Nahl Sûresi 36. Ayet

وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُۜ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ  ...

Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَقَدْ ve andolsun
2 بَعَثْنَا biz gönderdik ب ع ث
3 فِي içinde
4 كُلِّ her ك ل ل
5 أُمَّةٍ millet ا م م
6 رَسُولًا bir elçi ر س ل
7 أَنِ diye
8 اعْبُدُوا kulluk edin ع ب د
9 اللَّهَ Allah’a
10 وَاجْتَنِبُوا ve kaçının ج ن ب
11 الطَّاغُوتَ tagutdan ط غ ي
12 فَمِنْهُمْ onlardan
13 مَنْ kimine
14 هَدَى hidayet etti ه د ي
15 اللَّهُ Allah
16 وَمِنْهُمْ ve onlardan
17 مَنْ kimine de
18 حَقَّتْ hak oldu ح ق ق
19 عَلَيْهِ üzerlerine
20 الضَّلَالَةُ sapıklık ض ل ل
21 فَسِيرُوا işte gezin س ي ر
22 فِي
23 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
24 فَانْظُرُوا ve bakın ن ظ ر
25 كَيْفَ nasıl ك ي ف
26 كَانَ olmuş ك و ن
27 عَاقِبَةُ sonu ع ق ب
28 الْمُكَذِّبِينَ yalanlayanların ك ذ ب
 
Genel anlamıyla ümmet, çoğu aynı kökten gelen, önceki kuşaklardan devralınan özelliklerin yahut ortak menfaat ve ideallerin veya din, zaman, vatan gibi faktörlerin bir araya getirdiği geniş insan topluluğunu ifade eder. Çoğulu ümemdir. Dinî anlamda, bir peygambere inanıp onun yolundan giden cemaate, ilâhî dinlere mensup kavimler topluluğuna ümmet denir (Muhammed ümmeti, İslâm ümmeti, hıristiyan ümmeti gibi). Konumuz olan âyette ilk anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır (ümmet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/128, 134, 213; Hûd 11/118-119). Allah her millete, geniş insan topluluğuna bir elçi göndermiştir; bunun da gayesi sadece âyetteki öz ifadesiyle, “Allah’a kulluk edip sahte tanrılardan uzak durmak”tır (“sahte tanrılar” diye çevirdiğimiz tâgut hakkında bilgi için bk. Mâide 5/60). Çünkü dinin özü ve peygamberler gönderilmesinin ana gayesi tevhiddir; kulluğun özü de Allah’ın birliği ilkesini zedeleyecek her türlü inanç, düşünce ve davranıştan titizlikle kaçınmaktır.
 Allah’ın peygamberler gönderdiği milletlerden kimi, peygamberlerinin kendilerine duyurduğu ilâhî hakikatler karşısında iyi niyetli ve ön yargısız tutumları sayesinde Allah’ın hidayetine mazhar olmuş; kimi de–bir kısım Mekke putperestlerinin yaptıkları gibi– daha baştan peygamber ve vahiy karşısında sergiledikleri inkârcı, inatçı ve uzlaşmaz tutumları yüzünden yanlış yolda kalmışlardır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 396
 

وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَۚ 

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَ  harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.  قَدْ   tahkik harfidir.  

بَعَثْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَا  fail olup mahallen merfûdur.

ف۪ي كُلِّ  car mecruru  بَعَثْنَا  fiiline müteallıktır.  اُمَّةٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

رَسُولاً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

اَنِ  masdar harfidir.  Tefsiriyye olması da caizdir.  اعْبُدُوا  fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  اللّٰهَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

وَ  atıf harfidir. اجْتَنِبُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

الطَّاغُوتَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 


 فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُۜ 

 

فَ  atıf harfidir.  مِنْهُمْ  car mecruru  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ , muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası   هَدَى اللّٰهُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.

هَدَى  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  fail olup lafzen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  مِنْهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ , muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  حَقَّتْ عَلَيْهِ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.

حَقَّتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir.  عَلَيْهِ  car mecruru  حَقَّتْ  fiiline müteallıktır.

الضَّلَالَةُ  fail olup lafzen merfûdur. 


 فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ

 

 فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri; إن أردتم البرهان واليقين فسيروا (Eğer burhan ve kesin bilgi isterseniz ….. yürüyün.) şeklindedir.  س۪يرُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  س۪يرُوا  fiiline müteallıktır.

فَ  atıf harfidir.  انْظُرُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

كَيْفَ كَانَ  cümlesi  انْظُرُوا  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubdur.

كَيْفَ  istifham ismi,  كَانَ ’nin mukaddem haberidir.  عَاقِبَةُ  ise  كَانَ ’nin muahhar ismi olup merfûdur.  

الْمُكَذِّب۪ينَ  muzâfun ileyh olup cer alameti  ى ’dir. Cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. 

الْمُكَذِّب۪ين  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَۚ

 

وَ  istînâfiyye,  لَ  mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, gayrı talebî inşâî isnaddır.

قَدْ  tahkik harfiyle tekid edilmiş … وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً  cümlesi kasemin cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.

ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  كُلِّ اُمَّةٍ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  ümmet hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Resul gönderilmeyen hiçbir toplum kalmadığını vurgulamak için bu üslup kullanılmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

اُمَّةٍ ‘deki tenvin nev ve kesret,  رَسُولاً ’deki ise tazim ifade eder.

Masdar harfi  اَنْ ’i takip eden  اعْبُدُوا اللّٰهَ  cümlesi, masdar teviliyle, takdir edilen  بِ  harfiyle birlikte  بَعَثْنَا  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi emir üslubunda talebî inşâi isnaddır.  اَنْ ’in tefsiriyye olması da caizdir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Aynı üsluptaki  وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ  cümlesi, makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında inşâî olmak bakımından da mutabakat vardır.

اعْبُدُوا - اجْتَنِبُوا  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.


فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُۜ 

 

Cümle,  فَ  ile takdiri  فكانوا أقساما  [Kısım kısımdılar] olan istînâfa atfedilmiştir.

Cümle sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  مِنْهُمْ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

Muahhar mübteda olan müşterek ism-i mevsûlün sılası, müspet mazi fiil sıygasında gelmiştir. Aynı üsluptaki  وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُ  cümlesi,  فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ  cümlesine atfedilmiştir. Cümleler arasındaki atıf sebebi tezattır.

Müsnedün ileyh lafza-i celalle marife olmuştur. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

مِنْهُمْ - مَنْ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

هَدَى  ile  الضَّلَالَةُۜ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ - وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُ  cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.

Kur'an, azap manasında gelen dalalet kelimesini daima müzekker olarak zikretmektedir. Çünkü konuşma ahirette gerçekleşmektedir. Bunu da  بَدَاَكُمْ تَعُودُونَۜ  [İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz] Araf/29. ayetinden anlıyoruz. Ayrıca bilinen manasında ahirette bir dalalet yoktur. Çünkü her şey açıklığa kavuşmuştur. Dalalet müennes olarak gelmişse söz dünyada olmuştur. Diğer bir ifadeyle dalalet kelimesi asıl manasında geldiği zaman fiil müennes yapılmaktadır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Esrâru’l-Beyân fi’t-Ta’bîri’l-Kur'anî)

Müennes lafızla müzekker mana kastedildiğinde o lafzın müzekker yapılması hususu, manaya hamletme olarak da bilinir.

بَعَثْنَا   ile  هَدَى اللّٰهُ   kelimeleri arasında mütekellimden gaibe geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır. (Müşerref Ulusu (Ülger), Arap Dili Ve Belâgatı İltifat Sanatı) 


 فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ

 

Mahzuf şartın cevabına dahil olan  فَ  rabıtadır. Şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri; … ا إن أردتم البرهان واليقين فسيروا  [Eğer yakîn ve delil istiyorsanız, … yürüyün, gezin.) olabilir.

Cevap cümlesi   فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Yine aynı üslupla gelen …فَانْظُرُوا كَيْفَ , cevap cümlesine  فَ  ile atfedilmiştir.  Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler inşâî olmak bakımından mutabıktır. 

Bu cümlenin mef’ûlü, istifham üslubunda talebî inşâî isnad olan  كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ  cümlesidir. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen soru değil, tehdit ve uyarı kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formundaki terkipte takdim-tehir sanatı vardır.  كيف  istifham ismi  كَانَ ’nin mukaddem haberidir,  عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ  izafeti  كَانَ  ‘nin muahhar ismidir. İsim cümleleri sübut ifade eder.

Ayette görme emri, gezme emrine tercih edilmiş, çünkü görme gezmeden sonra gerçekleşir. Bir de şu gerçeği bildirmek içindir: Eski ümmetlerin bu akıbetinde ana sebep, onların tekzibi ve "Allah dileseydi, kendisinden başka hiçbir şeye tapmazdık" şeklindeki gerekçeleridir. (Ebüssuûd)