Tâ-Hâ Sûresi 47. Ayet

فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّـبَعَ الْهُدٰى  ...

“Ona gidin ve şöyle deyin: ‘Şüphesiz biz Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını (serbest bırak ve) bizimle gönder. Onlara işkence etme. Sana Rabbinin katından bir mucize getirdik. Selâm, doğru yola uyanlara olsun.’ ”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَأْتِيَاهُ haydi varın ona ا ت ي
2 فَقُولَا deyin ki ق و ل
3 إِنَّا şüphesiz biz
4 رَسُولَا elçileriyiz ر س ل
5 رَبِّكَ senin Rabbinin ر ب ب
6 فَأَرْسِلْ gönder ر س ل
7 مَعَنَا bizimle
8 بَنِي oğullarını ب ن ي
9 إِسْرَائِيلَ İsrail
10 وَلَا ve
11 تُعَذِّبْهُمْ onlara azab etme ع ذ ب
12 قَدْ kuşkusuz
13 جِئْنَاكَ biz sana getirdik ج ي ا
14 بِايَةٍ bir ayet ا ي ي
15 مِنْ -den
16 رَبِّكَ Rabbin- ر ب ب
17 وَالسَّلَامُ ve Esenlik س ل م
18 عَلَىٰ üzerinedir
19 مَنِ kimseler
20 اتَّبَعَ uyan ت ب ع
21 الْهُدَىٰ hidayete ه د ي
 
Bu âyetlerde, başta Resûl-i Ekrem olmak üzere Allah’ın birliği inancına çağrıda bulunacak bütün tebliğ adamlarına, hangi şartlar altında olursa olsun, Allah’a olan güveni bir an bile yitirmemek gerektiği fikri, Hz. Mûsâ’nın hayatından kesitler verilerek telkin edilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ kendisine verilen görevin ağırlığı karşısında başarısız olmaktan endişelenmiş, ama yine rabbinin engin lutfuna sığınmıştı. Allah da ona, bu vazifeyi başarıyla yerine getirebilmesi için gönlünün ferahlatılması, zihninin açılması, işinin kolaylaştırılması, diline açıklık verilmesi ve yakınlarından bir yardımcıyla desteklenmesi hususundaki dileklerinin kabul edildiğini bildirmiş, hemen ardından da kendisinin bu günlere nasıl geldiğini hatırlatmıştır. Gerçekten, İsrâiloğulları’nın bütün erkek çocuklarının katledildiği bir ortamda Mûsâ’nın bizzat bu kararı alan Firavun’un sarayında büyütülmesi akıl alacak bir şey değildi. Yetişkinlik çağına geldiğinde hata ile adam öldürme olayına karışması da onun hayatına mal olabilirdi; fakat ilâhî lutuf sayesinde bundan da kurtulmuş, nihayet beklenen an gelmişti: Mûsâ, kendisini en ulu varlık olarak görmeye başlayan Firavun’u imana çağıracak ve İsrâiloğulları’nı Allah’ın yardımıyla onun zulmünden kurtaracaktı (Hz. Mûsâ’nın başından geçen bu olaylar hakkında Kur’an’da ve Kitâb-ı Mukaddes’te verilen bilgiler ve karşılaştırılması için bk. Bakara 2/49-59; Kasas 28/3 vd.). Firavun gibi kendisini insanların tanrısı sayacak kadar onları küçümseyen bir kibir âbidesinin yanına yaklaşıp diyalog kurabilmek kolay değildi. Cenâb-ı Allah Mûsâ’nın Firavun ailesi içinde yetişmesini sağlamak suretiyle ona bu imkânı çok önceden hazırlamıştı. Buna rağmen Hz. Mûsâ yüklendiği görevin ne kadar ağır olduğunun bilinci içinde endişelerini ifade etmekten ve rabbinden yardım dilemekten geri durmadı. Tefsirlerde Hz. Mûsâ’nın duasında yer alan “dilimden düğümü çöz” ifadesiyle neyin kastedildiği açıklanırken genellikle şu olay aktarılır: Mûsâ henüz küçükken, eşi Firavun’dan onu kucağına alıp sevmesini ister, Firavun bunu yapar, fakat Mûsâ onun sakalını yolar. Bunun üzerine Firavun “bu bana düşman!” diye haykırıp cellâtlarını çağırır. Karısı Firavun’un öfkesini yatıştırmak için onun henüz aklının ermediğini söyler ve bunu ispat için önüne, birinde mücevher diğerinde ateş bulunan iki kap koymasını önerir. Bu öneri uygulanır. Mûsâ elini içinde ateş bulunan kaba uzatıp bir kor parçasını ağzına götürür, böylece öldürülmekten kurtulur. Bu rivayeti aktaran müfessirler, 27. âyette, bu olaydan sonra Mûsâ’nın dilinde meydana gelen ârızaya ve bunun yol açtığı konuşma zorluğuna işaret bulunduğunu kaydederler (bk. Taberî, XVI, 159). Başka bir âyette belirtildiğine göre Mûsâ bu görevde kardeşi Hârûn’la desteklenmesini isterken onun kendisinden daha iyi konuştuğunu ifade ediyordu (Kasas 28/34).Yine bu bilgi ile paralellik taşıyan Tevrat’taki bir ifadeye göre Hârûn iyi bir hatip idi (Çıkış, 4/14). Fakat Hz. Mûsâ’nın bu dileği 28. âyette belirtilen gerekçe ve Mûsâ’nın yanı sıra Hârûn’un da Firavun’a tebliğde bulunmanın zorluklarıyla ilgili kaygılar taşıdığını gösteren 45. âyet ışığında incelendiğinde, onun kendisindeki fizyolojik bir ârızaya değil, üstlendiği görevin ağırlığı karşısında duyduğu sorumluluk duygusunun oluşturduğu psikolojik duruma ve bu konudaki endişelerine işaret etmek istediği anlaşılmaktadır. Zira 28. âyette belirtildiği üzere Hz. Mûsâ, “sözünün iyi anlaşılmasını” arzu etmektedir. Bu cümlenin yüklemini oluşturan “fekuhe” fiili Arap dilinde sıradan bir anlamayı değil, konunun inceliklerine inerek anlamayı ve derin bir idraki ifade etmek için kullanılır. Şu halde burada sırf bir konuşma kusuruna ve bunun yol açacağı anlama problemine değinildiğini söylemek isabetli olmaz. Öte yandan Hz. Mûsâ’nın bu dileği, büyünün ve göz boyama usullerinin çok revaçta olduğu bir toplumun ileri gelenlerini dahi akla ve idrak yeteneğine hitap eden delillerle ikna etme görevi üstlenmiş olduğunu, daha sonra halkın huzurunda sihirbazlara karşı ortaya konacak mûcizelerin ise tevhid çağrısının temel kanıtları olmayıp insanları kandırma aracı olarak kullanılan bu usullerin ne kadar temelsiz olduğunu gözler önüne sermeyi hedeflediğini göstermektedir. 24 ve 43. âyetlerde Firavun’a uyarıcı gönderilme gerekçesi olarak “onun sınırı çok aştığı” ifade edildiği halde 44. âyette “Yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyiniz, ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku düşer” buyurulması özellikle dinin tebliği görevinde başarılı olabilmek için izlenecek metodun ve kullanılacak üslûbun ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması açısından oldukça dikkat çekicidir. Hz. Mûsâ’nın kardeşi Hârûn’la birlikte Firavun’a gidip ona bütün evrenin yaratıcısı olan Allah tarafından gönderilmiş elçiler olduklarını söylemeleri üzerine aralarında geçen diyalog ve Firavun’un kendini tanrı ilân ettiğine ilişkin ifadeler Kur’an’ın değişik yerlerinde farklı bağlamlar içinde özetlenir (meselâ bk. Şuarâ 26/23-29; Kasas 28/38; Nâziât79/24). Burada 49-53. âyetlerde de bu diyalogdan bir kesit verilmektedir: Firavun’un Mûsâ’ya alaycı bir ifadeyle “Sizin rabbiniz de kimmiş?” diye sorması üzerine, Mûsâ O’nun evrendeki her şeyi özüyle ve biçimiyle var eden sonra da her varlığa yolunu yordamını gösteren Allah olduğunu söylemiş, böylece Firavun da dahil olmak üzere her şeyin varlığını O’na borçlu olduğuna dikkat çekmişti. Ardından Firavun gelip geçen nesillerin durumunu sorarak muhtemelen, dünyada güç sahiplerinin yaptıklarının yanına kâr kaldığına işaret etmiş ve Mûsâ’dan buna açıklık getirmesini istemişti. Hz. Mûsâ onların da rabbinin bilgisi dışında olmadığını ve her şeyin Allah katında kayıtlı bulunduğunu ifade etmiş, Allah’ın ilminin ilâhî hikmet gereği yapılan bu kayıtlara bağlı olmadığını hatırlatmak üzere de O’nun asla yanılmaz ve unutmaz olduğunu sözlerine eklemişti. Râzî’nin tercihe şayan gördüğü yoruma göre ise, Firavun’un gelip geçen nesillere dair soru sorması konuyu değiştirme ve Hz. Mûsâ’yı hikâye türü açıklamalara çekip meşgul etme amacı taşıyordu; zira Mûsâ bir önceki soruya güçlü ve kuşatıcı bir cevap vermişti, Mûsâ’nın o konudaki ikna edici konuşmaya devam etmesinden ve çevresindeki insanların bundan etkilenmelerinden endişe duydu. Hz. Mûsâ da bunu anladığı için yeni soruya pek iltifat etmedi ve genel bir cevap vererek geçiştirmeyi yeğledi (XXII, 66-67. Firavun hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/103). 55. âyette Kur’an’ın değişik vesilelerle dikkat çektiği bir hususa, insanın topraktan geldiği yine oraya döndürüleceği, sonra da oradan tekrar hayata kavuşturulacağı yani öldükten sonra diriltileceği gerçeği hatırlatılmaktadır. Bazı kimselerce reenkarnasyon iddiasını güçlendirmek için bu ve benzeri âyetlerden de destek alınmaya çalışılmaktadır. Ancak bu isabetli değildir (bu konuda bk. Bakara 2/28). 
 
 
Resûl-i Ekrem Efendimiz “Selâm doğru yolu tutanlara olsun” âyetini komşu krallara yazdığı mektuplarda kullanırdı. Bizans kralı Herakliyus’a yazdığı mektupta da besmele ve hitap cümlesinden sonra “Selâmun alâ men ittebe’a’l-hüdâ” diye yazdırmıştı. 
(Buhâri, Bed’ü’l-vahy 7; Müslim, Cihad 74).
 

فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ 

 

Fiil cümlesidir.  فَ  atıf harfidir.  أْتِيَاهُ  fiili  نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan tesniye elifi fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

قُولَٓا  atıf harfi  فَ  ile makabline matuftur.  فَ ,  matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قُولَٓا  fiili  نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan tesniye elifi fail olarak mahallen merfûdur. 

Mekulü’l-kavli,  اِنَّا رَسُولَا ‘dir.  قُولَٓا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.

نَا  mütekellim zamir  اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur. رَسُولَا  kelimesi  اِنَّ ‘nin haberi olup ref alameti tesniye elifidir. Aynı zamanda muzâftır.  رَبِّكَ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  sebebi müsebbebe bağlayan rabıta harfidir.  اَرْسِلْ  fiili mukadder istînâfa matuftur. Takdiri;  تنبّه فأرسل  (Dikkat et ve gönder.) şeklindedir.

اَرْسِلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.

Muzari fiillerin (  أَنَا  –  أَنْتَ  –  نَخْنُ  ...) zamirleri fail (özne) konumunda olduklarında vücûben (zorunlu olarak) müstetir olurlar yani bariz zamir olarak açık şekilde yazılmaları mümkün olmadığı gibi bunların yerine açık bir isim söylenmesi de mümkün değildir. (  هُوَ  -  هِيَ  ) zamirlerinin müstetir oluşu ise mazi fiilde de muzari fiilde de vücûben değil cevâzendir, yani bunların müstetir zamir olarak kullanılmaları zorunlu olmayıp bu zamirlerin yerine istenildiği takdirde açık isim getirilmesi de mümkündür. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَعَنَا  mekan zarfı,  اَرْسِلْ  fiiline müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

بَن۪ٓي  mef’ûlun bih olup cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için nasb alameti  ى ‘dir. İzafetten dolayı  ن  harfi hazf edilmiştir. Aynı zamanda muzâftır. 

Mütekellim zamiri  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اِسْرَٓائ۪لَ  muzâfun ileyh olarak cer alameti fethadır. Gayri munsarif kelimedir.

Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (  اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ  )” da denir.

Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَ  atıf harfidir. لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تُعَذِّبْهُمْ  meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

تُعَذِّبْهُمْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  عذب ‘dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlun herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

اَرْسِلْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  رسل ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.


قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ 

 

Fiil cümlesidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  جِئْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  بِاٰيَةٍ  car mecruru  جِئْنَا  fiiline müteallıktır. 

مِنْ رَبِّكَ  car mecruru  اٰيَةٍ ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

 

 وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّـبَعَ الْهُدٰى

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  السَّلَامُ  mübteda olup lafzen merfûdur. 

مَنْ  müşterek ism-i mevsûlu  عَلٰى  harf-i ceriyle  اَنَّ ‘nin mahzuf haberine müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اتَّـبَعَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.

اتَّـبَعَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir.

الْهُدٰى  mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur. 

اتَّـبَعَ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi  تبع ‘dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

 

فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ 

 

 

Önceki ayetteki …  لَا تَخَافَٓا  cümlesine matuf olan ayetin ilk cümlesi  فَأْتِيَاهُ , Musa (a.s) ile Harun’a (as) ‘’İkiniz gidin!’’ emridir. Cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Aynı üsluptaki  فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ  cümlesi, makabline hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir.

قُولَٓا  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ  cümlesi,  اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümlesi sübut ve istimrar ifade etmiştir. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Mekulü’l-kavl Allah Teâlâ'nın onlara, Firavun’a aktarmaları için öğrettiği sözlerdir.

رَبِّكَ  izafeti veciz ifade içindir. 

Hz. Musa ile Hz. Harun'un bu şekilde emrolunmaları, daha baştan hakkı tahkik etmek içindir. Ta ki o azgın, onların şanını bilsin de cevabını ona göre versin. Keza burada Rabb isminin zikri de bunun içindir. (Ebüssuûd)

Tamlama; davetin en uzağındaki Firavun’a ait olan muhatap zamiri  كَ  ile rabbe izafe edilmiştir. Çünkü Allah'ın, Musa ile Harun’un Rabbi olduğu "Biz senin Rabbinin elçileriyiz" şeklindeki sözlerinden ve Allah’ın insanların Rabbi olduğu sözünden anlaşılmaktadır. Oysa Firavun onlara kendisinin Rab olduğunu öğretmişti. (Âşûr)


 فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ 

 

فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ  cümlesine dahil olan  فَ , sebebi müsebbebe bağlayan rabıta harfidir. Takdiri  تنبّه /dikkat et! olan mukadder istînâfa matuftur. Cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiş olan  وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ  cümlesi, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.


 قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ 

 

Ta’liliyye veya beyânî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Cümle  قَدْ  tahkik harfiyle tekid edilmiş, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.

رَبِّكَ  lafzı ayette tekrarlanmıştır. Tekrarlama  ve zamir yerine isim kullanılması şeklinde yapılan ıtnâbla  رَبِّ  ismi yüceltilerek, muhatabın zihnine iyice yerleşmesi sağlanmıştır.

Firavun’a hitap ederken “biz Rabbimizin elçileriyiz” değil, “biz senin Rabbinin elçileriyiz” demelerini buyurması dikkate değer bir inceliktir.

Bu ayetlerde Allah Teâlâ, hz. Musa ve Harun’u yatıştırmış, korkularını almış, sonra da nasıl konuşacaklarını öğretmiştir. Önce ‘’Söyleyin’’ buyurarak yumuşak söz söylemelerine giriş yapmıştır. Bu istidrâc sanatıdır.

İstidrâc, muhatabı fethetmek için onu etkileyecek, yaklaştıracak veya korkutup rağbet ettirecek, vazgeçirecek, teşvik edecek şeyleri aniden değil de alıştıra alıştıra söyleme sanatıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî’ İlmi)

Onların Allah (cc) tarafından mucize getirmeleri, onların peygamberliklerini tahkik ve izah etmekte ve emirlerine uyulmasını zorunlu kılmaktadır. (Ebüssuûd)

فَأْتِيَاهُ  جِئْنَاكَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.

رَسُولَا  اَرْسِلْ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

جاء  fiili ‘geldi’ demektir.  بِ  harf-i ceriyle kullanıldığında ‘getirdi’ manasına gelir. Bu tazmin sanatıdır. 

قَدْ جِئْناكَ بِآيَةٍ مِن رَبِّكَ  cümlesi içerisinde  إنّا رَسُولا رَبِّكَ  cümlesinin açıklamasını barındırır. İlk cümle icmali olup ikincisi beyanidir. Burada, ikisinin de Allah tarafından gönderilmiş elçiler olması hasebiyle, Allahın onlardan birinin eliyle hakikati göstereceğinin sebebi vardır. Her ikisi de cümlenin, ondan önce gelen kısmına fasılla gelmesi gerektiğini gösterir. (Âşûr)


وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّـبَعَ الْهُدٰى

 

Ayetin son cümlesindeki  وَ  istînâfiyyedir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur  عَلٰى مَنِ ‘in müteallakı olan haber mahzuftur. Cümle sübut ve istikrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl,  عَلٰى  harfiyle birlikte mahzuf habere müteallıktır. Sılası olan  اتَّـبَعَ  cümlesi müspet mazi fiil siygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

السَّلَامُ  kelimesi, ‘selamet, esenlik’ anlamındadır. Buradaki  عَلٰى  harf-i ceri,  لِ  harf-i ceri anlamındadır. Nitekim  اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُٓوءُ الدَّارِ  [Lanet onlara, yurdun kötüsü de onlara] (Ra'd/25) buyurulmuştur ki; bunun manası  عَليهم ’dir. Cenab-ı Hak yine  مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِه۪ وَمَنْ اَسَٓاءَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ [Kimi iyi amel ederse, kendi lehine kimi de kötülük ederse bu da kendi aleyhinedir] (Fussilet/46) buyurmuştur. Bir diğer yerde de اِنْ اَحْسَنْتُمْ اَحْسَنْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ وَاِنْ اَسَأْتُمْ فَلَهَاۜ [Eğer iyilik yaparsanız kendiniz için yapmış olursunuz. Eğer kötülük yaparsanız bu da onun aleyhinedir] (İsrâ/7) buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

السَّلامُ ; Selamet ve şeref demektir. Burada selam verilecek muayyen biri olmadığı için selamlama veya Firavun'u selamlamak kastedilmemiştir. Çünkü selamlama ilk karşılaşma esnasında olur, kelamın ortasında olmaz. (Âşûr)

عَلى  harf-i ceri temekkün içindir. Yani hidayete uyanların emniyeti sabittir, onlar için hiçbir şüphe yoktur. (Âşûr)

Bu kelam, hz. Musa ile Harun'a uymalarını en nazik şekilde açıkça teşvik etmektedir. (Ebüssuûd)