Yunus Sûresi 99. Ayet

وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعاًۜ اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ  ...

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَوْ ve şayet
2 شَاءَ dileseydi ش ي ا
3 رَبُّكَ Rabbin ر ب ب
4 لَامَنَ iman ederdi ا م ن
5 مَنْ kimseler
6 فِي bulunan
7 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
8 كُلُّهُمْ hepsi ك ل ل
9 جَمِيعًا topluca ج م ع
10 أَفَأَنْتَ sen mi?
11 تُكْرِهُ zorlayacaksın ك ر ه
12 النَّاسَ insanları ن و س
13 حَتَّىٰ kadar
14 يَكُونُوا oluncaya ك و ن
15 مُؤْمِنِينَ mü’min ا م ن
 
Önceki âyetlerde (95-98) belirtilen hususları teyit eden bu âyetlerde, evrendeki düzenin ve en üstün kudretin yüce Allah’a ait olduğu hakikatinin daima göz önünde tutulması gerektiği vurgulanmakta, Hz. Peygamber’den, inkârcılıkta direnenler karşısında mâneviyatını bozmaması istenmektedir. Ayrıca bu âyetler, başkalarını zorla imana getirme çabası içine girenlerin kendi iradelerini Allah Teâlâ’nın iradesi üstüne çıkarmaya çalışmak gibi bir yanlışlığa düşmüş olacakları uyarısında bulunmaktadır.
 Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmeyeceği hususunun hemen ardından Allah’ın, akıllarını kullanmayanları iğrenç bir duruma sokacağının, yani kirli halleriyle baş başa bırakacağının bildirilmesi; yaratanın Allah Teâlâ, seçme kararını verecek olanın ise insan olduğunu, bir başka anlatımla, insanın imanla ilgili sorumluluğunun akıl nimetini yerli yerince kullanıp kullanmamasından kaynaklandığını açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim 101. âyette hem yer ve göklerdekilere ibret gözüyle bakılması istenmekte hem de bu tür kanıtların ve peygamberler tarafından yapılan uyarıların, aklını doğru istikamette işletmediği için iman yeteneğini yitirenlere fayda etmeyeceği belirtilmekte, böylece inanmayanı buna zorlamanın faydasız olduğuna dair bir psikolojik tahlil yapılmış olmaktadır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 139-140
 

وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعاًۜ 

 

وَ  atıf harfidir.  لَوۡ  gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.

شَٓاءَ  şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir.  رَبُّكَ  fail olup lafzen merfûdur.

Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

لَ  harfi  لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır. 

اٰمَن  fetha üzere mebni mazi fiildir. Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ  fail olarak mahallen merfûdur.  

فِي الْاَرْضِ  car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf sılasına müteallıktır. 

كُلُّ  ism-i mevsûl için manevi tekidi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

جَم۪يعاً  ism-i mevsûlun hali olup fetha ile mansubdur. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 


اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ

 

 

Hemze istifham harfi ,  ف  atıf harfidir. Munfasıl  zamir  اَنْتَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.

تُكْرِهُ  fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

تُكْرِهُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  انت ’dir.

النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

حَتّٰى  gaye bildiren cer harfidir.  يَكُونُوا  muzari fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde  لَا تُكْرِهُ  fiiline müteallıktır.

يَكُونُوا  nakıs mansub muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  يَكُونُوا  ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.

مُؤْمِن۪ينَ  kelimesi  يَكُونُوا ‘nun haberi olup  ي  ile mansubdur. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

مُؤْمِن۪ينَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تُكْرِهُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  كره ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin ( imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعاًۜ

 

 

وَ  istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidai kelamdır.

لَوْ  gayr-ı cazim şart edatıdır. 

Bu edat, gerçekleşmeyen iki fiil arasındaki ayrılmazlık ilişkisini ifade eder. Nahivciler  لَوۡ  edatını “şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır” diye tanımlamaktadırlar. Bu tanıma göre لَوۡ  edatı cevabın gerçekleşmediğine açık bir şekilde delalet eder. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi))

لَوۡ, muzari fiilin başına gelince teşvik, mazinin başına gelince kınama manası ifade eder. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 5/63)

Şart fiili  شَاۤءَ ’dir. Mazi fiil sıygasıyla gelen şart cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Rabıta harfinin dahil olduğu   لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعاًۜ  cümlesi ise  لَوْ ’in cevabıdır. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidai kelamdır. Fail konumundaki müşterek ism-i mevsul  مَنْ in sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Car mecrur  فِي الْاَرْضِ  mahzuf sılaya müteallıktır.

كُلُّهُمْ, fail için manevi tekiddir. Hal konumundaki  جَم۪يعاًۜ, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Rabb isminin  رَبُّكَ  şeklinde, peygambere ait zamire muzâf olması peygamberin makamını şereflendirmek ve teselli hususunda son derece lütuf ile muamele etmek içindir.

Mazi fiil sübuta, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidi, Vakafat, s. 147)

Şart için mazi fiil kullanılışı, oluşa ve oluşun devamının istikrarına işaret eder.  (Halidi , Vakafat, s. 114)

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88)

Genel olarak  شَٓاءُ  fiilinin mef’ûlü bu cümlede olduğu gibi hazfedilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb bir şey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

كُلُّهُمْ  ve جَم۪يعاً  şeklinde iki tekid arka arkaya gelerek manayı pekiştirmiştir. Bu iki kelime arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Alimlerimiz, kâinattaki her şeyin, Allah’ın meşîeti (dilemesi) ile meydana geldiğine dair görüşlerinin doğruluğuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: لَوْ (eğer) edatı, bir şey bulunmadığı için diğer bir şeyin de olmayacağını ifade eder. O halde ayetteki, “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki kimselerin hepsi topyekün elbette iman ederdi.” buyruğu, bu dilemenin tahakkuk etmediğini, dolayısıyla yeryüzündeki insanların tamamının iman etmediklerini gösterir. Bu ise Cenab-ı Hakk’ın herkesin iman etmesini irade etmediğine delalet eder. (Fahreddin er- Râzî) 


اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ

 

Cümle  istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Hemze inkârî manadadır.

Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama, azarlama veya taciz kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır. Çünkü ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır.

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi, dolayısıyla müsnedün ileyhin fiile takdimi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Gaye bildiren harf-i cer  حَتّٰى ’nın gizli  أنْ ’le masdar yaptığı  يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ  cümlesi, mecrur mahalde  تُكْرِهُ  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel, كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan s.124)

تُكْرِهُ - شَٓاءَ  kelimeleri arasında tıbak-ı hafî sanatı vardır.

اٰمَنَ - مُؤْمِن۪ينَ  kelimeleri arasında cinas ve reddü'l-acüz ale's-sadr sanatları vardır.

Ayet-i kerîmedeki  اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ  ifadesindeki istifhâm, inkârîdir. Ayrıca meşiet-i ilahinin dışında bir şeyin olmasının mümkün olmadığına ve bunun zorla elde edilemeyeceğine delalet etmesi için zamir fiile takdim edilmiştir. (Zuhaylî, c. VI, s. 287; Beyzâvî, c. III, s. 125)

Yani ”Ey Muhammed! Şayet Rabbin yeryüzündeki herkese Senin getirdiğin kitaba iman etme izni verseydi ve onlarda imanı yaratsaydı, (dilese) bunu yapar ve bütün hepsi iman ederdi. Ancak Allah Teâlâ’nın yaptığı her şeyde nice hikmetler vardır (bu sebeple böyle yapmamıştır). Öyleyse ya Muhammed, Sen mi insanları zorlayıp iman etmeye mecbur kılacaksın? Bu, Senin üzerine vazife değil, Sana düşmez. Bu tamamen Allah’a aittir. İman ikrah, zorlama, ve mecbur bırakmakla ele geçmez, sadece gönüllü olmak ve tercih etmekle hasıl olur. Senin görevin ancak müjdelemek ve uyarmak suretiyle tebliğ etmektir.” manasındadır. (Zuhaylî, c. VI, s. 291)

İbni Âşûr da şöyle demektedir: Buradaki istifhâm inkârîdir. Nebi’nin (s.a.) Mekkelilerin iman etmelerine hırslı olması ve bunun için uygun olan her vesileye başvurması sebebiyle onları imana zorlayan kimse konumuna konmuştur. Bir de burada müsnedün ileyhin takdim edilmesi tahsis ve kasr ifade etmek için değildir. Zira makam kasr ifade etmeye elverişli değildir. (İbni Âşûr, c. XI, s. 293)

“İnsanları sen mi zorlayacaksın (içlerinden Allah’ın dilemediklerini) mümin olmaları için” cümlesinde önce istifham harfinin, arkasından  فَ  harfinin gelişi, fiilin muhataptan südurunu inkâr içindir, zamirin de fiilden önce gelmesi “dilemenin olmadığı” bir şeyin imkânsızlığını göstermek içindir. Onu zorla elde etmek mümkün değildir. Kaldı ki teşvik ve kışkırtma ile! (Beyzâvî)

أفَتُكْرِهُ النّاسَ  veya  أفَأنْتَ مُكْرِهُ النّاسِ  şeklinde değil de  أفَأنْتَ تُكْرِهُ النّاسَ  denilerek müsnedün ileyhin müsnede takdimi hükmü takviye ifade eder. Bununla birlikte Nebi aleyhisselam’dan sadır olan zorlama(ikrah) manasını da güçlendirir ki bu güçlendirme durumu inkar-kabul etmeme anlamındadır. İşte burada, Nebi aleyhisselama sena (övgü) ile birlikte tariz olup inanmayanların ona icabet etmemesi hususunda mazur görüldüğü ifade edilmiştir. Nitekim kim ki bir konuda yeterli çaba ve gayreti göstermiştir, o halde o, netice hususunda mazur görülebilir. (mazereti kabul edilir) (Âşûr)

Müsnedün ileyhin takdimi burada tahsis yani kasr için değildir. Çünkü buradaki bağlam, takdimi kasr olarak yorumlamaya uygun olmaz. Burada sadece Nebi’yi, daveti ulaştırdığı kişilerin iman etmesi için duymuş olduğu yüksek arzu ve istek sebebiyle, insanları cebren iman etmeye zorlayan kişinin haline benzetme vardır. (Âşûr)