Hûd Sûresi 6. Ayet

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ  ...

Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve yoktur
2 مِنْ hiçbir
3 دَابَّةٍ canlı د ب ب
4 فِي
5 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
6 إِلَّا
7 عَلَى ait olmayan
8 اللَّهِ Allah’a
9 رِزْقُهَا rızkı ر ز ق
10 وَيَعْلَمُ ve O bilir ع ل م
11 مُسْتَقَرَّهَا onun karar kıldığı yeri ق ر ر
12 وَمُسْتَوْدَعَهَا ve emanet bırakıldığı yeri و د ع
13 كُلٌّ (bunların) hepsi ك ل ل
14 فِي
15 كِتَابٍ bir Kitap’tadır ك ت ب
16 مُبِينٍ apaçık ب ي ن
 
Allah Teâlâ burada, insanlar dahil yeryüzündeki bütün canlıların rızıklarını yaratmanın kendine ait bir iş olduğunu vurgulayarak önceki âyetin anlamını pekiştirmektedir. Bir sonraki âyette buyurulduğu üzere gökleri ve yeri yaratan O olduğu gibi, yeryüzünde sürünen, hareket eden, ayaklarıyla yürüyen, sularda yüzen, gökyüzünde uçan veya başka şekillerde hareket eden büyük, küçük, görülebilen ve görülemeyen bütün canlıları yaratan (krş. en-Nûr 24/45) ve rızıklarını iradeleri vasıtasıyla veya kendi iradesiyle ulaştıran yine O’dur. O, yer küresini bu canlıların rızıklarını karşılayacak biçimde yarattığı gibi, her türe münasip rızıkları da yaratmıştır. Canlıların yapılarını, rızıklarını elde edecek şekilde yaratmış, besinleri temin etmeleri için bazılarına akıl ve irade gücü, bir kısmına da yalnızca içgüdü vermiştir.
 Allah’ın rızkı tekeffül etmesi “canlıların rızıklarını kazanmak için hiçbir çaba harcamalarına gerek olmayacağı” şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah insanlara akıl ve irade, hayvanlara da içgüdü vermiştir. Öteki canlılar rızıklarını elde etmek için içgüdülerini kullandıkları gibi insanlar da akıl, irade, ruhsal ve fiziksel yeteneklerini kullanmak durumundadırlar.
 Meâlinde “halen bulunduğu yer” diye tercüme ettiğimiz müstekar ve “emanet olarak konulacağı yer” diye tercüme ettiğimiz müstevda‘ kelimelerinden birincisi müfessirler tarafından –insan göz önüne alınarak– “canlının bu dünya üzerinde bulunduğu yer”, ikincisi ise yeryüzündeki istikrarından önce “babanın sulbünde veya ananın rahminde bulunduğu yer” yahut müstekar, “hayatta iken bulunduğu yer” müstevda‘ ise “öldükten sonra konulacağı yer” olarak açıklanmıştır (bk. Râzî, XVII, 186; Ateş, IV, 294; bu kavramlarla ilgili bizim yorumumuz için bk. En‘âm 6/98).
 “Apaçık kitap”, tefsirlerde Allah’ın ezelî ilmi veya levh-i mahfûz olarak yorumlanmıştır (bk. Râzî, XVII, 186; Elmalılı, IV, 2758). İnsan hayatı görünürde durgun, gerçekte akan büyük bir nehir gibidir. Bir noktadan aynı su iki kere geçmez; her an yer değiştirir; aynı yer durur gibi gözüktüğü için müstekar (karargâh), terkedildiği ve başkasıyla değiştirildiği için müstevda‘ (konulup göçülen yer) niteliğini taşımaktadır. Buna göre yukarıda anlatılanların tamamı Allah’ın ilminde mevcuttur.
7. Allah Teâlâ, önceki âyette ilim ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillere değindikten sonra, burada da o sıfatlarının tecellileri ve eserlerinden olan gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu ifade ederek, yine ilminin ve kudretinin sonsuzluğuna işaret etmektedir. Burada “gökler ve yer” ifadesinin onlardaki diğer varlıkları da içerdiğinde şüphe yoktur. Nitekim yüce Allah başka âyetlerde bu ikisinin arasında bulunan varlıkları da kendisinin yarattığını ifade buyurmuştur (meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arş hakkında bk. A‘râf 7/54; Elmalılı, III, 2171-2185).
 Burada anlatılan arşın mahiyeti bilinmediği gibi suyun mahiyeti de bilinmediği için “Allah’ın arşının su üzerinde olması” müteşâbih kalmakta, bundan maksadın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir (müteşâbih hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/7). Bu sebeple “Bundan ne kastedildiğini Allah Teâlâ daha iyi bilir” demekle yetinmek en uygun yoldur.
 Allah Teâlâ insanların hangisinin daha güzel davranacağını denemek için gökleri ve yeri yarattığını; başka bir ifadeyle göklerin ve yerin yaratılış hikmetinin insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini denemek olduğunu ifade buyurmuştur. Çünkü yer ve göklerin nimetlerinden faydalananlar insanlardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de yeryüzünde ne varsa hepsinin insanlar için yaratılmış olduğu (bk. Bakara 2/29), göklerde ve yerde bulunan her varlık ve imkânın Allah’ın bir lutfu olarak insanın emrine verildiği bildirilmektedir (bk. Câsiye: 45/13); insanın yaratılışındaki hikmet ise yaratana kulluk etmektir (bk. Zâriyât, 51/56). Sonuçta göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Allah’a kulluk etmeye imkân vermek, ortam oluşturmak üzere yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yer ve göklerin insanlığa hizmetinin yanında daima yüce Allah’ı tesbih ettiği de bildirilmiştir (bk. İsrâ 17/44). Buna göre insan dışındaki varlıklar da ilâhî iradeye boyun eğerek bir mânada O’na kulluk etmektedirler.
 “Düzmece” diye tercüme ettiğimiz sihr kelimesi sözlükte, “bir şeyi aslî durumundan çıkarıp başka bir duruma sokmak, mahiyetini değiştirmek” anlamlarına gelmektedir (bk. Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, “sihr” md.); dolayısıyla sahte ve gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek mânasında düzmece kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıldığı görülmek-tedir. Bağlam dikkate alındığında burada sihr kelimesinden bu mânanın kastedildiği anlaşılır. Zira âhirete inanmayanlara dünyada yaptıklarından hesaba çekileceklerini haber vermek üzere, “Öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz” denildiğinde, “Bu apaçık bir sihirdir” diye verdikleri cevaptan maksatları bilinen (büyü) anlamındaki sihir değil, onlara göre varlıklıların dünya hayatının tadını çıkarmalarını engellemek, fakir ve yoksulları da avutmak maksadıyla ortaya atılmış düzmece sözlerdir.“Bu, apaçık bir düzmecedir” cümlesindeki işaret zamirini müfessirler farklı anlamlarda yorumlamışlardır: a) “Öldükten sonra dirileceklerine dair” olan bu söz, insanları dünya nimetlerinden mahrum etmek, onları kendinize boyun eğdirip itaat ettirmek için uydurduğunuz bir hiledir. b) Bundan maksat Kur’an’dır yani öldükten sonra dirilme olayının gerçekleşeceğini söyleyen Kur’an sihir gibi bâtıl, gerçek olmayan bir düzmecedir. Dolayısıyla ona hiçbir konuda inanılamaz ve güvenilemez. 
 Ayrıca sihr kelimesinin sehir veya sâhir şeklindeki farklı kıraatine göre cümle şöyle de tercüme edilebilir: “Bu (Muhammed) düpedüz bir sihirbazdır” (Zemahşerî, II, 260; Râzî, XVII, 188 vd.; sihir hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102).
 8. Bu âyet müşriklerin yukarıdaki iddialarına cevap olmak üzere indirilmiştir. Meâlinde “süre” diye tercüme ettiğimiz “ümmet” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Meselâ burada “süre, vade” anlamlarına gelmektedir; diğer yerlerde ise ortak özellikler taşıyan canlılar topluluğu (En‘âm 6/38), iyi hasletleri kendinde toplayan kişi (Nahl 16/120), izlenen yol, inanç, yaşayış tarzı (Zuhruf 43/22) ve daha başka anlamlarda kullanılmıştır (ümmet kavramı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/128, 134, 141, 143; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emm” md.).
 Bir önceki âyette belirtildiği üzere Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini ve dünyada Allah’a şirk koşmanın âhirette cezayı gerektireceğini haber verdiğinde, müşrikler bu söze “düzmece” deyip alay ederek cezanın çabucak gelmesini istiyorlardı; ilâhî hikmet gereği ceza hemen gelmeyip belli bir süre ertelenince de bunu âcizlik sanarak cezanın niçin hemen gelmediğini soruyorlardı. Yüce Allah bu soruya cevap vererek alay ettikleri cezanın mutlaka gelip onları çepeçevre kuşatacağını ve geldiği zaman onu hiçbir gücün geri çeviremeyeceğini haber vermektedir. Bu cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi gerçekleşeceği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı cezanın 3. âyette işaret edilen büyük güne yani kıyamet gününe ertelendiğini söylerken bir kısmı da âyetteki “sayılı, belirli” anlamına gelen ma‘dûde kelimesinden hareketle, kısa ve belirli bir süre sonraya yani müslümanlara cihad emrinin geldiği güne ertelendiğini ve hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra Bedir Savaşı’nda bu azabın onları çepeçevre kuşattığını söylemişlerdir (bk. Şevkânî, II, 548). Nitekim Bedir Savaşı’nda müşrikler büyük bir yenilgiye uğramışlar, çoğunluğu ileri gelenlerinden olmak üzere 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir edilmiştir. Bize göre âyette kastedilen azap Bedir Savaşı ile sınırlı olmayıp daha sonrakileri hatta âhiretteki azabı da kapsamaktadır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 148-151
 

ودع: Rahat, huzur, sukûnet manalarına gelen دَعَة kelimesi;  genelde basit ve değersiz anlamında kullanılır. تَوْدِيع (وَدَّعَ)  ise ‘yolcuya, Allah (cc) yolculuğun tasasını ondan alıp götürsün diye ve ona دَعَة  (rahat/huzur) ulaştırsın diye dua etmendir. Literatürde bu ifade yolcuyu uğurlama ya da geçirme, ve terk etme anlamında kullanılır hale gelmiştir. (Müfredat) 

 

Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) 

Türkçede kullanılan şekilleri tevdî etmek, vedâ, elvedâ, mevduat, mudi’ ve vediadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  مِنْ  zaiddir.  دَٓابَّةٍ  lafzen mecrur, mübteda olarak mahallen merfûdur.

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  دَٓابَّةٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.

اِلَّا  hasr edatıdır.  عَلَى اللّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

رِزْقُهَا  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

مُسْتَقَرَّهَا  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مُسْتَوْدَعَهَا  kelimesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur. 

مُسْتَقَرَّهَا  -  مُسْتَوْدَعَهَا  kelimeleri sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’âl babının ism-i mef’ûludur.


كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

 

İsim cümlesidir.  كُلٌّ  mübteda olup lafzen merfûdur.  فٖي كِتَابٍ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.

مُب۪ينٍ  kelimesi  كِتَابٍ ’in sıfatıdır. 

مُب۪ينٍ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

كُلٌّ ’deki tenvin hazfedilmiş muzâfun ileyhe işarettir.
 

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ 

 

وَ   istînâfiyyedir. 

Menfi isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.  مِنْ دَٓابَّةٍ ’deki zaid  مِنْ  harfi tekid ifade eder. Car-mecrur  فِي الْاَرْضِ, mübteda olan  دَٓابَّةٍ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. 

دَٓابَّةٍ  için haber konumundaki  عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا cümlesinde, îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur  عَلَى اللّٰهِ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  رِزْقُهَا, muahhar mübtedadır. 

Yeryüzünde bulunan her canlının rızkının yaratılması ve ona ulaştırılması yalnız Allah'a aittir. Bu, ya tabii yoldan ya da irade yoluyla olur.

Allah lütuf ve rahmetiyle buna kefil olmuştur. Bu konuda vücûb bildiren bir ifade kullanılmıştır. Çünkü Allah'ın buna dair vaadi daha önce gerçekleşmiştir.

Bir de rızkın mutlaka sahibini bulacağını tespit ve mükellefleri Allah'a güvenmeye alıştırmak içindir. (Ebüssuûd)

عَلَى اللّٰهِ  şeklindeki car mecrur önce gelmiş, kasr üslubuyla rızkın sadece Allah’a ait olduğunu ifade etmiştir. 

Cümle  مَا  ve  اِلَّا  ile yapılan kasrla tekid edilmiştir. Kasr mübteda ve haber arasındadır. Bütün canlılar Allah’ın rızıklandırmasına kasredilmiştir. Bütün canlılar maksûr, Allah’ın rızıklandırması maksûrun aleyhtir. 

Varlıklar içinde sadece rızkın Allah’a hasrı, örfte Allah’ın rızkın müsebbibi ve takdir edicisi olma durumundan dolayı mecaz-ı aklîdir. (Âşûr)

Müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eden  يَعْلَمُ cümlesi haber cümlesine matuftur. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir. İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

مُسْتَقَرَّهَا - مُسْتَوْدَعَهَا  kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr  sanatı vardır.

مُسْتَقَرَّ “Müstekar”, o canlının yeryüzündeki, dünyadaki yeridir.  مُسْتَوْدَعَ  “Müstevda” ise o canlının, sulbte veya rahimde, yahut da yumurtada karar kılmadan önce bırakılmış olduğu yerdir. Ferrâ, “Canlı mahlukun gece-gündüz sığındığı yere müstekar, ölüp kaldığı yere ise müstevda denilmiştir.” (Fahreddin er-Râzî)

Zeccâc şöyle demektedir:  دَٓابَّةٍ  kelimesi her canlıya verilen bir addır. Zira “dabbe” kelimesi, debîb (kımıldama, debelenme) kelimesinden alınmış bir isimdir. Bu lafza, müenneslik  ةٍ ’si getirilerek, erkek olsun dişi olsun ruh sahibi her canlı hakkında kullanılmıştır. Ancak ne var ki bu kelime, Arapların örfünde hassaten at için kullanılmaktadır. Bu ayette bu lafızla kastedilen ise aslî lügat manasıdır. Bu sebeple bu ifadenin içine bütün canlılar girmektedir. Bu husus müfessirler arasında müttefekun aleyh olan bir husustur. Buradaki  عَلَى  harf-i ceri vücûb ifade eder. Bu da canlılara rızık vermenin Allah’a vacip olduğuna delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)


كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

 

Ta’lil hükmünde istinafiyye olan son cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. 

Sübut ifade eden isim cümlesinde îcaz-ı hazif sanatı vardır. 

كُلٌّ ’deki tenvin; hazfedilmiş muzâfun ileyhe işarettir. Takdiri, …كلّ شيء في الحياة (hayattaki her şey...) olabilir.

Car mecrur  ف۪ي كِتَابٍ, mahzuf habere müteallıktır.

مُب۪ينٍ  kelimesi  كِتَابٍ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

كِتَابٍ ’deki tenvin tazim içindir.

مُب۪ينٍ, hem  بَانَ  hem de  اَبَانَ  fiilinden geliyor olabilir. Bu yüzden hem “açık” hem de “açıklayıcı” anlamındadır.

Bütün canlıların rızıkları, karar kıldıkları yerler, emanet olarak bulundukları mekânlar, levh-i mahfuzda tespit edilmiştir. Bunlar levh-i mahfuza bakan melekler için açıktır. Yahut levh-i mahfuz, içinde tespit edilmiş olanları bakanlara açıklar. (Ebüssuûd)