Nûr Sûresi 15. Ayet

اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّناًۗ وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمٌ  ...

Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz bir iş sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِذْ çünkü
2 تَلَقَّوْنَهُ siz onu alıveriyorsunuz ل ق ي
3 بِأَلْسِنَتِكُمْ dillerinizle ل س ن
4 وَتَقُولُونَ ve söylüyorsunuz ق و ل
5 بِأَفْوَاهِكُمْ ağızlarınızla ف و ه
6 مَا bir şeyi
7 لَيْسَ hiç olmayan ل ي س
8 لَكُمْ sizin
9 بِهِ hakkında
10 عِلْمٌ bilgi(niz) ع ل م
11 وَتَحْسَبُونَهُ ve onu sanıyorsunuz ح س ب
12 هَيِّنًا önemsiz bir iş ه و ن
13 وَهُوَ oysa o
14 عِنْدَ yanında ع ن د
15 اللَّهِ Allah
16 عَظِيمٌ büyüktür ع ظ م
 
Hem Hz. Peygamber’in aile hayatını ve yakınlarıyla ilişkilerini daha iyi anlayıp kavramamızı sağlamak hem de aile hayatına, iffet ve namusa değer veren topluluklarda çokça rastlanan iftira olayı karşısında müminlerin nasıl bir tavır ve yaklaşım içinde olmaları gerektiği konusunda yol göstermek için indirilmiş olan bu âyetler, Hz. Âişe’nin de katıldığı bir yolculuk olayına ve bazı münafıkların bunu fırsat bilerek onun hakkında uydurdukları bir düzmeceye atıfta bulunmaktadır. Müslim’in (“Tevbe”, 56) genişçe rivayet ettiği olayın özeti şöyledir: Hz. Peygamber hicretin 5. yılında (Benî Müstalik diye de anılan) Müreysî‘ seferine çıkarken her zaman yaptığı gibi eşlerinden birini –bu defa Hz. Âişe’yi– yanına almıştı. Daha önce Peygamber eşlerinin başkalarıyla ancak perde arkasından görüşüp konuşmalarıyla ilgili emir gelmiş bulunduğundan (Ahzâb 33/53) Hz. Âişe, deve üzerine kurulmuş çadır benzeri bir yerde (perdeli mahfede) seyahat ediyordu. Dönüşte Medine’ye yaklaşıldığında bir yerde istirahat edilmiş ve gece hareket emri verilmişti. Bu sırada Hz. Âişe ihtiyacını gidermek için biraz uzaklaşmış, yerine geldiğinde değerli bir kolyesinin düşmüş olduğunu farketmiş, aramak için tekrar gitmiş, epeyce aradıktan sonra bulup dönmüştü. Bu arada görevliler Hz. Âişe’nin kapalı mahfesini kaldırıp deveye yüklemişler, onun mahfenin içinde olmadığını anlayamamışlardı. Hz. Âişe dönüp de kafilenin gitmiş olduğunu görünce, “Farkettiklerinde beni burada ararlar veya arkayı toparlayarak gelen kişi beni burada bulur” diyerek olduğu yerde oturmuş, beklemeye koyulmuş, beklerken uyku bastığı için de uyuyakalmıştı. Birliğin arkasını emniyete almak ve toparlamak üzere görevlendirilmiş bulunan Safvân isimli sahâbî konaklama yerinden geçerken bir karartı görmüş, yakınına geldiğinde onun Hz. Âişe olduğunu anlayınca “innâ lillâh...” diye seslenerek uyandırmış, devesini çökertip kendisi biraz uzaklaşmış, Hz. Âişe deveye binmiş, yola koyulmuşlar ve öğle üzeri istirahat etmekte olan kafileye yetişmişlerdi. 
 
 Hadise bundan ibaret olduğu halde başta meşhur münafık Abdullah b. Übey b. Selûl olmak üzere küçük bir grup olayı kötü yorumlayarak çirkin bir iftira ürettiler: Hz. Âişe ile Safvân arasında iffete aykırı bir olay yaşandığını söylediler ve bunu halk içinde yaymaya başladılar. Hz. Âişe Medine’ye gelince hastalanmış, bir ay kadar yatmıştı. Dedikodudan haberdar olamadı, nihayet bir vesile ile iftira onun da kulağına geldi. Beyninden vurulmuşa dönen Âişe üzüntüsü yüzünden yeniden hastalandı, meseleyi ailesinden öğrenmek maksadıyla Hz. Peygamber’den izin alıp baba evine gitti. Annesi, eşi tarafından sevilen, kumaları bulunan her güzel kadın için böyle dedikoduların yapılabileceğini söyleyerek kızını teselli etmeye çalıştıysa da Âişe günlerce ağladı.
 
 Bu arada Hz. Peygamber yakınları ile istişarede bulundu, hepsi Hz. Âişe’nin lehinde konuştular; Hz. Ali de aleyhinde bir şey söylememekle beraber “kadın kıtlığının bulunmadığını” ifade etti ve evin hizmetçisinden tahkik etmesini tavsiye etti. Hizmetçi Hz. Âişe’yi savundu. Yeterince araştırma, soruşturma yaptıktan sonra Hz. Peygamber mescide geldi, minbere çıkarak hem eşi hem de Safvân hakkındaki müsbet kanaatini ifade etti. Baş iftiracıdan şikâyette bulundu, cemaatin görüşüne başvurdu. İftiracıyı cezalandırma konusunda, İslâm öncesinden kalma kabilecilik gayretiyle ileri geri sözler söylendiği için konuşmayı bu noktada kesti. İftira atılalı bir ay geçmiş olmasına rağmen konu hakkında bir vahiy gelmemiş, âdeta bu büyük imtihanın süresi kasıtlı ve hikmetli olarak uzatılmıştı. Bir ayın hitamında Hz. Peygamber eşini görmek üzere kayınpederi Ebû Bekir’in evine geldi, burada aile arasında şu konuşma geçti:
 
 Hz. Peygamber:
 
 – “Âişe, senin hakkında bana şunları, şunları söylediler. Eğer sen mâsum isen Allah bunu ortaya çıkaracak, seni bu iftiradan arındıracaktır. Eğer bir günaha bulaştıysan Allah’tan af dile, tövbe et; çünkü kulu suçunu itiraf ederek Allah’a tövbe ederse O bağışlar.” 
 
 Bu sözleri işitince kendine gelen ve göz yaşları kesilen Hz. Âişe, önce babasının, sonra annesinin cevap vermelerini istedi; onlar “Biz Resûlullah’a karşı ne diyebiliriz?” deyince kendisi şöyle konuştu: “Öyle anlaşılıyor ki siz bunları işittiniz ve inandınız. Allah benim suçsuz ve günahsız olduğumu biliyor, ancak ben size ‘yapmadım’ desem inanmayacaksınız, ‘yaptım’ desem inanacaksınız. Durumumuz Hz. Yûsuf’un babasının durumuna benziyor, o şöyle demişti: “Artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah’tır” (Yûsuf 12/18). Hz. Âişe bunları söyledikten sonra kırgın olarak yatağına uzandı, arkasını dönüp örtüsünü başına çekti. İşte tam bu sırada vahiy işaretleri belirdi, durumu açıklığa kavuşturan, iftiracıların yüzünü karartan on âyet (11-20) nâzil oldu.
 
 “İftira kandan çetindir” diye bir atasözü vardır. Toplum hayatını dinamitleyen, dostlukları bitiren, aile facialarına yol açan, cinayetlere sebep teşkil eden bu ahlâksızca davranışı engellemek ve müminleri eğitmek üzere söz konusu edilen meşhur iftira olayında büyük ders ve ibretler vardır. Bu âyetlerle iftira edenlere, iftiraya uğrayanlara, iftirayı duyanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda ders ve öğütler verilmiş, İslâm ahlâkının önemli ilkeleri bu vesile ile bir daha hatırlatılmıştır. Bu arada müslümanların içine sızmış bulunan bazı münafıkların perdeleri düşmüş, kötü duygularına mağlûp olan veya dedikoduya kapılan birkaç mümin de büyük bir imtihan geçirmiş, sonra tövbe ederek temizlenmişlerdir. Bazı rivayetlere göre bunlara iftira cezası da uygulanmıştır. Sonuç olarak iftira olayı derin üzüntülere sebep olsa da mânevî getirisi bakımından müminlerin hakkında hayırlı olmuştur. 
 
 19. âyette söz konusu edilen “ahlâksızlığın yaygınlaşması” ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendirilir, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı tavırla engellenebilir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 58-61
 

 Hevene هون :  هَوانٌ kelimesi iki anlama gelir. Birincisi: İnsanın kendisine verilen şeylere karşılık kendini kontrol edip, alçak gönüllü davranmasıdır. Bu övgüye değer bir hareket tarzıdır. İkincisi: Birinin güçlü ve kendini hafife alarak küçümseyen bir kimsenin karşısında zilleti kabul etmektir. Bu da kişinin yerildiği bir davranış kalıbıdır. Kur'an-ı Kerim'de bu sözcüğün geçtiği yerlerde her iki manaya uygun ayeti kerimeler bulunmaktadır. Yine şu iş falan kimseye kolay geldi anlamında هانَ الأمْرُ عَلَى فُلانٍ denir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 26 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri ihanet ve ehven-i şerdir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

 

اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ 

 

اِذْ  zaman zarfı, mukadder söze mütealliktir. Takdiri;  أذنبتم أو أثمتم إذ تلقّونه (Onu duyduğunuzda günah işlediniz.) şeklindedir.  تَلَقَّوْنَهُ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  

تَلَقَّوْنَ  fiili,  نَ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. بِاَلْسِنَتِكُمْ  car mecruru  تَلَقَّوْنَهُ  fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

تَلَقَّوْنَ   fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi  لقي ’dir. 

Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar.


وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ 

 

Fiil cümlesidir.  تَقُولُونَ  atıf harfi  وَ la makabline matuftur. 

تَقُولُونَ  fiili,  نَ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ı fail olarak mahallen merfûdur. 

بِاَفْوَاهِكُمْ  car mecruru ism-i mevsûl  مَا ‘nın mahzuf haline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

Müşterek ism-i mevsûl  مَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  لَيْسَ لَكُمْ dir. Îrabdan mahalli yoktur.

لَيْسَ  nakıs, mazi fiildir. İsim cümlesini olumsuz yapar. Sadece mazisi çekildiği için camid bir fiildir. Mazi kipinde tüm şahıs zamirlerine çekimi yapılabilmektedir. Türkçeye “değildir, yoktur, hayır” vb. şeklinde tercüme edilir.

Bazen  لَيْسَ ’nin haberinin başına manayı tekid için zaid (بِ) harf-i ceri gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَكُمْ  car mecruru  لَيْسَ nin mahzuf haberine mütealliktir.  بِه۪  car mecruru  عِلْمٌin haline mütealliktir.  عِلْمٌ  kelimesi,  لَيْسَ nin muahhar ismi olup lafzen merfûdur.


وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّناًۗ 

 

Cümle atıf harfi  وَ la makabline matuftur.  تَحْسَبُونَ  fiili  نَ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  هَيِّناًۗ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.


وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمٌ

 

 وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمٌ  cümlesi  تَحْسَبُونَهُ deki mef’ûlün hali olarak mahallen mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و  ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

İsim cümlesidir. وَ  haliyyedir.  Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  عِنْدَ  zaman zarfı olup  عَظ۪يمٌ’e mütealliktir.  اللّٰهِ  lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

عَظ۪يمٌ haber olup lafzen merfûdur.  عَظ۪يمٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta surekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّناًۗ

 

Fasılla gelen bu ayette  اِذْ ’in amili, önceki ayetteki  مَسَّكُمْ  veya  اَفَضْتُمْ  fiilidir. Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan  تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ  cümlesi  اِذْ ’in muzâfun ileyhi konumundadır.

Keşşâf sahibi ayetin başındaki  اِذْ  edatının ya  مَسَّ  fiilinin ya da  اَفَضْتُمْ  fiilinin mef'ûlü fîh'i (zaman zarfı) olduğunu söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Aynı üslupta gelen  وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ  cümlesi, muzâfun ileyh olan  تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ  cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

Bir söz zaten ağızla söylendiği halde bu ayette söylemek fiiliyle birlikte ağız lafzının da zikredilmesi, ıtnâb babındandır.

Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَا ’in sılası olan   لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ  cümlesi لَيْسَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  لَكُمْ , nakıs fiil  لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  عِلْمٌ, muahhar ismidir.

لَيْسَ ’nin ismi olan  عِلْمٌ ’daki tenvin, kıllet ve nev ifade eder. Bilindiği gibi olumsuz siyaktaki nekre, umum ve şümule işarettir.

وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ  Bir söz zaten ağızla söylendiği halde bu ayette söylemek fiiliyle birlikte ağız lafzı da zikredilmiştir. Bundan maksat, münafıkların Hz. Aişe’ye (ra) attıkları iftiranın ne kadar büyük bir şey olduğunun ifade edilmesidir. (Kur’an-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu/Ali Bulut)

تَلَقّيِ ألخَبِيث بِاللسَان  ifadesinde istiare vardır. Allahu alem, bununla kastedilen mana şöyledir: Siz bu iftirayı aranızda konuşup duruyorsunuz ve adeta bu iftira, üzerinde durmak ve ortalığa yaymaktan sevinç duyarcasına aranızda dilden dile dolaşıyor. Bu ifade birimizin şu sözüne benzer: قَدْ تَلَقَّيْتُ أمْرَ فَلاَنٌ بِرَاحة وَإسْتَقْبَلْتُهُ بكِلْتَا يَدَيَّ (Falancanın emrini avucumun içiyle aldım, onu her iki elimle karşıladım.) Bu sözüyle o, falancanın emrini kesin olarak kabul ettiğini veya bundan dolayı çok sevindiğini bildirmiş oluyor.  إذَا تَلَقُونَُهُ  şeddesiz,  ل ’ın kesresi ve  ق ’ın zammesi ile  إذَا تَلِقُونَهُ şeklinde de kıraat edilmiştir ki (O iftirayı hızla yalan ortamında hızla dolaştırırsın) demektir. Hızla gitti anlamında  وَلَق - يَلِقَ  denir. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)

Aynı üslupta gelen  وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّناًۗ  cümlesi,  اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ  cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. 

Mef’ûl olan  هَيِّناًۗ ’deki tenvin, kıllet ve nev ifade eder.


 وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمٌ

 

Ayetin son cümlesi  تَحْسَبُونَهُ  fiilinin mef’ûlünden haldir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.

İsim cümlesi formunda  faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عِنْدَ اللّٰهِ , konudaki önemine binaen, amili olan  عَظ۪يمٌ’ya takdim edilmiştir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهُ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsned olan  عَظ۪يمٌ kelimesi, sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta surekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

هَيِّناًۗ - عَظ۪يمٌ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

İhtimam için amili olan  عَظ۪يمٌ ’e takdim edilen  عِنْدَ اللّٰهِ  izafeti, mekân zarfı  عِنْدَ ye tazim ifade eder.