Tâ-Hâ Sûresi 129. Ayet

وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَاماً وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ  ...

Rabbin tarafından daha önce söylenmiş bir hüküm ve belirlenmiş bir süre olmasaydı, onlar da hemen cezalandırılırlardı.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَوْلَا eğer olmasaydı
2 كَلِمَةٌ söylenmiş bir söz ك ل م
3 سَبَقَتْ daha önce س ب ق
4 مِنْ tarafından
5 رَبِّكَ Rabbin ر ب ب
6 لَكَانَ şüphesiz olurdu ك و ن
7 لِزَامًا (azap) gerekli ل ز م
8 وَأَجَلٌ ve bir süre ا ج ل
9 مُسَمًّى belirtilmiş س م و
 
Hz. Peygamber’in ve ona inananların büyük sıkıntılar çektiği bir dönemde inmiş olan bu sûre, –ilk âyetlerinde olduğu gibi– Resûlullah’ın ve müminlerin moral gücünü artıran açıklamalarla sona ermektedir. Birçok âyette inkârcı kavimlerin başlarına gelen felâketlerden söz edilip bunlardan ibret alınması istenirken, Kur’an’ın ilk muhatapları arasında da artık bir ilâhî ceza gelmesi konusunun zihinleri kurcalaması tabii idi. Zira o sıralarda müşrikler müminlere karşı baskı ve işkencelerini gitgide arttırıyor ve gerçek peygamber olmadığına insanları inandırmak üzere Resûlullah hakkında küstahça nitelemelerde bulunuyorlardı. Bu durum inkârcı kesim açısından bir meydan okuma anlamı taşıdığı gibi, inançlı kesimde de Allah katından onlara ağır bir şamar inmesi beklentisini doğuruyordu. Bu âyetlerde yine ilâhî irade ile belirlenmiş vade dolmadıkça bu inkârcıların kökünü kazıyan bir ceza gelmeyeceği bildirilmekte; müminlerin İslâm mesajının hedefine ulaşması için bu tür beklentilere bel bağlamak yerine karşılaştıkları zorluklara katlanmaları, sürekli bir ibadet bilinci ve disiplini içinde mücadeleye devam etmeleri istenmekte; Allah yolunda eziyete katlanmalarına ve çalışıp çabalamalarına Allah’ın ihtiyacı olmayıp bunu asıl kendi iyilikleri için yapmış olacaklarına dikkat çekilmektedir. Mutlu geleceğe ancak Allah’a saygı şuuru içinde yaşayanların erişebileceği hatırlatılmaktadır.
 
 129. âyette sözü edilen vade ve zamanı geldiğinde verilecek ceza hakkında şöyle yorumlar yapılmıştır: Vade kıyamet günü, ceza cehennem azabıdır; vade her bir inkârcının ölüm vakti, ceza kabir azabıdır; vade Bedir Savaşı, ceza o gün azılı birçok inkârcının öldürülmesidir (İbn Atıyye, IV, 69).
 
 Tefsirlerde 130. âyette beş vakit namazın kastedildiğini ispatlamaya çalışan yorumlar yer almakla beraber, –bu sûrenin indiği dönemde henüz beş vakit namaz farz kılınmadığına göre– burada asıl amacın müminleri Allah’ı tesbih etmeye yani O’nun yüceler yücesi olduğunu ve her türlü eksiklikten uzak bulunduğunu daima hatırlarında tutup her fırsatta söz ve eylemleriyle bu inancı ortaya koymaya teşvik etmek olduğu, bunun da bireyi mânevî doyuma ve iç huzura kavuşturmayı hedeflediği anlaşılmaktadır.
 
 131. âyette Resûlullah’ın şahsında müminlere yapılan uyarı, 129. Âyette işaret edilen beklentinin bir başka türünü, yani bazı müminlerin Allah’ın birliğini inkâr edenlerin ferah fahur yaşantısına özenmiş olabilecekleri hatıra getirmektedir. Bu ve benzeri birçok âyette belirtildiği üzere, dünya hayatındaki refah düzeyi ebedî mutluluğun ve hele Allah’ın hoşnutluğunun göstergesi değildir; bu hayat bir sınavdan ibarettir. Fakat yaklaşım, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın dünya hayatını fakru zaruret içinde geçirmeye bağlı olduğu gibi ters bir mantık işletilmesinede izin vermez; aksine âyette sadece, Allah’a ve O’nun dinine sırt çevirip kendilerini geçici dünya nimetlerinin debdebesine kaptırmış olanların bu haline aldanılmaması ve onlara özenilmemesi istenmiş, Allah’ın hoşnutluğuna uygun olarak elde edilen maddî ve mânevî imkânların ise en iyi ve sonuçları itibariyle en kalıcı olduğu belirtilmiştir. Mümin helâlinden elde ettiği dünya nimetlerinden yararlanır, başkalarına da yardım eder; yokluk ve yoksulluk halinde çökmez, ayakta kalmasını, rabbine güvenmesini ve O’nun rızâsını elde etme bilinci içinde mutlu olmasını bilir. 
 
 130 ve 131. âyetlerin içeriği ve sûrenin anlam örgüsüne sıkı biçimde bağlı olduğu dikkate alındığında bunların Medine’de indiğine dair rivayeti tereddütle karşılamak gerekir; özellikle üslûp açısından bunların Mekkî âyet özelliği taşıdığı görülmektedir (Derveze, III, 95). 
 
 133. âyette “Peki önceki sahifelerde bulunan açık kanıt onlara gelmiş değil mi?” buyurularak, Kur’an’ın önceki peygamberlere indirilenlerle aynı temel gerçekleri dile getirdiği hatırlatılmakta, aynı zamanda önceki kitaplarda Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber veren işaretlere ilişkin bir imada bulunulmaktadır. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgiler İslâm kaynaklarında “beşâirü’n-nübüvve” veya kısaca “beşâir” diye anılır (bilgi ve örnek için bk. A‘râf 7/157; Esed, II, 644).
 
 134. âyette, ilâhî çağrıya uymamakta direndikleri ayan beyan görülen ve Allah’ın ezelî ilminde öyle davranacakları belli olan bir topluluktan söz edilirken dahi, “Eğer gerekli tebligat yapılmadan cezaya çarptırılmış olsalardı haklı konuma gelebilirlerdi” biçiminde bir anlatıma yer verilerek, Kur’an’da değişik şekillerde ifade edilen “bildirimde bulunmadan sorumlu tutmama” ilkesine vurgu yapılmaktadır.  
 
135. âyette sûrenin başındaki hitabın amacıyla bağlantılı olarak Resûlullah’a ve ona gönülden bağlananlara şöyle bir mesaj verildiği anlaşılmaktadır: Müminlerin âhirette bütün hakikatlerin ortaya çıkacağına inanarak beklemelerine mukabil, kendini kişisel arzularının veya çevresel etkilerin anaforuna bırakmış insanlar da onların iddialarının boşa çıkacağı gibi bir beklenti içindedirler; tebliğ görevi hakkıyla yerine getirildikten sonra onlar bu tavırlarında ısrar ediyorlarsa, dünya hayatında insana verilen seçim özgürlüğünün bir sonucu olarak bu kuruntularıyla baş başa bırakılmalıdırlar, ama bir gün gerçekleri bütün çıplaklığıyla görüp anlayacaklardır.
 
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 660-662
 

وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَاماً وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَوْلَا  cezmetmeyen şart edatıdır. 

لَوْلَٓا  şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye: ‘olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi’ şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi) 

كَلِمَةٌ  mübteda olup lafzen merfûdur. Haberi mahzuftur. Takdiri,  موجودة  (mevcuttur) şeklindedir. سَبَقَتْ  cümlesi  كَلِمَةٌ ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

سَبَقَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

مِنْ رَبِّكَ  car mecruru  كَلِمَةٌ ’un mahzuf  sıfatına müteallıktır.

لَ  harfi  لَوْلَا ’in cevabının başına gelen rabıtadır.  كَانَ  fetha üzere mebni nakıs mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.

كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri  هو ’dir.  لِزَاماً  kelimesi  كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.

اَجَلٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  كَلِمَةٌ ’e matuftur.  مُسَمًّى  kelimesi  اَجَلٌ in sıfatı olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. 

مُسَمًّى  kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludur.

 

وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَاماً وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ

 

Geçmiş kavimlerden ibret, tehdit ve uyarılar dikkate alınarak  وَلَوْلَا كَلِمَةٌ  cümlesi 128. ayetteki  اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ  cümlesine atfedilmiştir. (Âşûr) 

وَ  istînâfiyyedir. Şart üslubunda gelen ayette şart cümlesi olan  وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ  sübut ifade eden menfi isim cümlesidir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan  كَلِمَةٌ ’un haberi mahzuftur.

Müspet mazi fiil sıygasındaki  سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ  cümlesi,  كَلِمَةٌ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için kullanılan bir açıklama biçimi olarak ıtnâb sanatıdır.  كَلِمَةٌ  lafzındaki tenkir tazim içindir. 

لَوْلَٓا  şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye: “olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi” şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)

Bu ayette bir takdim-tehir vardır. Eğer Rabbinden bir söz verilmemiş ve belli bir vade olmasaydı (bunlara da azap) lazım olurdu, demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Türkçe cümle kuruluşu dolayısıyla meal de bu şekilde yapılmıştır. (Kurtubî) 

Ayette, Peygamberimize hitaben  مِنْ رَبِّكَ [Rabbinden] denilmesi, işaret ediyor ki o asırdaki müşriklerin cezalarının tehir edilmesi, Peygamberimizin (sav) şerefi hürmetinedir. Nitekim diğer bir ayette de şöyle denilmektedir:  وما كان اللّه ليعذبهم وأنت فيهم [Ey Resulüm! Sen onların arasında iken Rabbin onlara azap gönderecek değildir. (Enfal Suresi, 33)] (Ebüssuûd) 

Cevap cümlesi ise  كَانَ ’nin dahil olduğu, sübut ifade eden isim cümlesidir.  لَ , rabıta harfidir. 

كَانَ ’nin haberi olan  لِزَاماً ’in, bütün cinslere delalet eden masdar kalıbında gelmesi mübalağa ifade etmiştir.

Masdarlar bütün cinslere, çoğullar fertlerin toplamına delalet eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 1, s. 231)

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

كَانَ ’nin ismine matuf olan  اَجَلٌ ’deki tenvin nev ve kıllet ifade eder.

مُسَمًّى  kelimesi  اَجَلٌ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Bu, “Eğer ahirette o azap için belirlenmiş bir zaman olmasaydı.” demektir. Buna göre ayetin manası, “Eğer bu azabın ahirete bırakılması şeklinde önceden verilmiş bir hüküm bulunmasaydı.” şeklindedir. Bu tıpkı [Ama asıl vadeleri kıyamet günüdür ve kıyamet günü şüphesiz daha dehşetli ve daha acıdır.] (Kamer Suresi, 46)] ayetinde ifade edildiği gibidir. İşte geçmişte verilmiş böyle ilâhi bir hüküm olmasaydı, o zaman onların Hz. Peygamberi yalanlayıp eziyet etmelerine karşılık, onlar için ilâhi ceza hemen verilirdi. (Fahreddin er-Râzî)

Ayet-i kerimede geçen  كَلِمَةٌ سَبَقَتْ  [geçmişteki söz]  ve  وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ  [tayin edilmiş vade] ifadelerinden neyin kastedildiği açıkça zikredilmemiştir. Bu bakımdan müfessirler bu ifadeleri çeşitli şekillerde izah etmeye çalışmışlardır.

Taberi'ye göre  كَلِمَةٌ سَبَقَتْ  [geçmişteki söz] den maksat, hiç kimsenin, kendisi için takdir edilmiş eceli değiştiremeyeceğidir.  وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ [Tayin edilmiş bir süre]’den maksat ise levh-i mahfuzda herkes için takdir edilen vadedir.

Mücahid'e göre  وَاَجَلٌ مُسَمًّى [tayin edilen süre] den maksat, dünyanın var olacağı süredir. Katade'ye göre ise bu süreden maksat, kıyamettir.

İbni Kesir’e göre ise “geçmişteki söz”den maksat, Allah Teâlâ'nın hiç kimseye, uyarıcı göndermeden azap etmemesidir. “Tayin edilen süre”den maksat ise Allah Teâlâ’nın, kâfirlere azap etme zamanına kadar tayin ettiği süredir. (Taberî)