Tâ-Hâ Sûresi 130. Ayet

فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ فَسَبِّـحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضٰى  ...

O hâlde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tespih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tespih et ki hoşnut olasın.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَاصْبِرْ o halde sabret ص ب ر
2 عَلَىٰ
3 مَا şeylere
4 يَقُولُونَ onların dedikleri ق و ل
5 وَسَبِّحْ ve tesbih et س ب ح
6 بِحَمْدِ överek ح م د
7 رَبِّكَ Rabbini ر ب ب
8 قَبْلَ önce ق ب ل
9 طُلُوعِ doğmasından ط ل ع
10 الشَّمْسِ güneşin ش م س
11 وَقَبْلَ ve önce ق ب ل
12 غُرُوبِهَا batmasından غ ر ب
13 وَمِنْ bir kısmında
14 انَاءِ sa’atlerinden ا ن ي
15 اللَّيْلِ gece ل ي ل
16 فَسَبِّحْ tesbih et س ب ح
17 وَأَطْرَافَ ve taraflarında ط ر ف
18 النَّهَارِ gündüzün ن ه ر
19 لَعَلَّكَ umulur ki
20 تَرْضَىٰ hoşnut olursun ر ض و
 
Hz. Peygamber’in ve ona inananların büyük sıkıntılar çektiği bir dönemde inmiş olan bu sûre, –ilk âyetlerinde olduğu gibi– Resûlullah’ın ve müminlerin moral gücünü artıran açıklamalarla sona ermektedir. Birçok âyette inkârcı kavimlerin başlarına gelen felâketlerden söz edilip bunlardan ibret alınması istenirken, Kur’an’ın ilk muhatapları arasında da artık bir ilâhî ceza gelmesi konusunun zihinleri kurcalaması tabii idi. Zira o sıralarda müşrikler müminlere karşı baskı ve işkencelerini gitgide arttırıyor ve gerçek peygamber olmadığına insanları inandırmak üzere Resûlullah hakkında küstahça nitelemelerde bulunuyorlardı. Bu durum inkârcı kesim açısından bir meydan okuma anlamı taşıdığı gibi, inançlı kesimde de Allah katından onlara ağır bir şamar inmesi beklentisini doğuruyordu. Bu âyetlerde yine ilâhî irade ile belirlenmiş vade dolmadıkça bu inkârcıların kökünü kazıyan bir ceza gelmeyeceği bildirilmekte; müminlerin İslâm mesajının hedefine ulaşması için bu tür beklentilere bel bağlamak yerine karşılaştıkları zorluklara katlanmaları, sürekli bir ibadet bilinci ve disiplini içinde mücadeleye devam etmeleri istenmekte; Allah yolunda eziyete katlanmalarına ve çalışıp çabalamalarına Allah’ın ihtiyacı olmayıp bunu asıl kendi iyilikleri için yapmış olacaklarına dikkat çekilmektedir. Mutlu geleceğe ancak Allah’a saygı şuuru içinde yaşayanların erişebileceği hatırlatılmaktadır.
 
 129. âyette sözü edilen vade ve zamanı geldiğinde verilecek ceza hakkında şöyle yorumlar yapılmıştır: Vade kıyamet günü, ceza cehennem azabıdır; vade her bir inkârcının ölüm vakti, ceza kabir azabıdır; vade Bedir Savaşı, ceza o gün azılı birçok inkârcının öldürülmesidir (İbn Atıyye, IV, 69).
 
 Tefsirlerde 130. âyette beş vakit namazın kastedildiğini ispatlamaya çalışan yorumlar yer almakla beraber, –bu sûrenin indiği dönemde henüz beş vakit namaz farz kılınmadığına göre– burada asıl amacın müminleri Allah’ı tesbih etmeye yani O’nun yüceler yücesi olduğunu ve her türlü eksiklikten uzak bulunduğunu daima hatırlarında tutup her fırsatta söz ve eylemleriyle bu inancı ortaya koymaya teşvik etmek olduğu, bunun da bireyi mânevî doyuma ve iç huzura kavuşturmayı hedeflediği anlaşılmaktadır.
 
 131. âyette Resûlullah’ın şahsında müminlere yapılan uyarı, 129. Âyette işaret edilen beklentinin bir başka türünü, yani bazı müminlerin Allah’ın birliğini inkâr edenlerin ferah fahur yaşantısına özenmiş olabilecekleri hatıra getirmektedir. Bu ve benzeri birçok âyette belirtildiği üzere, dünya hayatındaki refah düzeyi ebedî mutluluğun ve hele Allah’ın hoşnutluğunun göstergesi değildir; bu hayat bir sınavdan ibarettir. Fakat yaklaşım, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın dünya hayatını fakru zaruret içinde geçirmeye bağlı olduğu gibi ters bir mantık işletilmesinede izin vermez; aksine âyette sadece, Allah’a ve O’nun dinine sırt çevirip kendilerini geçici dünya nimetlerinin debdebesine kaptırmış olanların bu haline aldanılmaması ve onlara özenilmemesi istenmiş, Allah’ın hoşnutluğuna uygun olarak elde edilen maddî ve mânevî imkânların ise en iyi ve sonuçları itibariyle en kalıcı olduğu belirtilmiştir. Mümin helâlinden elde ettiği dünya nimetlerinden yararlanır, başkalarına da yardım eder; yokluk ve yoksulluk halinde çökmez, ayakta kalmasını, rabbine güvenmesini ve O’nun rızâsını elde etme bilinci içinde mutlu olmasını bilir. 
 
 130 ve 131. âyetlerin içeriği ve sûrenin anlam örgüsüne sıkı biçimde bağlı olduğu dikkate alındığında bunların Medine’de indiğine dair rivayeti tereddütle karşılamak gerekir; özellikle üslûp açısından bunların Mekkî âyet özelliği taşıdığı görülmektedir (Derveze, III, 95). 
 
 133. âyette “Peki önceki sahifelerde bulunan açık kanıt onlara gelmiş değil mi?” buyurularak, Kur’an’ın önceki peygamberlere indirilenlerle aynı temel gerçekleri dile getirdiği hatırlatılmakta, aynı zamanda önceki kitaplarda Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber veren işaretlere ilişkin bir imada bulunulmaktadır. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgiler İslâm kaynaklarında “beşâirü’n-nübüvve” veya kısaca “beşâir” diye anılır (bilgi ve örnek için bk. A‘râf 7/157; Esed, II, 644).
 
 134. âyette, ilâhî çağrıya uymamakta direndikleri ayan beyan görülen ve Allah’ın ezelî ilminde öyle davranacakları belli olan bir topluluktan söz edilirken dahi, “Eğer gerekli tebligat yapılmadan cezaya çarptırılmış olsalardı haklı konuma gelebilirlerdi” biçiminde bir anlatıma yer verilerek, Kur’an’da değişik şekillerde ifade edilen “bildirimde bulunmadan sorumlu tutmama” ilkesine vurgu yapılmaktadır.  
 
135. âyette sûrenin başındaki hitabın amacıyla bağlantılı olarak Resûlullah’a ve ona gönülden bağlananlara şöyle bir mesaj verildiği anlaşılmaktadır: Müminlerin âhirette bütün hakikatlerin ortaya çıkacağına inanarak beklemelerine mukabil, kendini kişisel arzularının veya çevresel etkilerin anaforuna bırakmış insanlar da onların iddialarının boşa çıkacağı gibi bir beklenti içindedirler; tebliğ görevi hakkıyla yerine getirildikten sonra onlar bu tavırlarında ısrar ediyorlarsa, dünya hayatında insana verilen seçim özgürlüğünün bir sonucu olarak bu kuruntularıyla baş başa bırakılmalıdırlar, ama bir gün gerçekleri bütün çıplaklığıyla görüp anlayacaklardır.
 
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 660-662
 
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde namaz için şöyle buyurur;
 " Güneş doğmadan ve güneş batmadan önce namaz kılan bir kişiye cehennem ateşi uzak olacaktır. "
( Müslim, Mesâcid 212,213; Ebu Dâvud , Salat 9; Ahmed b. Hanbel , Müsned, IV, 136,261)

Riyazus Salihin, 1898 Nolu Hadis
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
 “Allah Teâlâ cennetliklere:
- Ey cennet sâkinleri! diye seslenir. Onlar da:
- Buyur Rabbimiz! Emret! Bütün hayır ve iyilikler senin elindedir, derler. Allah Teâlâ: 
- Halinizden memnun musunuz? diye sorar. Onlar:
- Nasıl razı olmayalım, Rabbimiz. Sen bize, hiç kimseye vermediğin bunca nimetler ihsan ettin, derler. Allah Teâlâ:
- Size bunlardan daha değerlisini vereyim mi? buyurur. Cennetlikler:
- Bunlardan daha değerlisi  ne olabilir, Rabbimiz! derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
- Üzerinize rızâmı indiriyorum; bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim, buyurur.”
(Buhârî, Rikak 51, Tevhîd 38; Müslim, Cennet 9. Ayrıca bk. Tirmizî, Cennet 18)
 

فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ

 

Fiil cümlesidir.  فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن سمعت ما يؤذيك (Sana eziyet veren şeyi işitirsen) şeklindedir.

اصْبِرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

مَا  müşterek ism-i mevsûl,  عَلٰى  harf-i ceriyle birlikte  اصْبِرْ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  يَقُولُونَ dir. Îrabdan mahalli yoktur.

يَقُولُونَ  fiili  نَ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ı fail olarak mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  سَبِّحْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

بِحَمْدِ  car mecruru  سَبِّـحْ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır.

رَبِّكَ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

بِحَمْدِ رَبِّكَ  sözündeki  بِ  harf-i ceri fail ile fiili arasındaki mülâbese içindir. (Âşûr)  

قَبْلَ  zaman zarfı,  سَبِّحْ  fiiline müteallıktır. طُلُوعِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır.  الشَّمْسِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

قَبْلَ غُرُوبِهَا  cümlesi atıf harfi وَ la makabline matuftur.

سَبِّحْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  سبح ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


 وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ فَسَبِّـحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضٰى

 

وَ  atıf harfidir.  مِنْ اٰنَٓائِ  car mecruru  سَبِّـحْ  fiiline müteallıktır.  الَّيْلِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

فَ  zaid harftir. Atıf olması da caizdir.  سَبِّـحْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

اَطْرَافَ  kelimesi atıf harfi  وَ la makabline matuftur. النَّهَارِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir.  إنّ  gibi ismini nasb haberini ref eder.  كَ  muttasıl zamiri  لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  تَرْضٰى  fiili,  لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
 

فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ 

 

فَ , takdiri  إن سمعت ما يؤذيك (Sana eziyet veren şeyi işitirsen) olan mahzuf şartın cevabının başına gelmiş rabıta harfidir.

Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu takdire göre mahzufla birlikte cümle, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Cevap cümlesi olan  فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Mecrur mahaldeki  مَا  müşterek ism-i mevsûlu,  عَلٰى  harfiyle birlikte  اصْبِرْ  fiiline  mütealliktir. Sılası olan  يَقُولُونَ  cümlesi, müspet muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, tecessüm ve teceddüt ifade eder.

Aynı üsluptaki  وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ  cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiştir. İki cümle arasında lafzen ve manen ittifak vardır.

بِحَمْدِ رَبِّكَ  izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olması,  كَ  zamirinin ait olduğu  Hz. Peygambere, yine Rabb ismine muzâf olması  حَمْدِ ’ye tazim kazandırmıştır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için Rabb isminde tecrîd sanatı vardır. 

بِحَمْدِ - سَبِّحْ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

طُلُوعِ  - غُرُوبِهَا  kelimeler arasında tıbâk-ı îcâb sanatı vardır.  قَبْلَ  ve  سَبِّـحْ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 

Cenab-ı Hak, sabrın hemen peşi sıra tesbihi emretmiştir. Çünkü Allah'ı zikretmek teselli ve rahatlık sağlar. Zira müminin Allah'a kavuşmaktan başka rahatı yoktur. (Fahreddin er-Râzî)


وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ فَسَبِّـحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ

 


وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ فَسَبِّـحْ  cümlesi vav’la …فَاصْبِرْ عَلٰى  cümlesine atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede car mecrur  مِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ , ihtimam için amili olan  فَسَبِّـحْ fiiline takdim edilmiştir. Fiiile dahil olan  فَ , tekid ifade eden zaid hartir.

Zaman zarfı  اَطْرَافَ النَّهَارِ , tezâyüf nedeniyle  مِنْ اٰنَٓائِ ’nin mahalline matuftur.

الَّيْلِ - النَّهَارِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

Arapça söz dizimine göre cümlede önce amil sonra mamul yer alır. Ancak bu ayette mamul olan  وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ ; (gecenin bir kısım saatlerinde) ifadesi, amili olan  فَسَبِّـحْ (tesbih et) fiilinden önce zikredilmiştir. Burada mamulün amiline takdîm edilmesinin hikmetini Beyzâvî şöyle açıklar: “Gece vaktinin ‘’Tesbih et!’’ emrinden önce zikredilmesi, faziletinin çokluğuna işaret etmektedir. Çünkü kalp o vakitte daha toplu, nefis de rahata daha meyillidir. O nedenle geceleyin yapılan ibadet daha meşakkatlidir. Allah Teâlâ’nın [“Şüphesiz gece ibadetinin etkisi daha fazla, (bu ibadetteki) sözler (Kur’an ve dua okuyuşlar) ise daha düzgün ve açıktır.”] (Müzzemmil Suresi, 6) sözü de buna delildir.  (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsirinde Belâgat İlmi ve Uygulanışı)

Buradaki النَّهَارِ (gündüz) cins için kullanılmıştır. Her bir günün bir tarafı vardır. Burada çoğul getiriliş sebebi, bu tarafın her bir günde tekrar edilmesinden ötürüdür. (Kurtubî)


لَعَلَّكَ تَرْضٰى

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılan  اِنّ۪ٓ ’nin kardeşlerinden olan terecci harfi  لَعَلَّ ’nin dahil olduğu ayet, gayr-ı talebî inşâî isnaddır.

لَعَلَّ ’nin haberi olan  تَرْضٰى , müspet muzari fiil sıygasında gelmiştir.

Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde  لَعَلَّ  ‘için’ manasına geldiğinden; cümle, vaz edildiği anlamın dışında mana kazanması dolayısıyla mecaz-ı mürsel mürekkebdir.

لَعَلَّ  edatı, terecci içindir. Yani ‘ümitvar olma’ manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki her ikisi de aynı manaya gelir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine bir ifadedir. İmam Sîbeveyhi de bu görüştedir. Ancak Kutrûb: ‘’ لَعَلَّ kelimesi ‘için’ manasındadır’’, demiştir. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl)

لعل  harfi gibi ümit ifade eden bir lafız getirmekten murad takvalı olmaya teşviktir. Kur'an’da Allah’a isnad edilen  لَعَلَّ  sözleri ’muhakkak ki’ anlamına gelir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi 58)

Hak Teâlâ’nın, [Ta ki rızayı ilâhiye eresin] ifadesi tıpkı büyük bir padişahın, “Ey falanca, hizmetimle meşgul ol. Belki bundan, istifade edersin.” demesi gibidir. Hak Teâlâ’nın bu ifadesi, [Rabbin sana (bol bol) verecek ve böylece sen hoşnut olacaksın. (Duha Suresi, 5)] ayetiyle [Ümit edebilirsin, Rabbin seni bir makam-ı mahmûda gönderecektir.] (İsra Suresi, 79) ayetlerine bir işaret olmuş olur. Böylece sen, elde ettiğin sevaba razı olur, hoşnut olursun… ifadesini Kisaî ve Asım,  تَ 'nın dammesiyle  تُرْضٰى  şeklinde okumuşlardır ki mana değişmez. Çünkü Allah Teâlâ onu memnun etti mi Peygamber O'ndan razı olmuş; O razı olunca da Allah'ı hoşnut etmiş olur. (Fahreddin er-Râzî)  

117. ayet  تَشْقٰى  ve 118. ayetteki  تَعْرٰىۙ  ve 130. ayetin  تَرْضٰى  şeklindeki son kelimelerinde akıcı, güzel bir seci vardır. (Safvetü’t Tefasir)