bu nimetler için ibadet etmiyorlarsa..) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.

Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.  

لْ , gaibe emir harfidir.  رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ  izafeti fiilin mef’ûlüdür. Veciz ifade kastına matuf izafet muzâfun ileyhin şanı içindir. 

الْبَيْتِ , muzâfun ileyh olan  هٰذَا  ismi işaretinden bedeldir.

الْبَيْتِ ’nin, işaret ismiyle gösterilmesi, dikkat çekmek ve tazim amacına matuftur.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

رَبَّ  -  يَعْبُدُوا  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ [Bu evin sahibi] izafetinde,  الْبَيْتِۙ ’nin, رَبَّ ‘ye izafeti, şereflendirmek ve değerli kılmak içindir. (Safvetü’t Tefâsir-Fahreddin er-Râzî) 

Bil ki, nimet vermek, şu iki şekilde olur: 1) Zararı bertaraf etme.  2) Menfaat sağlama. Birincisi, daha önemli ve daha öncedir. İşte bundan dolayı ulema, "Canlılardan zararı defetmek vâciptir; ama, menfaat temin etmeye gelince, bu vâcip değildir" demiştir. İşte bu yüzden Cenab-ı Hak, zararı savuşturma nimetini, Fîl Suresinde; fayda temin etme nimetini ise bu sûrede açıklamıştır. Nimet vermeye ve nimet verene, şükür ve kullukla mukabele etmek gerektiği, zihinlere yerleşince de, pek yerinde olarak, Cenab-ı Hak, verdiği nimetlerin peşinden, kulluğun yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. (Fahreddin er-Râzî) 

 
Kureyş Sûresi 4. Ayet

اَلَّذ۪ٓي اَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَاٰمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ  ...


 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِي o ki
2 أَطْعَمَهُمْ onları yedirip ط ع م
3 مِنْ -tan (kurtardı)
4 جُوعٍ açlık- ج و ع
5 وَامَنَهُمْ ve onları güvene kavuşturdu ا م ن
6 مِنْ -dan
7 خَوْفٍ korku- خ و ف

اَلَّذ۪ٓي اَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَاٰمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ


اَلَّذ۪ٓي  müfred müzekker has ism-i mevsûl  رَبَّ ‘nin sıfatı olarak mahallen mansubdur.   İsm-i mevsûlun sılası  اَطْعَمَهُمْ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

اَطْعَمَهُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  مِنْ  sebebiyyedir.  مِنْ جُوعٍ  car mecruru  اَطْعَمَهُمْ  fiiline mütealliktir.  اٰمَنَهُمْ  atıf harfi وَ ‘la  اَطْعَمَهُمْ. fiiline mütealliktir. 

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz. Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اٰمَنَهُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  مِنْ خَوْفٍ  car mecruru  اٰمَنَهُمْ  fiiline mütealliktir. اَطْعَمَهُمْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  طعم ’dir. 

اٰمَنَهُمْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder. 

اَلَّذ۪ٓي اَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَاٰمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ


Önceki ayetteki  رَبَّ  için sıfat konumundaki ismi mevsul  اَلَّذ۪ي ‘nin sılası olan  اَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ   cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)

Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. 

Aynı üslubta gelen  وَاٰمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ  cümlesi, sılaya matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.

خَوْفٍ  ve  جُوعٍ  kelimelerine dahil olan  مِنْ  harfi bedeliyye (karşılık) manasındadır. Yani ‘’açlığa karşılık onları doyurdu ve korkudan dolayı onları emniyette kıldı.’’ şeklindedir.   (Âşûr) 

جُوعٍ  ve  خَوْفٍ  kelimelerindeki tenvin nev, tazim ve kesret ifade eder. (Âşûr) 

جُوعٍ  ve  خَوْفٍ  kelimelerinin nekre olarak getirilmesi bunların şiddetli olduğunu açıklamak içindir. Yani şiddetli bir açlıktan ve büyük bir kor­kudan demektir. (Safvetü’t Tefâsir)

اَطْعَمَ - جُوعٍ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

جُوعٍ  ve  خَوْفٍ  kelimelerinin nekre kılınması bunların şiddetli olması sebebiyledir; yani Allah o iki yolculuk sayesinde onların bu yolculuklardan önceki şiddetli açlık hallerini gidermiş ve fil sahiplerinin korkusu yahut beldelerinde ve yaşam alanlarında yağmalanma korkusu anlamına gelen büyük bir korkudan onları emin kılmıştır. (Keşşâf)

Sâmerrâî’nin bu ayet hakkında güzel açıklamaları vardır: 

أشبعهم  buyurulmadığı için en hayırlı yemeğin açlığı gideren yemek olduğuna dikkat çeker. Aksi halde yemek yağlanmaya sebep olur. Madem ki  إطعام  sözü  الشبع ‘den efdaldir. O halde niçin  أطعمهم  sözüyle yetinilmediği sorulabilir. Buna şöyle cevap verebiliriz: إطعم  sözünde açlığı ve bir haceti gidermeyen doyma da söz konusu olabilir. Dolayısıyla nimeti tamamlamak için  أطعمهم من جوع , yani Allah açlıklarını gidermiştir buyurulmuştur. Böylece bu nimet tamam ve kâmil olur.

Korku ve açlık kelimeleri mutlak manayı ifade etmesi için nekire olarak gelmiş, böylece her çeşit açlık ve korkuyu kapsamıştır. Bu nekreliğin zorluk ve nimetin tazimini ifade için geldiği de söylenmiştir. Yani zorlu bir açlıktan ve zorlu bir korkudan kurtardığı ifade edilmiştir.

Niçin açlığın korkudan önce geldiği sorulabilir. Bu soruya çeşitli açılardan cevap verilebilir:

Açlık korkudan daha zor ve meşakkatlidir. Açlık devam ederse insan ve herhangi bir canlı helak olur. Korku ise böyle değildir. Ne kadar uzun sürerse sürsün insanın ölümüne neden olmaz. Nitekim senelerce korku içinde gizlenerek yaşayan insanlar vardır. Dolayısıyla daha önemli olan kelime takdim edilmiştir.

Bu iki yolculuk ticaret ve erzak temini için yapılmaktadır. Emniyet içinde olmak bu yolculukların başarısı ve devamının sebebidir. Bu yolculukların asıl amacı açlıktan kurtulmaktır. Emniyet ise bu iki yolculuğun başarısının sebebidir. Dolayısıyla yaz ve kış yolculuklarındaki asıl amaç takdim edilmiştir. 

Kureyş'in doyurulmaya olan ihtiyacı çok şiddetlidir. Çünkü yaşadıkları bölge ziraata elverişli değildir. Dolayısıyla zaruri olan ihtiyaçları takdim edilmiştir. Korku konusuna gelince Arap yarımadasında umumi olan bir problemdi, herkes birbirine saldırıyordu. (Fâdıl Sâlih Samerrai, Beyanî Tefsir Yolu c. 1, s. 138)

 
Mâûn Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 7 âyettir. Mâ’ûn, yardım ve zekât demektir.
İniş sırasına göre on yedinci, mushaftaki sıraya göre yüz yedinci sûredir. Tekâsür sûresinden sonra Kâfirûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 4-7. âyetlerin Medine’de münafıklar hakkında indiğine dair rivayet de vardır (bk. İbn Âşûr, XXX, 563).
Sûrede, biri Allah’ın nimetlerini ve hesap gününü inkâr eden nankör, diğeri amellerini gösteriş için yapan riyakâr olmak üzere iki tip insan tasvir edilmektedir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Mâûn Sûresi 1. Ayet

اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يُكَذِّبُ بِالدّ۪ينِۜ  ...


Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı!

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَرَأَيْتَ gördün mü? ر ا ي
2 الَّذِي kimseyi
3 يُكَذِّبُ yalanlayan ك ذ ب
4 بِالدِّينِ dini د ي ن

Gördün mü?” sorusu, burada şaşılacak bir tutumdan söz edileceğine, dolayısıyla konunun önemli olduğuna dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Âyetteki din kelimesi, bilinen anlamı yanında “Allah’ın hükmü” veya “uhrevî yargı” mânasında da anlaşılabilir (bk. Taberî, XXX, 310). Ancak bunların birini inkâr eden diğerlerini de inkâr etmiş olacağı için sonuç değişmemektedir. 

Din kelimesinin bir anlamı da “karşılık, ceza ve mükâfat”tır. Müfessirlerin çoğunluğu buradaki “din” kelimesiyle bu anlamın kastedildiğini belirtmiş; bu sebeple 2-3. âyetleri “böyleleri yapıp ettiklerinin ceza veya mükâfat olarak bir karşılığını göreceklerine (âhirete) inanmadıkları için, yetime kötü davranmaktan, yoksullara karşı ilgisiz durmaktan çekinmezler” şeklinde açıklamışlardır. Kuşkusuz buradaki yetime kötü muamele ve yoksulun derdiyle ilgilenmeme birer örnektir; dini yani âhiret sorgusu ve yargısını, uhrevî sorumluluğu ve sonuçlarını inkâr edenlerin başka özellikleri de bulunmakla birlikte burada Hz. Peygamber dönemindeki inkârcıların toplumsal ahlâkla ilgili en belirleyici ve yıkıcı tutumlarına iki örnek zikredilmiştir. Nitekim âyetin, putperestlerin tipik şahsiyetlerinden olan Âs b. Vâil hakkında indiği belirtilir (Râzî, XXXII, 111). Bununla birlikte âyetin genel amacı, insan sevgisinden mahrumiyetin en belirgin tezahürleri olan bu tür kaba ve haksız davranışları sergileyenleri kınamak ve bu yaptıklarının Allah katında en büyük kötülüklerden olduğuna, bunların temelinde dini, Allah’ın hükümlerini yahut âhireti inkâr etmenin bulunduğuna insanların dikkatini çekmektir (İbn Âşûr, XXX, 564). Yetim ve yoksul, toplumun zayıf ve himayeye muhtaç kesimlerini temsil eder. Bunları küçümseyerek hakaret eden, itip kakan kimse toplumdaki zayıfların haklarını çiğniyor demektir. Dinin insanlığa yönelik en büyük hedefi ise insanlar arasında sevgi ve dayanışmayı, paylaşmayı sağlamak, sıkıntıların da mutlulukların da paylaşıldığı bir insanlık bilinci oluşturmaktır.

Bu âyetler, bir taraftan bu tür davranışlar sergileyenleri kınarken diğer taraftan da gerçek dindarları yetim ve yoksullar gibi himayeye muhtaç olanlara yardım etmeye özendirmekte; ihtiyaç sahiplerine yardım konusunda başkalarını teşvik etmenin, hatta bunun için hayır kurumları oluşturarak sosyal yardımı daha verimli, düzenli ve sürekli hale getirmenin gereğini vurgulamaktadır.

 


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:696-697

اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يُكَذِّبُ بِالدّ۪ينِۜ


Hemze istifham harfidir. Fiil cümlesidir.  رَاَيْتَ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur.  رَاَيْ  bilmek anlamında kalp fiillidir.

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:

1. Bilmek manasında olanlar.

2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.

3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.

Değiştirme manasına gelen fiiller ‘etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi’ gibi manalara gelir.

Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen  اَنَّ ’li ve  اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الَّذ۪ي  müfred müzekker has ism-i mevsûl mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُكَذِّبُ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

يُكَذِّبُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  بِالدّ۪ينِۜ  car mecruru  يُكَذِّبُ  fiiline mütealliktir. 

يُكَذِّبُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  كذب ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يُكَذِّبُ بِالدّ۪ينِۜ


Sure, berâat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.

Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi) 

Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. İstifham üslubunda talebî inşaî isnaddır. 

İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle vaz edildiği soru anlamından çıkarak taaccüp ve takrir anlamında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. 

Takrir; soru soran kimsenin karşı tarafın ikrarını sağlamak için kullandığı bir üsluptur.

Takrîr (itirafa zorlama): Muhâtabın bildiği birşey soru şeklinde dile getirilir ve ondan bunu tasdik etmesi istenir. Bunda iknâ edici, inandırıcı delil vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)

İstifhamda tecâhül-i arif sanatı vardır.

Müspet mazi fiil sıygasında gelen cümle, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)

Rüyet kur’anda yeni ve birbirinden farklı manalarda kullanılmıştır. Kur'anda rüyet ve tezekkür (hatırlama) manalarından daha çok الاعتبار (ibret almak), teemmül (derin düşünmek) ve tefkir (fikir üretmek) manalarında kullanılmıştır. (Ahmet Bessam Sâî, El-Mûcize, S.221)

Mef’ûl konumundaki müfred müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي ‘nin sılası olan  يُكَذِّبُ بِالدّ۪ينِ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Muzari sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

[Gördün mü?.] Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ûle geçişli (müteaddi) olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ûlüne geçişli (müteaddi) olan ilim manasından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın ha gibi dikkati çeken bir hitap ile “ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne ise bana haber ver!” demek manasına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya şaşırtma olur. (Elmalılı, Alak/9)

الدّ۪ينِ  kelimesiyle islam dini veya din günü yani ceza kastedilmiştir.

اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يُكَذِّبُ بِالدّ۪ينِ  ifadesinde, muhatabı, verilecek haberi dinle­meye teşvik eden ve onun şaşılacak bir şey olduğunu gösteren bir soru vardır. (Safvetü’t Tefâsir)

Mâûn Sûresi 2. Ayet

فَذٰلِكَ الَّذ۪ي يَدُعُّ الْيَت۪يمَۙ  ...


2-3. Ayetler Meal  :   
İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَذَٰلِكَ işte o
2 الَّذِي
3 يَدُعُّ iter kakar د ع ع
4 الْيَتِيمَ öksüzü ي ت م

فَذٰلِكَ الَّذ۪ي يَدُعُّ الْيَت۪يمَۙ


فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن سألت عنه فذلك الذي ..(Onu sorarsan işte O kişidir.) şeklindedir.

ذٰلِكَ  işaret ismi mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي  haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَدُعُّ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

يَدُعُّ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  الْيَت۪يمَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

فَذٰلِكَ الَّذ۪ي يَدُعُّ الْيَت۪يمَۙ


فَ , mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri … إن سألت عنه (Onu sorarsan işte o kişidir.) olan şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Bilinen ve tahmini kolay olan hususları zikrederek ibareyi uzatmamak, dikkati asıl önemli yere yönlendirmek, karineye dayanarak terk edilen şeyleri muhatabın düşünce ve hayal gücüne bırakarak anlam zenginliği kazanmak gibi sebeplerle hazfe başvurulur. (TDV İslam Ansiklopedisi Îcâz Bah.)

Cevap cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. İşaret ismi  ذٰلِكَ  mübteda,  الَّذ۪ي  haberdir.

İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edileni tahkir ifade eder. İsm-i işaret, müsnedün ileyhi göz önüne koyarak onu net bir şekilde gösterir.

Müsnedin ism-i mevsûlle marife gelmesi, bilinen bir kişi olduğunu belirtmesi yanında sonraki haberin önemine dikkat çekmek içindir. 

Dini inkâr edeni işaret ismi ile göstererek onu en kâmil bir şekilde ayırt etmiş ve böylece dinleyicinin onu ve karakterini kavramasını sağlamıştır. Veya işaret edileni net açık bir konuma koymuştur. (Âşûr) 

Haber konumundaki müfred müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي ‘nin sılası olan  يَدُعُّ الْيَت۪يمَ   cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Muzari sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

الْيَت۪يمَ  kelimesi  يَدُعُّ  fiilinin mef’ûludur.

فَ ‘dan sonra işaret ismi ve ism-i mevsûlun gelmesi, dinleyicinin merakını öylesine arttırır ki bu merak sılayı işitene kadar devam eder. Böylelikle mana kemâl bir şekilde yerleşir. (Âşûr)

 
Mâûn Sûresi 3. Ayet

وَلَا يَحُضُّ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۜ  ...


 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَا ve
2 يَحُضُّ teşvik etmez ح ض ض
3 عَلَىٰ
4 طَعَامِ doyurmaya ط ع م
5 الْمِسْكِينِ yoksulu س ك ن

وَلَا يَحُضُّ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۜ


Ayet, atıf harfi وَ  ile önceki ayete atfedilmiştir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz. Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Fiil cümlesidir. لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَحُضُّ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  

عَلٰى طَعَامِ  car mecruru  يَحُضُّ  fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır.  الْمِسْك۪ينِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

وَلَا يَحُضُّ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۜ


Ayet, atıf harfi  وَ  ile önceki ayetteki sıla cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet sıygadan menfi sıygaya iltifat sanatı vardır.

Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İstimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

يُكَذِّبُ، يَدُعُّ، ويَحُضُّ  fiilerinin muzari sigasıyla gelişi; bu fiillerin o kişideki tekrarını ve devamını gösterir.(Âşûr) 

Surede bahsedilen kişinin dini yalanlama, yetimi itip kakma, miskini yedirmeye teşvik etmeme şeklinde özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.

طَعَامِ  (doyurma)’nın  مسكين (yoksul)’a izafesi ise, bu doyurmanın, fakirin hakkı olduğuna delalet eder. Buna göre bu kimse, adeta yoksulu, hakkından alıkoymuş gibidir ki bu da, bu kimsenin son derece cimri, katı kalbli ve bozuk karakterli olduğuna delalet eder. (Fahreddin er-Râzî - Rûhu’l Beyân)  

Veciz ifade kastına matuf izafet formunda gelen  عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۜ  car mecruru  يَحُضُّ  fiiline mütealliktir. 

Burada  طَعَامِ ‘dan murad  إطعام  olduğu için إطعام المسكين (yoksulları doyurmak) daha açık olacakken  طَعَامِ  denilmesi nüktelidir. Bunda aç olan bir yoksulun, kudreti olanlar tarafından verilecek taâma (yemeğe) mülkü imiş gibi dinen bir hakkı taalluk ettiğine işaret vardır ki ["Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır."] (Zâriyat, 51/19) ayetinin manasıdır. Bu şekilde hak etmenin şiddetine tenbih ve başa kakmaktan men edilme manaları vardır. (Elmalılı)

Ehlini teşvik etmeyen... yani ailesini, adamlarını, dost ve ahbabını düşkünü doyurmak için harcama yapmaya motive etmeyen…(Keşşâf)

Teşvikin nefyedilmesi; doyurmamaktan kinayedir. Çünkü doyurmaya teşvik konusunda cimrilik eden Fecr/18 ‘de  ولا تَحاضُّونَ عَلى طَعامِ المِسْكِينِ [fakirleri doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz] buyurulduğu gibi doyurma konusunda da cimridir. (Âşûr)

Mâûn Sûresi 4. Ayet

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ  ...


Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَوَيْلٌ vay haline
2 لِلْمُصَلِّينَ namaz kılanların ص ل و

Yukarıda insanlara karşı insanlık görevini yerine getirmeyenler kınanmıştı; burada ise Allah’a karşı gerçek anlamda kulluk görevlerini yerine getirmeyenler eleştirilmektedir.

Burada namaz kılmalarına rağmen kınananların olumsuz tutumlarına üç örnek sıralanmıştır: a) Namazlarının özünden uzak olmaları, b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları, c) Hayra engel olmaları. “Namazlarının özünden uzaktırlar” diye çevirdiğimiz cümlede geçen sâhûn kelimesinin sözlük anlamı “unutanlar” olup bu bağlamda, “namazlarını vaktinde kılmayanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Taberî, bizim de meâlde esas aldığımız yorumunda sâhûn kelimesini, “namazı ciddiye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler” şeklinde anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde kılınmaması veya büsbütün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir (XXX, 312). Bir kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. âyette riyâ kavramıyla ifade edilen “halka gösteriş yapma” eğilimidir. Riyâ, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup “bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla –iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte– maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması” anlamına gelir. İşte âyette bu tutum eleştirilmektedir.

“Hayır” diye çevirdiğimiz son âyetteki mâûn kelimesini Taberî, “insanın yararına olan her şey” şeklinde tanımlar ve kelimenin “zekât, diğer malî yükümlülükler, insanların kendi aralarında birbirine yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal” gibi anlamlarla açıklandığına dair görüşler naklettikten sonra kendisi mâûn kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamları kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir (XXX, 313-320). Bu sebeple biz de meâlde mâûnu geniş bir kavram olan “hayır” kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.

Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartları da vazgeçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Kur’an’a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır (meselâ bk. Fâtiha 1/5; Âl-i İmrân 3/64). Bunu Hz. Peygamber, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir (Buhârî, “Îmân”, 37). İşte 4-6. âyetlerde, “Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar” meâlindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah’a gönülden ibadet etmekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan hem Allah’a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm’ın hâkim kılmak istediği gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur.


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:697-698

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ


فَ  istînâfiyyedir. İsim cümlesidir.  وَيْلٌ  mübteda olup lafzen merfûdur.  لِلْمُصَلّ۪ينَ  car mecruru mahzuf habere müteallik olup cer alameti  ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

مُصَلّ۪ينَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ

 

فَ , istînâfiyyedir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan  وَيْلٌ ’nun haberi mahzuftur.  لِلْمُصَلّ۪ينَ  bu mahzuf habere mütealliktir. 

Müsnedün ileyh olan  وَيْلٌ  kelimesinin nekre gelmesi tahkir ifade etmiştir. Zem manasındaki mübtedanın tenkiri caizdir.

Cümle haber formunda geldiği halde muktezâ-i zâhirin hilafına olarak beddua manası taşıdığı için lüzumiyet alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebdir.

وَيْلٌ  kelimesinin nekre getirilmesi, durumun büyüklüğünü ve korkunçluğunu ifade etmek içindir. (Safvetü’t Tefâsir)

وَيْلٌ , cehennemde bir vadi olarak bilinen yerdir. Azap manasında beddua olarak kullanılır.  وَيْلٌ , kâfirlere aittir. Çünkü şiddet ifade eden bir kelimedir. Zira  و - يْ - لٌ  harflerinin meydana getirdiği terkip, hemen hemen daima şiddet manasını ifade eder. (Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, Bakara/79) 

Bu ayette yerme ve kınama vardır. Aynı zamanda, daha fazla kınamak için, فَوَيْلٌ denilerek zamir kullanma yerine açık isim geti­rilmiştir. Çünkü onlar yalanlamanın yanında bir de namazdan gafildirler. (Safvetü’t Tefâsir-Âşûr)

Mâun Suresi dördüncü ayette geçen  وَيْلٌ  kelimesi  مُصَلّ۪ينَ ’e yönelik bir tehdit anlamı içerir ve onların azaba ve helake müstahak olduklarını bildirir. Tefsirlerin genelinde  مُصَلّ۪ينَ  kelimesiyle Nisâ 4/142 ve Tevbe 9/54 ayetlerinde namaza karşı tutumlarına yer verilen münafıkların kastedildiği ifade edilmiştir. (Taberî)

فَوَيْلٌ deki  فَ  cezâiyyedir, mana da şöyledir: Yetimle ilgilenmemek din zafiyetinden gelir ve kınanma ve azarlanmayı icap ederse, dinin direği olan namazdan gafil olmak, küfrün bir dalı olan riya ve İslam'ın köprüsü olan zekatı vermemek, bunu daha çok icap ettirir. Bundan dolayıdır ki arkasından, ‘’yazıklar olsun ona’’ buyurmuştur.

Ya da  فَ  sebebiyet içindir, mana da onlara yazıklar olsun şeklindedir. Böyle denmeyip de  مُصَلّ۪ينَ 'in (namaz kılanların) zamir yerine zahir olarak konulması, onların hem halk hem de Hâlikla muamelelerinin kötü olduğunu göstermek içindir. (Beyzâvî)  

Burada adeta şöyle buyrulmaktadır: “Durum böyle olunca, artık namazı kaçıracak yahut namazın vakti çıkacak derecede ona çok az ilgi göstererek namazın anlamından bîhaber olanlara yazıklar olsun!” Veya “Onlar ki namazı Peygamber (sav) ve selefin kıldığı gibi kılmazlar; fakat huşû ve tevazu söz konusu olmaksızın sakalla, elbiseyle oynamak, esneyip durmak, sağa sola dönmek gibi namazda hoş karşılanmayan şeylerden kaçınmaksızın; kaç rekat kıldığını ve hangi sureyi okuduğunu bilemeyecek şekilde kuşun yem topladığı gibi alelacele kılarlar.” Yahut amellerinde gösteriş yapma ve mallarının hakkını vermeme alışkanlıkları olan; gördüğün çoğu insanın namazı gibi (namaz kılanlara yazıklar olsun) demektir. Ayetin anlamı: “Bu kimseler, dinin direği olan ve iman ile inkârın ve -şirkin bir kolu demek olan- riyanın farkını ortaya koyan namazı - niyazı ciddiye almamalarının ve namazın ayrılmaz ikizi ve İslam’ın köprüsü olan zekatı vermemelerinin, onların yargı gününü yalanlayanlar olduklarının bir nişanesi olmasını pek de hak etmektedirler!” şeklindedir. İslam kisvesine bürünmüş olanlardan; hatta ulemadan gördüğün niceleri vardır ki bu sıfatı taşımaktadır! Vay başımıza gelenlere!. (Keşşâf)

 
Mâûn Sûresi 5. Ayet

اَلَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَۙ  ...


Onlar namazlarını ciddiye almazlar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِينَ ki
2 هُمْ onlar
3 عَنْ -ndan
4 صَلَاتِهِمْ namazları- ص ل و
5 سَاهُونَ gaflet ederler س ه و

اَلَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَۙ


الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl  مُصَلّ۪ينَ ‘nün sıfatı olarak mahallen mecrur, veya mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri, هُمْ  şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası  هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  عَنْ صَلَاتِهِمْ  car mecruru  سَاهُونَۙ ‘a mütealliktir.  سَاهُونَۙ  haber olup ref alameti  و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

سَاهُونَۙ  kelimesi, sülâsi mücerredi سهو  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَلَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَۙ


Önceki ayetteki  الْمُصَلّ۪ينَ  için sıfat konumundaki  اَلَّذ۪ينَ , bahsi geçenleri tahkir ve sonraki habere dikkat çekmek için gelmiştir. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. 

هُمْ عَنْ صَلَاتِهِمْ سَاهُونَۙ  cümlesi mevsulün sılasıdır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Bütün mamullerin cümledeki yeri, aslında amilinden sonra gelmesidir. Car mecrur  عَنْ صَلَاتِهِمْ , ihtimam için amili olan haber  سَاهُونَ ‘ye takdim edilmiştir.

صَلَاتِهِمْ  izafeti, muzâf ve muzâfun ileyhin arasındaki bağlantının kuvvetine işaret eder. (Âşûr, Mü’minun/2)

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi;  müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

سَاهُونَ  ism-i fail vezninde gelmiştir. İsim cümlesinde yer alan ism-i fail, çoğunlukla sübut ve süreklilik anlamı ifade eder. Bunun manası gaflet içinde olmaları onlarda sabit olduğudur.  

Hakikatte السَّهْوُ (unutkanlık); daha önce bilinen bir şeyi gözden kaçırmaktır. Burada da bir şeyden vazgeçmek ve yüz çevirmekten istiare-i tehekkümiyyedir. Enam/41’deki  وتَنْسَوْنَ ما تُشْرِكُونَ  (ve siz şirk koştuklarınızı unutuyorsunuz.) ayeti de bunun gibidir. Yani ondan yüz çeviriyorsunuz demektir. (Âşûr) 

Cümlede  هُمْ  zamirinin tekrarı ve car mecrurun takdimi zamirin ait olduğu kimselere dikkat çekmek ve durumlarının kötülüğüne bildirmek içindir. 

صَلَاتِ - مُصَلّ۪ينَۙ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Şayet  عَنْ صَلَاتِهِمْ [namazlarından, niyazlarından] buyurulmuş olmasıyla, senin  في صَلَاتِهِمْ  (namazlarında, niyazlarında) demen arasında ne fark vardır?” dersen şöyle derim: عَنْ (…dan) getirilmesi, onların namazı niyazı terk edecek türden namazı ciddiye almamaları ve namaza pek az iltifat etmeleri anlamına gelir ki münafıkların yahut müslümanlardan hilebaz fasıkların fiilidir. في  harf-i ceri ise şeytanın vesvesesiyle yahut içten konuşma sebebiyle namazda, niyazda insanlara ârız olan yanılgı anlamına gelir ki bu da herhangi bir Müslümanın neredeyse hiç uzak kalamayacağı bir husustur. Nitekim başkaları şöyle dursun, Hz. Peygamberin bile namazında yanıldığı olmuştur. (Ebû Dâvûd, “Salât”, 197) Bundan dolayı fıkıhçılar kitaplarında “Sehiv Secdesi” isimli bir konu başlığına yer vermişlerdir. Enes’in (ra);  في صَلَاتِهِمْ سَاهُونَۙ (namazlarında, niyazlarında) demediği için Allah’a hamdolsun!” dediği rivayet edilmiştir. İbn Mes‘ûd (سَاهُونَ yerine) لاَهون  okumuştur. (Keşşâf - Âşûr)

Mâûn Sûresi 6. Ayet

اَلَّذ۪ينَ هُمْ يُرَٓاؤُ۫نَۙ  ...


Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِينَ ki
2 هُمْ onlar
3 يُرَاءُونَ gösteriş yaparlar ر ا ي
Hazreti Peygamber şöyle buyurdu; hiçbiriniz güneşin doğması ve batması esnasında namaz kılmaya kalkmasın.
 Sabah namazını kıldıktan sonra güneş yükselinceye kadar artık namaz yoktur. İkindi namazı kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar namaz yoktur.
 Hazreti Peygamber ikindi namazını kıldıktan sonra bu münafıkların ayırt edildiği namazdır. Bu münafıkların namazıdır oturur oturur şeytanın iki boynuz arasına girinceye kadar güneşi bekler sonra kalkıp dört rekat gagalar. Namazda Allah'ı pek az zikreder. Buyurmuştur.
(Müslim, Mesâcid 195; Ebû Dâvud, Salât 5; Muvatta’ , Kur’an 10).

Resûl-i Ekrem bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:” Bir kimse insanlar duysun diye ibâdet ederse, Allah Teâlâ onu Kıyamet gününde bütün varlıkların duyacağı şekilde küçük düşürüp rezil eder,”
(Ahmet b. Hanbel, Müsned, II ,162,195,212,223).

اَلَّذ۪ينَ هُمْ يُرَٓاؤُ۫نَۙ


الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl  مُصَلّ۪ينَۙ ‘nün ikinci sıfatı olarak mahallen mecrurdur.  İsm-i mevsûlun sılası  هُمْ يُرَٓاؤُ۫نَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  يُرَٓاؤُ۫نَۙ  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

يُرَٓاؤُ۫نَۙ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

يُرَٓاؤُ۫نَۙ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  رأي ’dir. 

Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اَلَّذ۪ينَ هُمْ يُرَٓاؤُ۫نَۙ


4. ayetteki  الْمُصَلّ۪ينَ  için sıfat konumundaki  اَلَّذ۪ينَ , bahsi geçenleri tahkir ve sonraki habere dikkat çekmek için gelmiştir. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı  sanatıdır. 

هُمْ يُرَٓاؤُ۫نَ  cümlesi mevsulün sılasıdır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

هُمْ  mübtedadır.  يُرَٓاؤُ۫نَ  haberdir. Müsned olan  يُرَٓاؤُ۫نَ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi;  müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin fiil olan habere takdim edilmesi hükmü takviye, yani tekid etmek içindir. (Âşûr)  

Şayet  المراءاة (riyâ’/riâ’) ne anlama geliyor?” dersen şöyle derim: Bu,  الإراءة (göstermek) mastarının  مفاعلة  kalıbıdır; çünkü mürâî yaptıklarını insanlara gösterir, insanlar da bu işe binaen ona övgü ve beğeni gösterirler (böylece karşılıklı bir gösteriş söz konusu olur). Kişi, -fariza niteliğindeki- yararlı bir işi ortaya koyup sergilemekle mürâî olmaz; zira farizaların hakkı aleni yapılıp sergilenmeleridir; çünkü Peygamber (sav): “Allah’ın farz kıldıklarında asla gizlilik olmaz!” demiştir. Nitekim bunlar İslam’ın işaretleri ve dinin nişaneleridir; bunları terkeden yerilmeyi ve öfkeyi hak etmiş olur. Dolayısıyla (bu vecibeleri) açıktan yaparak töhmeti bertaraf etmek gerekir. Şayet (o ibadet) nafile ise bunun hakkı da gizli tutulmasıdır; çünkü bu, terkinden dolayı kişinin kınanmayacağı ve töhmet barındırmayan türdendir. Şayet kişi takip edilme amacıyla bu nafileyi açıktan yaparsa bu da güzel olur. Riya ancak kişinin, başkaları kendisini görsün de iyi insan olmakla övülsün diye ibadeti açıktan yapmayı amaçlamasıdır. (Keşşâf)

 
Mâûn Sûresi 7. Ayet

وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ  ...


Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَيَمْنَعُونَ ve esirgerler م ن ع
2 الْمَاعُونَ en ufak bir yardımı م ع ن

وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ


Ayet, atıf harfi  وَ ‘la önceki ayete matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Fiil cümlesidir.  يَمْنَعُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  الْمَاعُونَ  fail olup ref alameti  و ‘dır.  Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

مَاعُونَ  kelimesi, sülâsi mücerredi  عان  olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.

وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ

 

Ayet atıf harfi  وَ  ile önceki ayetteki  يُرَٓاؤُ۫نَۙ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İstimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

الْمَاعُونَ  kelimesi, يَمْنَعُونَ  fiilinin ikinci mef’ûludur. Birinci mef’ûl hazf edilmiştir. Takdiri  يَمْنَعُونَ الناس ألمعونَ (İnsanlara basit yardımları engellerler) veya  يَمْنَعُونَ الطالبين الماعون  (İsteyenlere basit yardımları engellerler) şeklindedir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.

الْمَاعُونَ - يَمْنَعُونَ  kelimeleri arasında cinâs-ı nâkıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayetteki zekât manasına gelen  المعن  kelimesi, sözlükte az şey anlamındadır. Zekât, malın kırkta biri oranında -ki o az bir şeydir- alındığı için  مَاعُونَ  kelimesi ile ifade edilmiştir. ayet: ”Zekâtı men ederler yani vermezler anlamındadır. Namazdan hemen sonra anılmış olması, mananın bu olduğuna işaret eder. Ya da ”mâûn", âdeten aralarında alıp verdikleri şeydir. (Rûhu’l Beyân) 

Yetime ve yoksula önem vermemek, kınamayı ve azarlamayı gerektirir. Dinin direği olan namaza önem vermemek, küfrün bir şubesi olan riyada bulunmak, İslâmın köprüsü olan zekâtı vermemek ve halka karşı kötü muamelede bulunmak, kınama ve azara daha çok müstehaktır. (Rûhu’l Beyân) 

Kısa seci örnekleri olan ayetlerin fasılalarını oluşturan  ونَ  ve  ينَۙ  harflerinde, seci ve lüzum ma la yelzem sanatları vardır.

Kevser Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. Medine döneminde indiği de rivayet edilmiştir.3 âyettir. Kevser, çok hayır, bereket demektir. Cennette Hz. Peygambere mahsusbir havuzun da adıdır.
Mushaftaki sıraya göre yüz sekizinci, iniş sırasına göre on be­şin­ci sûredir. Âdiyât sûresinden sonra Tekâsür sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. İbn Âşûr, XXX, 571).
Sûrede Hz. Peygamber’e dünya ve âhirette verilen nimetlerden bahsedilmekte, kendisine Allah’a kulluk etmesi ve kurban kesmesi emredilmektedir. Ayrıca ona düşmanlık edenler kınanmaktadır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Kevser Sûresi 1. Ayet

اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْـكَوْثَرَۜ  ...


Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّا elbette biz
2 أَعْطَيْنَاكَ sana verdik ع ط و
3 الْكَوْثَرَ Kevser’i ك ث ر

Kevser kelimesi “çokluk” mânasına gelen “kesret” kökünden türemiş olup çok değerli ve çok önemli şeyleri ifade eder. Tefsirlerde kevser, “çok hayır, Kur’an-ı Kerîm, Kur’an’la ilgili ilimler ve mümine dinî hayatında tanınan kolaylıklar, peygamberlik, makam-ı mahmûd (bk. İsrâ 17/79), cennetteki bir nehir veya havuz, Hz. Peygamber’in nesli, ashabının ve ümmetinin çokluğu, duasının kabul olması, şanının yüceliği, başkasını kendine tercih etme, kalbin nuru, şefaat, mûcizeler, kelime-i tevhid, din konusundaki bilgi, beş vakit namaz, İslâm dini” gibi çeşitli anlamlarda yorumlanmıştır (bk. Taberî, XXX, 208-209; Şevkânî, V, 593). Ancak biz, bunlar içinde Şevkânî’nin de tercihi olan, “çok hayır” anlamına uygun düşen “bitip tükenmez iyilik” şeklindeki kapsamlı anlamı tercih ettik. Râzî, buradaki kevser kelimesiyle Duhâ sûresinden buraya kadar doğrudan veya dolaylı ifadelerle Cenâb-ı Hakk’ın, resulüne lutfettiği, her biri dünyalara değer nimetlerin, şan ve şeref sebeplerinin kastedildiğini belirterek dolaylı bir ifadeyle ona, “Sen de bu lütufkâr rabbine ibadet etmek ve kullarını kendileri için en iyi olan yola çağırmakla meşgul ol” buyurulduğunu söyler. Aynı müfessire göre kevser kelimesi, Allah’ın, Resûl-i Ekrem’i düşmanlarına karşı koruyup kendisine zaferler nasip edeceği, dünya ve âhirette bol nimetler bağışlayacağı yönünde müjdeler de içermektedir (daha fazla bilgi ve başka yorumlar için bk. Râzî, XXXII, 119-128).
Erkek çocuğu yaşamadığı için kendisine “sonu yok, nesli kesik” diyen müşriklerin sözlerinden dolayı üzülmüş olan Hz. Peygamber’e kevser, yani bitip tükenmez nimetler verildiği müjdelenerek üzüntüsü giderilmiş, müşriklerin bu konudaki dedikoduları reddedilmiş ve Hz. Peygamber’in şanının yüceliği gösterilmiştir.
2. âyette, kendisine pek çok hayır lutfedilmiş olan Hz. Peygamber’in bu nimetlerin şükrünü eda etmek üzere sadece Allah’a yönelerek namaz kılması ve O’nun rızâsı için değerli mallarından kurban kesmesi emredilmiş; bu suretle putlar için kurban kesen müşriklerin çok tanrılı inancını silip tevhid inancını yerleştirmesi ve kesilen kurbanlar sayesinde sosyal yardımın sağlanması amaçlanmıştır.
Bilindiği gibi namaz, azdan çoğa göre arttırılarak Mekke döneminde, yaygın kanaate göre hicretten üç yıl kadar önce gerçekleşen mi‘rac olayı sırasında farz kılınmış; kurban ibadeti ise Hz. Peygamber tarafından hicretten iki yıl sonra uygulanmaya başlanmıştır. Bu âyette geçen namazın beş vakit namaz mı, bayram namazı mı olduğu konusunda farklı tesbit ve değerlendirmeler vardır. Âyetteki kurbanın da vâcip veya sünnet kurban mı yoksa nâfile de dahil mutlak kurban mı olduğu tartışmalıdır. Bize göre âyette vurgulanan husus, belli bir namaz ve kurban olmayıp bütün namaz, kurban ibadetlerinin, yalnızca Allah’a, bütün nimetlerin sahibine özgü kılınması, yalnızca rabbe ibadet edilmesidir.
“Kurban kes” diye çevirdiğimiz cümleye, “Namaz kılarken göğsün kıbleye dönük olsun, tekbirlerde ellerini göğüs hizasına kadar kaldır” mânaları da verilmiştir (Şevkânî, V, 594).
Araplar erkek çocuğu olmayan kimseyi “sonu yok, soyu kesik” gibi sıfatlarla niteler ve bu tür lakaplarla anarlardı. Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Peygamber’in erkek çocukları ölünce müşrikler onu da ebter lakabıyla anmaya başlamışlar ve “Bırakın onu; o, sonu gelmeyecek, soyu kesik bir adamdır!” diyerek hakaret etmek istemişlerdir (bk. Taberî, XXX, 212). İşte 3. âyet, onların bu davranışlarını kınamakta, her ne kadar erkek çocukları bulunsa da asıl soyu kesileceklerin kendileri olduğunu haber vermektedir. Çünkü onlar kıyamete kadar lânetle anılırken Hz. Peygamber rahmetle anılmakta, ismi dünyanın her tarafında günde beş vakit ezanda Allah’ın adıyla birlikte okunmaktadır. Mekke putperestleri, olayların sadece dış yüzüne baktıkları için Hz. Peygamber’i arkasız ve güçsüz, kendilerini kalabalık ve güçlü görür ve buna dayanarak Resûl-i Ekrem’in davasının sonuçsuz kalacağından emin olduklarını söylerlerdi. Ama –Râzî’nin ifadesiyle– “Allah durumu onların aleyhine çevirdi; asıl güçlü olanın, Allah’ın destekledikleri ve güçsüz olanların da Allah’ın zillete uğrattıkları olduğunu bildirdi. Böylece kesret ve kevser (geniş topluluk ve bol nimet) Hz. Muhammed’in olurken ona düşman olanların payına da ebterlik, alçalış ve zillet düştü” (XXXII, 134). Bu ifadeler, dolaylı olarak Hz. Peygamber’in yolunu izleyen, inanç ve kararlılığını devam ettiren müminler için de bir müjdedir.

Peygamber Efendimiz Kevser Havuzu’nu şöyle anlatmıştır:
“ Cennet’te dolaşırken, etrafında inciden yapılmış evlerle çevrili Kevser Irmağı’nı gördüm ve onun hakkında bilgi istedim.  Cebrâil bana “ O Rabbinin sana verdiği ırmaktır” dedi. İçine elini elimi soktum, toprağı burcu burcu kokuyordu; içindeki çakıl taşları da incidendi. Kevser havuzunun hem boyu hem eni birer aylik yol kadardır. Cennet’ten çıkan bir su; biri altın, diğeri gümüş iki oluktan, bu havuzun içine gürül gürül akar. Suyu sütten beyaz, kokusu mis kokusundan güzel, kardan soğuk, baldan tatlıdır. Orada, gökyüzündeki yıldızlar kadar bardak vardır. Ben havuz başına sizden önce varacağım ve orada ümmetimi bekleyeceğim. Havuz başına benden sonra gelenler onun suyundan içecek ve bir daha susuzluk çekmeyecektir. “
(Buhari, Tefsir 108/1, Rikâk 53; Müslim, Fezâil 25-45; Ahmed b Hanbel, Müsned ,II , 115,191,207,231, 232,289).

Riyazus Salihin, 1864 Nolu Hadis
Ukbe İbni Âmir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, aradan sekiz yıl geçtikten sonra bir gün Uhud şehidlerini ziyarete gitti. Yaşayanlara ve ölenlere vedâ eder gibi onlara dua etti. Sonra (konuşmak üzere) minbere çıktı ve şunları söyledi:
“Ben âhirete sizden önce gideceğim ve sizin için hazırlık yapacağım; sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. Buluşma yerimiz Kevser havuzunun yanıdır. Ben şu bulunduğum yerden Kevser havuzunu görmekteyim. Ben sizin Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.”
Ukbe sözüne şöyle devam etti: Bu benim Resûlullah’ı son görüşüm oldu.
(Buhârî, Megâzî 17; Müslim, Fezâil 31. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 68-70; Nesâî, Cenâiz 61 )
Diğer bir rivayete göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
“Ben sizin dünya hırsıyla birbirinizle kapışmanızdan, birbirinizi katletmenizden ve sizden öncekiler gibi helâk olup gitmenizden korkuyorum.”
Ukbe şöyle dedi: Bu benim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i minberde son görüşüm oldu.
(Müslim, Fezâil 31)

اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْـكَوْثَرَۜ


İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  نَّٓا  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  اَعْطَيْنَاكَ  fiili  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

اَعْطَيْنَاكَ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. الْـكَوْثَرَ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  

اَعْطَيْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi عطو ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder. 

اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْـكَوْثَرَۜ


Sure, beraat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.

Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi) 

Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.

اِنَّٓ ’nin haberi olan  اَعْطَيْنَاكَ الْـكَوْثَرَ  müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Daha önce geçen  إنّا أنْزَلْناهُ في لَيْلَةِ القَدْرِ (Muhakkak ki biz onu Kadir gecesinde indirdik.) (Kadr/1) ayetinde de olduğu gibi önemi dolayısıyla habere dikkat çekmek ve bunun büyük bir haber olduğunu hissettirmek için kelama tekid harfiyle başlanmıştır. (Âşûr) 

اَعْطَيْنَاكَ  fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ , isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı Kadr/1.)

Bu sure, bir önceki surenin mukabili gibidir. Çünkü önceki surede, Allah Teâlâ münafıkları şu dört sıfatla anlatmıştır:

a) Cimrilik... Bu, ["Yetimi şiddetle itip kakan, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen odur"] (Mâûn, 2-3) ayetleriyle anlatmıştır.

b) Namazı terk etmekle... Bu da, ["Onlar namazlarından gafildirler"] (Mâûn, 5) ayetiyle anlatılmıştır.

c) Namazda riyakarlık yapma ile... Bu, ["Onlar, riya yapanların ta kendileridir"] (Mâûn, 6) ayetinin anlattığı husustur.

d) Zekat vermemek... Bu da, ["Onlar, mâûnu da vermezler"] (Mâûn, 7) ayetiyle anlatılan husustur. 

Cenab-ı Hak, Kevser Suresinde ise o dört sıfatın mukabili olarak şu dört sıfatı zikretmiştir. Cimriliğin karşılığında, ["Biz sana Kevser’i verdik"] ayetini getirmiştir ki bu, "Sana çok olan şeyi verdik, o halde sen de çok ver, cimrilik etme" demektir. Namazı terk etme karşılığında, "Namaz kıl" ayetine yer vermiştir ki bu, "Namazını hep sürdür" demektir. Namazdaki riyakarlığın karşılığı olarak da, "Rabbin için" ifadesini getirmiştir ki bu da, "Namazı, insanlara gösteriş için değil, Rabbinin rızası için kıl" demektir. Zekatı vermemenin karşılığı olarak da, "Kurban kes" emrini getirmiş ve bununla, kurban olarak kesilen hayvanların etlerini tasadduk etmesini kastetmiştir. (Fahreddin er-Râzî) 

Kevser, çok hayır manasında camid bir isimdir. الكَوْكَبِ، والجَوْرَبِ، والحَوْشَبِ والدَّوْسَرِ  gibi... kural gereği camid isimler müsemmadan başkasına delalet etmezler. (Âşûr) 

اَعْطَيْ ; az şey vermektir. Kevser çok olduğu halde bu fiille gelmiş, çünkü sana Kevser’i bile versem azdır manasını ifade eder.  طَ , mechûr olduğu için zahir şeylerde kullanılır. Neredeyse sadece mala mahsûstur. Çoğunlukla temlik ifade eder. Yani sahibi onda dilediği gibi tasarruf eder. Az ve çok şeyler için kullanılır. Gönüllü de gönülsüz de olabilir. (Fâdıl Sâlih Samerrai, Beyanî Tefsir Yolu c. 1, s. 102) 

الْـكَوْثَرَ  kelimesi de, çokluk ve mübalağa ifade eden bir vezindir. (Safvetü’t Tefâsir)

[‘’Şüphesiz Biz sana Kevser’i verdik.’’] Şüphesiz anlamını veren  اِنَّ  harfi, yemin yerinedir. Kevser, ‘çok hayır’ demektir. Oğlu seferden dönen bedevî kadınına: ”Oğlun ne ile döndü?" denir, o da: ”Kevserle -çok hayırla- döndü." cevabını verirdi. Açık olan şu ki, Allah'ın tüm nimetleri ister açık olsun ister gizli ‘’kevser’’ teriminin içine dahildir. Dünya ve ahiretin hayırları açık nimetlerdendir. Feyz-i ilâhi ile hasıl olan, çalışma sonucu olmayan ledünnî ilimler gizli olanlardandır. (Rûhu’l Beyân) 

Kevser, din dilinde birçok manaları içerir. Bunların birkaçı şunlardır: 

Kevser, cennette bir nehrin özel ismidir. Peygamberliğin şerefidir. Ümmetin âlimleridir. Tabilerinin ve toplumunun, ümmetinin çokluğudur. Hazret-i Peygamberin evlatlarının çokluğudur. (Elmalılı) Bu kelime Kur’an’da sadece bu ayette geçmiştir. 

اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْـكَوْثَرَۜ  ayetinde, çoğul kipinin kullanılması tazim ifade eder. Zira Yüce Allah, [Biz sana verdik] demiş,  اَعْطَيْتكَ (Ben sana verdim) de­memiştir.  اَعْطَيْنَاكَ (sana verdik.) cümlesinde, mutlak vuku bulacağını ifade eden geçmiş zaman kipi kullanılmıştır. Yüce Allah Sana vereceğiz de­medi. Çünkü bu vaat mutlaka yerine gelecektir. Bu sebeple daha vurgulu olsun diye bunu geçmiş zaman kipiyle ifade etti. Sanki bu olay gerçekleş­miş ve olmuştur.

 
Kevser Sûresi 2. Ayet

فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ  ...


O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَصَلِّ öyleyse namaz kıl ص ل و
2 لِرَبِّكَ Rabbin için ر ب ب
3 وَانْحَرْ ve kurban kes ن ح ر

فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ


Ayet, sebebi müsebbebe bağlayan  فَ  atıf harfi ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, انتبه لهذا (Dikkatli ol!) şeklindedir. Fiil cümlesidir.  صَلِّ  illet harfinin hazfıyla emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.  لِرَبِّكَ  car mecruru  صَلِّ  fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. انْحَرْ  atıf harfi وَ ‘la  صَلِّ ‘ye matuftur.

فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ


Cümle, takdiri  انتبه لهذا (Dikkatli ol) olan mukadder istînâfa  فَ  ile atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

فَ  harfi, sebep bildirmekle önündeki emirlerin kendinden öncekilere ilgisini ifade etmek içindir. Çünkü lütuf, önemi oranında şükür ve taatı, şükür ["Şükrederseniz, muhakkak size artırırım."] (İbrahim,14/7) hükmünce artmayı haketmeyi gerektirdiği için Kevser ihsanı bu emirlerin en mükemmel şekilde ifasını icab ettirir. (Elmalılı)

Dolayısıyla ayette îcâz-ı hazif vardır. لِرَبِّكَ  car mecruru  صَلِّ  fiiline mütealliktir. 

لِرَبِّكَ ‘deki lam harf-i ceri; namazı Allah’a has kılmak ve ondan gayrısı için namaz kılmamayı ifade etmiştir. Bunda müşriklere tariz vardır. Çünkü onlar putlara secde ederek namaz kılıyor ve etraflarında tavaf ediyorlardı. (Âşûr)  

Veciz ifade kastına matuf  رَبِّكَ  izafetinde, Hz. Peygamber’e ait zamirin Rabb ismine muzâfun ileyh olması Peygamberimize tazim, teşrif ve destek içindir. (Âşûr) 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Aynı üsluptaki  وَانْحَرْ  cümlesi atıf harfi  وَ  ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Bu ayetteki iltifat sanatında, mütekellimden gâibe dönüş vardır. Burada ikinci ayette  رَبِّكَ  yerine muktezây-ı zâhire uygun olarak ‘’Bize’’ şeklinde gelmesi gerekirken iltifat olmuştur. Çünkü Rabb isminin açıkça zikri emredilen fiili yapmaya teşvik eder. Terbiye eden ve gözeten kişi, ibadet edilmeye layıktır ve namaza da müstehaktır. Rabb isminin açıkça zikri namaza ve hırsla edasına daha fazla teşvik edicidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

Başta azamet nûnu ve mütekellim zamiriyle buyurulmuşken burada  لَنا  denilmeyip yine Peygamber'e hitap olan zamire muzâf Rabb özel ismiyle özellikle rububiyet açıklanarak zamirden zahire dönmekte de bir çok nükteler vardır. Birincisi, mütekellim zamirini izah ile vericinin birliğini beyandır. İkinci olarak, emrin haysiyetini beyandır. Yani emir, Rab olmanın hakkı ve malikiyet (sahip olmak)le bütün terbiyenin gereği olduğunu ifade eder. Üçüncü olarak, bu izafet muhatab hakkında ahd ile bilinen bir özel nispeti ve bir özel rububiyeti ve muhatabın kulluk vasfını ifade eder ki, bunda da ayrıca bir saygıyı açıklama ve özel bir şeref ile işin en mükemmel şekilde ifasına bir sevk ve teşvik vardır. (Elmalılı)

فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ  [Sen de Rabbin için namaz kıl ] ayeti Allah Teâlâ’nın rızası için ihlasla namaza devam et, ondan gafil olma, nimetlerine şükür için kıl demektir. Çünkü namaz şükrün her türlüsünü içine almaktadır. Kurban kes; Arapların en kıymetli malları olan deve kes, muhtaçlara sadaka et, onları itip kakanların ve yardım etmeyenlerin aksine demektir. Çünkü bu sure önceki surenin karşılığı gibidir.  فَصَلِّ  bayram namazı, انْحَرْۜ  (deve kesme) de kurban kesme ile tefsir edilmiştir. (Beyzâvî) 

لِرَبِّكَ  [Rabbin için] şeklindeki isim tamlaması, Peygamberimizin (sav) değer ve şerefini gösterir. (Safvetü’t Tefâsir)

Şükür üç çeşittir:

1- Kalple şükür; nimetin başkasından değil sadece Allah'tan olduğunu bilmektir.

2- Dille şükür; nimet vereni övmek, sena etmektir.

3- Organlarla şükür; nimet verene hizmet etmek, ona boyun eğmektir. Namaz, işte bu üç çeşidin hepsini bünyesinde toplamaktadır. (Rûhu’l Beyân) 

انْحَرْۜ  kelimesi de isim ve masdar olarak kullanılır. İsim olan  نْحَرْۜ , göğsün boyun tarafına gelen boğaz çukuruna doğru gerdanlık yerine denir. Masdar olan  نَحِرْۜ  ise, Rağıb ve diğer dilcilerin beyanına göre aslında nahre isabet ettirmek yani vurmak veya dokunmak veya boğaz çukuruna bıçak sokmak suretiyle nahre rastlamak demektir. Deve başlangıçta oradan kesildiği için onda galip olmuştur. Bundan mutlaka zebhetmek, boğazlamak manasına da kullanılmıştır. İntihar da bundan alınmıştır. (Elmalılı)

 
Kevser Sûresi 3. Ayet

اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ  ...


Doğrusu sana buğzeden, soyu kesik olanın ta kendisidir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 شَانِئَكَ sana buğzeden ش ن ا
3 هُوَ o
4 الْأَبْتَرُ sonu kesik olandır ب ت ر

اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ


İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  شَانِئَكَ  izafeti  اِنَّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur. Mütekellim zamiri  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

هُوَ الْاَبْتَرُ  cümlesi  اِنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. الْاَبْتَرُ  haber olup lafzen merfûdur. شَانِئَكَ  kelimesi, sülâsi mücerredi  شنأ  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

الْاَبْتَرُ  sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır. Sıfat-ı müşebbehe, benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ve fasıl zamiriyle tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

شَانِئَكَ  izafeti  اِنَّ ’nin ismi,  هُوَ  fasıl zamiridir.  الْاَبْتَرُ  ise  اِنَّ ’nin haberidir. 

Müsned olan  الْاَبْتَرُ ‘in marife gelişi, sahip olduğu özelliğin kemâline işaret eder.

شَانِئَ  kelimesi, ["Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın."] (Maide, 5/8) ayetinde geçtiği üzere buğz ve düşmanlık etmek için kin tutmak manasına  شَنَأن  ‘dan ism-i fail olarak  مُبْغِضْ , buğzeden demektir. Anlaşılıyor ki murad, buğzedip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar edendir. Yani zaman ve hudûs manası değil, devam ve sübut manası kastedilmiştir. Onun için izafet (tamlama), lafzıyye değil maneviyyedir. Şu halde sonradan tevbe edip imana gelenler bu hükümden hariç kalır. (Elmalılı)

Cümle fasıl zamiriyle tekid edilmiştir. (Âşûr ve Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir) Fasıl zamiri kasr ifade eder. Kasr, fasıl zamiri ve haber arasındadır.  هُوَ , maksur/mevsûf, الْاَبْتَرُ  maksurun aleyh/sıfat, olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Yani müsnedün ileyhin, bu müsnede has olduğu ifade edilmiştir. 

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Şüphesiz asıl sonu kesik olan, sana buğzedendir. Sonu kesik anlamındaki  الْاَبْتَرُ  kelimesi, aslında mutlak anlamda ‘kesmek’ manasındadır. Bu kelime, daha sonra sonu kesilmek anlamında kullanılmaya başlamıştır. Mesela bir kimsenin yerini tutacak, peşinden gelen birisi yoksa fülânün ebter denir. Ayetin manası şudur: ”Kendisinden sonra kimsesi olmayan asıl odur. Çünkü geride nesli kalmamıştır, iyi bir nam da bırakmamıştır. Sen ise hem zürriyet hem de çok iyi bir şöhret bırakıyorsun. Senin ünün kıyamet gününe kadar yayılmıştır. Senin için ahirette de anlatılmayacak şeyler vardır.

اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ  ayeti hasr ifade eder. (Soyu kesilmiş olan sadece sana buğzedendir) demektir. (Safvetü’t Tefâsir)

Surenin başı ile sonu arasında yani الْـكَوْثَرَۜ  ile الْاَبْتَرُ  arasında mutabakat vardır. Çünkü الْـكَوْثَرَ  çok hayır; الْاَبْتَرُ  is, her türlü ha­yırdan mahrum demektir. Kısalığına rağmen bu sure birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Kur'an'ı indiren Yüce Allah, noksan sıfatlardan münezzeh­tir. (Safvetü’t Tefâsir)

10 kelimeden oluşan üç ayetten müteşekkil sure, Kur’an’ın en kısa suresidir.

 
Günün Mesajı

Kureyş Sûresinde ''açlıklarını giderdik'' manasında ''etamehum min cuin'' buyurulmuştur. Burada ve Kur'ânın hiç bir yerinde tam manasıyla doymak veya tıka basa doymak manasındaki ''eşbeahum'' şeklindeki fiil kullanılmamıştır. Çünkü tıka basa doymak, midenin aşırı çalışmasına ve kalbi etkilemesine sebep olur. Diğer yandan fazla yenen şeyler yağa dönüşür ve insana zarar verir.