وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَاتَّقُوا | sakının |
|
2 | يَوْمًا | şu günden (ki) |
|
3 | لَا |
|
|
4 | تَجْزِي | cezasını çekmez |
|
5 | نَفْسٌ | kimse |
|
6 | عَنْ |
|
|
7 | نَفْسٍ | kimsenin |
|
8 | شَيْئًا | bir şeyle |
|
9 | وَلَا |
|
|
10 | يُقْبَلُ | ve kabul edilmez |
|
11 | مِنْهَا | ondan |
|
12 | عَدْلٌ | fidye |
|
13 | وَلَا |
|
|
14 | تَنْفَعُهَا | ona fayda vermez |
|
15 | شَفَاعَةٌ | şefaat |
|
16 | وَلَا |
|
|
17 | هُمْ | onlara |
|
18 | يُنْصَرُونَ | yardım da edilmez |
|
İsrâil oğullarına seslenen âyetler bölümü burada bitiyor. Bakara sûresinde 40. âyetten itibaren 123. âyete kadar ki bölüm hep İsrâil oğullarına hitap ediyordu, ama esasında bu âyetler hep bize hitap ediyordu. Eğer bu bölüm İsrâiloğullarını anlatıyor, bunların bizimle ilgisi yok deyip kitabımızın bu bölümünü geçseydik, bu âyetler bize hiçbir mesaj vermeyecekti. Ama bu âyetler bizi anlatıyor.
Efendim bu âyetler yahudiler hakkında inmiştir, şunlar hıristiyanlar için gelmiştir, bunlar müşriklere hitap ediyor, bu şunları, bu bunları anlatır diyerek hiçbir âyeti elimizin tersiyle itmeye hakkımız yoktur. Bileceğiz ki bu kitap bize gelmiştir ve her bir âyeti bizi anlatıyor, bize hitap ediyor demektir.
Öyleyse bizim de yapacağımız iş, belki en birinci işimiz, bize bu kadar iman ve şeref kazandıran bu âyetleri gündeme alıp, sanki şu anda bize yeni nazil oluyormuş gibi toplumun gündemine indirmek zorundayız. Bu toplumu bu âyetlerden başka bir şeyin dirilteceğine ben inanmıyorum. Kaldı ki toplumun nasıl dirileceğini de biz düşünmek zorunda değiliz. Zira bu toplumu diriltecek olan Allah’tır. Biz beşir ve nezir olarak bize düşeni yapalım, gerisini Allah’a bırakalım, o kendine düşeni elbette yapacaktır. Allah yardımcımız olsun. Bundan sonra bir bölüme geldik.
Bu bölümde Hz. İbrahim’den (a.s) söz ediliyor. Bakara sûresinin buraya kadar olan bölümlerinde yahudilerin, kısmen de hıristiyanların Hz. Mûsâ (a.s) dönemindeki ve o Hz. Mûsâ döneminden Rasûllah dönemine kadar geçen zaman içinde peygamberlerine verdikleri ahidlerinden, onların tavırlarından, tutumlarından söz edildi. Bu arada zaman zaman müşriklerden ve müşriklerin ehl-i kitapla pek çok hususlarda birlikte hareket ettiklerinden söz edildi.
Bundan sonra Rabbimiz bu bölümde, Hz. Mûsâ’dan çok önceki dönemlere, Hz. İbrahim (a.s) dönemine dönecek ve böylece kendilerini Hz. İbrahim’e izâfe eden, Hz. İbrahim’in kendilerinin ataları olduğunu, onun yolunda olduklarını iddia eden hem yahudileri hem de Mekke müşriklerini bir de böyle yargılayacak. Yahudilerin ve müşriklerin iddia ettikleri Hz. İbrahim’le alâkalı bütün hakikatleri gözler önüne sermeye başlayacak Rabbimiz. Hz. İbrahim’in dininin gerçek çehresini ortaya koyarak onun yolunda olduklarını iddia edenlerin bozuk ve tahrif edilmiş itikatlarıyla bu ikisi arasındaki çok uzak mesafeleri anlatacak.
Aynı zamanda İbrahim’in (a.s), onun oğulları olan İshak ve İsmail’in (a.s) ve son olarak da Yakub’un (a.s) takip buyurdukları dinle, inanışla son peygamber Hz. Muhammed’in (a.s) dini arasındaki benzerlikler vurgulanacak. Ve böylece ehl-i kitabın ve müşriklerin tüm iddiaları çürütülecek, yahudi ve müşriklerin yıllardır iddia edegeldikleri İbrahim’in torunu olmalarından ötürü üstün olma ve Hz. İbrahim’in varisi olma meseleleri tamamen suya düşmüş olacak. Bunların İbrahim yolundan inhiraf ettikleri andan itibaren veraset hakkını kaybettikleri ve bu yüzden de İlahî İmamet ve hilafete İbrahim (a.s)'ın tüm torunları değil, sadece âdil olan bir kısmının lâyık olduğu ortaya konulacak.
İbrahim (a.s) kendi başına zirvede bir peygamber. Etrafında yardımcısı yok, destekleyicisi yok, kimsesi yok, yalnız başına bir insan. Bu kelimeler: Önce babasıyla bir imtihan veriyordu. Çünkü babası müşrikti, puta tapan bir insandı. Babasıyla ciddi bir savaş vermişti İbrahim (a.s). Bu imtihanı başarıyla geçti ve kazandı.
Sonra kavmiyle çatıştı. Çünkü kavmi aya, yıldızlara ve güneşe tapınıyordu, bunu da kazandı İbrahim (a.s). Bunların hiçbirisinin Rab olamayacağını onlara ilan etti. Yine kavmi putlara tapıyordu, İbrahim (a.s) onları kırarak, onların da ilâh olamayacağını ilan etti. Hattâ put kırma savaşıyla çok büyük bir imtihanla karşı karşıya gelmişti onu da başardı.
Ve yine İbrahim (a.s) kavminin kralıyla da bir çatışma içine girmişti, çünkü kavmin kralı Nemrut kendisini toplumuna İlâh olarak kabul ettirmişti. İbrahim (a.s) burada da başarılı bir savaş verdi ve nihâyet doğup büyüdüğü bölgede son imtihanı ateşe atılma idi. Ateşe atıldı İbrahim (a.s). Ateşe atılırken bile o, Rabbine tevekkülden, bağlılıktan bir an vazgeçmedi. Bu imtihanı da başarıyla verdi İbrahim (a.s). Ateş Allah’ın izniyle onu yakmadı. İbrahim’e Allah’ın emriyle soğuk ve selâmet oldu ateş.
Ve yine İbrahim (a.s) doğup büyüdüğü yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Hicrete mahkum oldu. Mezepotomya’daki Ur şehrini terk etti. Çünkü ülkesinde kimse kendisine inanmamıştı, sadece hanımı Sare annemiz ve yeğeni Lût (a.s) vardı. Buradan Harran bölgesine gitti. Sonra oradan Şam’a gitti, sonra oradan da Kudüs diyarına, oradan Mısır ve tekrar Şam bölgesine gelmişti. Bir ara da İbrahim (a.s) Mekke’ye kadar bir ziyareti olmuştu. Rabbinden sonradan evlendiği Hacer anamızı ve oğlu İsmail’i (a.s) burada bırakma emrini almıştı. Mekke’de bırakma emrini almıştı. Bütün bunlar Allah’ın imtihanıydı. Bütün bu imtihanlara ek olarak oğlunu kurban etme imtihanıyla da karşı karşıya geldi ve bunu da başardı. Allah’ın istediği bu emri de yerine getirmek için hareket etti, ama Allah bu emrini geri alıp bu işten onu muaf tutmuştu, fakat o bunu da başarmıştı.
Bütün bunları yaparken o tek başınaydı. Tek başına ortaya çıkıyor. Tüm dünya kendisine düşman, babası bile kendisine düşman. Babil kralı kendisini ilâh olarak ilan etmiş, toplum yıldızları, ayı, güneşi kendisine tanrı edinmiş, ortamda çeşit çeşit putların hâkimiyeti söz konusu. Halk, devlet, millet herkes birleşmişler, İbrahim’e karşı birlikte hareket ediyorlar. Ama bir İbrahim çıkıyor ortaya, önce babasıyla, sonra kavmiyle, toplumuyla, sonra devletiyle, sonra putlarla, sonra yıldızla, ayla, güneşle çetin ve onurlu bir kavga vermiş. Toplumuyla, devletiyle arası açılmış, ateşe atılmış, ölümle tehdit edilmiş, sonra hicrete mahkum edilmiş, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmış. (Besairul Kur’ân Ali Küçük)
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
وَatıf harfidir. اتَّقُوا fiili نَ ’un hazfıyle mebni emir fiildir. يَوْمًا mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muzâfı hazfedilmiştir. Takdiri خافوا عذابه (azabından korkun) şeklindedir.
لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً cümlesi يَوْمًا 'in sıfatı olarak mahallen mansubdur. Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَجْز۪ي elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.
نَفْسٌ fail olup lafzen merfûdur. عَنْ نَفْسٍ car mecruru تَجْز۪ي fiiline müteallıktır. شَيْـًٔا mef'ûlun bih olup lafzen mansubdur veya mahzuf fiilin mef‘ûlu mutlakından naibtir. Takdiri لا تجزي شيئا من الجزاء (Kişi bir cezayla karşılık vermez) şeklindedir.
اتَّقُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقي ’dır. Bu bab fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.
لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـًٔا cümlesinde mevsufa raci olan ait zamiri hazfedilmiştir. لَا تَجْز۪ي فيه şeklinde takdir edilir.
وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ
و atıf harfidir. لا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُقْبَلُ damme ile meçhul muzari fiildir. مِنْهَا car mecruru يُقْبَلُ fiiline mütealliktir. شَفَاعَةٌ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ
و atıf harfidir. لا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْخَذُ damme ile merfû meçhul muzari fiildir. مِنْهَا car mecruru يُؤْخَذُ fiiline mütealliktir. عَدْلٌ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
و atıf harfidir.لا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir هم mübteda olarak mahallen merfûdur. يُنْصَرُونَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُنْصَرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
Burada هُمْ zamiri mübteda olarak merfûdur. Haberi de يُنْصَرُونَ fiilidir. Dört cümle de, يَوْمًا kelimesinin sıfatıdır. Yani mana şöyledir: “Hiçbir ödemenin alınmadığı o günden, hiçbir şeyin kabul edilmediği o günden, hiçbir şefaatin yarar sağlamadığı o günden ve hiçbir yardımın yapılmadığı o günden sakının. (Ömer Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Ayet, nidanın cevabına matuftur. Atıf sebebi temasüldür.
Cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Sıfat olan... لَا تَجْز۪ي cümlesi dolayısıyla ayette ıtnâb vardır.
شَيْـًٔا ’deki tenvin hiç bir şey anlamına gelir. Bilindiği gibi olumsuz siyakta nekre umum ifade eder. نَفْسٌ ve شَيْـًٔا kelimelerinin nekre olması, “hiçbir kimse hiçbir şeye sahip olamaz” anlamı katmakta; böylece bütün arzu ve beklentiler boşa çıkarılmakta, ümitler tamamen kesilmektedir.
Burada fiiller hep meçhul gelmiştir. Bunun nedeni failden ziyade fiile dikkat çekmektir.
نَفْس kelimeleri arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale's-sadr sanatları vardır.
وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ
Sıfat olan تَجْز۪ي cümlesine وَ ‘la atfedilmiştir. Ciheti camia temasüldür. Meçhul menfi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur, önemine binaen naibi faile takdim edilmiştir.
عَدْلٌ fidye anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da fidye kelimesi de geçmiştir. Dünyada yaptığına karşılık olduğu için, adaletin yerini bulduğunu vurgulamak için عَدْلٌ kelimesi tercih edilmiştir. Kevn-i lâhik alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Bir şeyin gelecekte alacağı şeklin adı şimdiki zamanda kullanılmıştır. Mesela, İbrahim a.s. çocuk ile müjdelenirken bu çocuğa “gulam” denilmiştir. Halbuki gulam ergen için kullanılan bir kelimedir, yeni doğan için kullanılmamaktadır. Orada ona veled değil, gulam verilecek denmesi, kevn-i lâhik alakası ile mecaz-ı mürseldir.
وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ
Bu cümle de يُقْبَلُ fiiline temasül nedeniyle atfedilmiştir. Önceki cümleyle aynı formda gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
شَفَاعَةٌ ’deki tenvin kıllet içindir. Hiçbir şefaat demektir. Olumsuz siyakta nekre, umum ifade eder.
وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
تَجْز۪ي cümlesine atfedilen son cümle, olumsuz isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil şeklinde gelmesi hudûs, hükmü takviye, teceddüt ve istimrar ifade eder. Ayrıca muzarideki tecessüm özelliği sayesinde muhatabın dikkati uyarılır.
Müsnedün ileyhin olumsuz siyakda takdimi kasr ifade eder. Onlara kesinlikle yardım edilmeyecektir anlamı vardır. هُمْ maksurun aleyh, يُنْصَرُونَ maksurdur. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.
وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ ifadesindeki هُمْ zamiri, öncesinde geçen ve nekre olarak ifade edilen نَفْس ’in ifade ettiği “çok sayıda kimse”ye işaret eder; نَفْس müennes olduğu halde, onlara işaret eden ْهُمْ zamirinin müzekker olması ise “kullar” ve “insanlar” anlamının esas alınmasındandır. (Keşşâf)
- يُنْصَرُونَ شَفَاعَةٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bu ayet Bakara/48’e çok benzemekle birlikte 48. ayette; وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ
[kimseden şefaatin kabul olunmayacağı ve bir fidye alınmayacağı] buyurulmuştu.
Burada ise; وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ [kimseden bir fidyenin kabul edilmeyeceği ve kimsenin şefaatinin fayda vermeyeceği] buyurulmuştur. Bu ayetler arasındaki ilişki ve farkların hikmeti araştırılabilir.
Bu ayet uyarmak ve hatırlatmak için orada zikredilen kelimelerle tekrar edilmiştir. İki ayet arasında ihtilaf yoktur. Ancak fidye ve şefaat kelimeleri arasında bir sıralama farklıdır. Bakara suresi 48. ayette şefaatin kabul edilmemesi takdim edilmiş, fidye alınmaması tehir edilmiştir. Burada ise, fidyenin kabul edilmemesi takdim edilmiş, تَنْفَعُهَا fiilinin müsnedin ileyhi olan şefaat lafzı tehir edilmiştir. Bu tefennün (çeşitlilik) sanatıdır. Kelamdaki çeşitlilik, tekrardaki maksadı yerine getirirken bıkkınlık yaratmaz. Aksine kelamda bir letafet oluşur. Önceki ayette şefaat müsnedin ileyh olarak gelmiş ve kabul edilmediği için fidyeye takdim edilmiştir. Şefaatin fayda vermemesi fidyenin alınmamasını gerektirmez. Fidyenin alınmaması ihtiras için atfedilmiştir. Ama bu ayette fidye takdim edilmiştir. Çünkü o kabul edilmeye isnad olunmuştur. Fidyenin kabul edilmemesi şefaatin fayda vermemesini gerektirmez. Aynı şekilde şefaatin fayda vermemesi de fidyenin kabul edilmemesi üzerine ihtiras için atfedildi. Özetle kabul olunmayan şey iki ayette de önce zikredilmiş ve diğeri ondan sonra zikredilmiştir. Yani kabul edilmemek bir defa şefaat hakkında, bir defa da fidye hakkındadır. Çünkü günahkarlardan fidye istemede milletlerin hali farklıdır. Bir defasında fidyeyi takdim ederler. Kabul olunmadığı zaman şefaatleri takdim ettiler. Bir defa da şefaatleri takdim ederler. Şefaatleri kabul olunmadığı zaman fidyeyi takdim ettiler. (Âşûr)
Burada İsrâiloğullarının zikredilmesi ve onlara yapılan uyarının tekrarlanması, daha fazla öğüt vermek ve kıssadan hissenin bu olduğunu bildirmek içindir. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın İsrâiloğullarına bahşettiği nimetler büyüktür; onların bu nimetlere nankörlüğü ise daha çok ve çirkindir. (Ebüssuûd)