Nûr Sûresi 16. Ayet

وَلَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظ۪يمٌ  ...

Bu iftirayı işittiğiniz vakit, “Böyle sözleri ağzımıza almamız bize yaraşmaz. Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah’ım! Bu, çok büyük bir iftiradır” deseydiniz ya!
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَوْلَا gerekmez miydi?
2 إِذْ zaman
3 سَمِعْتُمُوهُ onu işittiğiniz س م ع
4 قُلْتُمْ demeniz ق و ل
5 مَا
6 يَكُونُ yakışmaz ك و ن
7 لَنَا bize
8 أَنْ
9 نَتَكَلَّمَ konuşmamız ك ل م
10 بِهَٰذَا bunu
11 سُبْحَانَكَ Seni tenzih ederiz س ب ح
12 هَٰذَا bu
13 بُهْتَانٌ bir iftiradır ب ه ت
14 عَظِيمٌ büyük ع ظ م
 
Hem Hz. Peygamber’in aile hayatını ve yakınlarıyla ilişkilerini daha iyi anlayıp kavramamızı sağlamak hem de aile hayatına, iffet ve namusa değer veren topluluklarda çokça rastlanan iftira olayı karşısında müminlerin nasıl bir tavır ve yaklaşım içinde olmaları gerektiği konusunda yol göstermek için indirilmiş olan bu âyetler, Hz. Âişe’nin de katıldığı bir yolculuk olayına ve bazı münafıkların bunu fırsat bilerek onun hakkında uydurdukları bir düzmeceye atıfta bulunmaktadır. Müslim’in (“Tevbe”, 56) genişçe rivayet ettiği olayın özeti şöyledir: Hz. Peygamber hicretin 5. yılında (Benî Müstalik diye de anılan) Müreysî‘ seferine çıkarken her zaman yaptığı gibi eşlerinden birini –bu defa Hz. Âişe’yi– yanına almıştı. Daha önce Peygamber eşlerinin başkalarıyla ancak perde arkasından görüşüp konuşmalarıyla ilgili emir gelmiş bulunduğundan (Ahzâb 33/53) Hz. Âişe, deve üzerine kurulmuş çadır benzeri bir yerde (perdeli mahfede) seyahat ediyordu. Dönüşte Medine’ye yaklaşıldığında bir yerde istirahat edilmiş ve gece hareket emri verilmişti. Bu sırada Hz. Âişe ihtiyacını gidermek için biraz uzaklaşmış, yerine geldiğinde değerli bir kolyesinin düşmüş olduğunu farketmiş, aramak için tekrar gitmiş, epeyce aradıktan sonra bulup dönmüştü. Bu arada görevliler Hz. Âişe’nin kapalı mahfesini kaldırıp deveye yüklemişler, onun mahfenin içinde olmadığını anlayamamışlardı. Hz. Âişe dönüp de kafilenin gitmiş olduğunu görünce, “Farkettiklerinde beni burada ararlar veya arkayı toparlayarak gelen kişi beni burada bulur” diyerek olduğu yerde oturmuş, beklemeye koyulmuş, beklerken uyku bastığı için de uyuyakalmıştı. Birliğin arkasını emniyete almak ve toparlamak üzere görevlendirilmiş bulunan Safvân isimli sahâbî konaklama yerinden geçerken bir karartı görmüş, yakınına geldiğinde onun Hz. Âişe olduğunu anlayınca “innâ lillâh...” diye seslenerek uyandırmış, devesini çökertip kendisi biraz uzaklaşmış, Hz. Âişe deveye binmiş, yola koyulmuşlar ve öğle üzeri istirahat etmekte olan kafileye yetişmişlerdi. 
 
 Hadise bundan ibaret olduğu halde başta meşhur münafık Abdullah b. Übey b. Selûl olmak üzere küçük bir grup olayı kötü yorumlayarak çirkin bir iftira ürettiler: Hz. Âişe ile Safvân arasında iffete aykırı bir olay yaşandığını söylediler ve bunu halk içinde yaymaya başladılar. Hz. Âişe Medine’ye gelince hastalanmış, bir ay kadar yatmıştı. Dedikodudan haberdar olamadı, nihayet bir vesile ile iftira onun da kulağına geldi. Beyninden vurulmuşa dönen Âişe üzüntüsü yüzünden yeniden hastalandı, meseleyi ailesinden öğrenmek maksadıyla Hz. Peygamber’den izin alıp baba evine gitti. Annesi, eşi tarafından sevilen, kumaları bulunan her güzel kadın için böyle dedikoduların yapılabileceğini söyleyerek kızını teselli etmeye çalıştıysa da Âişe günlerce ağladı.
 
 Bu arada Hz. Peygamber yakınları ile istişarede bulundu, hepsi Hz. Âişe’nin lehinde konuştular; Hz. Ali de aleyhinde bir şey söylememekle beraber “kadın kıtlığının bulunmadığını” ifade etti ve evin hizmetçisinden tahkik etmesini tavsiye etti. Hizmetçi Hz. Âişe’yi savundu. Yeterince araştırma, soruşturma yaptıktan sonra Hz. Peygamber mescide geldi, minbere çıkarak hem eşi hem de Safvân hakkındaki müsbet kanaatini ifade etti. Baş iftiracıdan şikâyette bulundu, cemaatin görüşüne başvurdu. İftiracıyı cezalandırma konusunda, İslâm öncesinden kalma kabilecilik gayretiyle ileri geri sözler söylendiği için konuşmayı bu noktada kesti. İftira atılalı bir ay geçmiş olmasına rağmen konu hakkında bir vahiy gelmemiş, âdeta bu büyük imtihanın süresi kasıtlı ve hikmetli olarak uzatılmıştı. Bir ayın hitamında Hz. Peygamber eşini görmek üzere kayınpederi Ebû Bekir’in evine geldi, burada aile arasında şu konuşma geçti:
 
 Hz. Peygamber:
 
 – “Âişe, senin hakkında bana şunları, şunları söylediler. Eğer sen mâsum isen Allah bunu ortaya çıkaracak, seni bu iftiradan arındıracaktır. Eğer bir günaha bulaştıysan Allah’tan af dile, tövbe et; çünkü kulu suçunu itiraf ederek Allah’a tövbe ederse O bağışlar.” 
 
 Bu sözleri işitince kendine gelen ve göz yaşları kesilen Hz. Âişe, önce babasının, sonra annesinin cevap vermelerini istedi; onlar “Biz Resûlullah’a karşı ne diyebiliriz?” deyince kendisi şöyle konuştu: “Öyle anlaşılıyor ki siz bunları işittiniz ve inandınız. Allah benim suçsuz ve günahsız olduğumu biliyor, ancak ben size ‘yapmadım’ desem inanmayacaksınız, ‘yaptım’ desem inanacaksınız. Durumumuz Hz. Yûsuf’un babasının durumuna benziyor, o şöyle demişti: “Artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah’tır” (Yûsuf 12/18). Hz. Âişe bunları söyledikten sonra kırgın olarak yatağına uzandı, arkasını dönüp örtüsünü başına çekti. İşte tam bu sırada vahiy işaretleri belirdi, durumu açıklığa kavuşturan, iftiracıların yüzünü karartan on âyet (11-20) nâzil oldu.
 
 “İftira kandan çetindir” diye bir atasözü vardır. Toplum hayatını dinamitleyen, dostlukları bitiren, aile facialarına yol açan, cinayetlere sebep teşkil eden bu ahlâksızca davranışı engellemek ve müminleri eğitmek üzere söz konusu edilen meşhur iftira olayında büyük ders ve ibretler vardır. Bu âyetlerle iftira edenlere, iftiraya uğrayanlara, iftirayı duyanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda ders ve öğütler verilmiş, İslâm ahlâkının önemli ilkeleri bu vesile ile bir daha hatırlatılmıştır. Bu arada müslümanların içine sızmış bulunan bazı münafıkların perdeleri düşmüş, kötü duygularına mağlûp olan veya dedikoduya kapılan birkaç mümin de büyük bir imtihan geçirmiş, sonra tövbe ederek temizlenmişlerdir. Bazı rivayetlere göre bunlara iftira cezası da uygulanmıştır. Sonuç olarak iftira olayı derin üzüntülere sebep olsa da mânevî getirisi bakımından müminlerin hakkında hayırlı olmuştur. 
 
 19. âyette söz konusu edilen “ahlâksızlığın yaygınlaşması” ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendirilir, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı tavırla engellenebilir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 58-61
 

وَلَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ 

 

وَ  istînâfiyyedir. لَوْلَٓا  cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلا yani “Değil mi?” manasındadır. (Âşûr)  

لَوْلَٓا  şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye: ‘’olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi’’ şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)

اِذْ  zaman zarfı olup  قُلْتُمْ  fiiline mütealliktir.  سَمِعْتُمُوهُ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

سَمِعْتُمُو  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمُ  fail olarak mahallen merfûdur.

Cemi müzekker muhatap mazi fiillere mansub muttasıl zamirler doğrudan doğruya gelmez. Bu fiillerle söz edilen zamir arasına bir  و  harfi getirilir.  دَعَوْتُمُوهُمْ  fiilinde olduğu gibi. Buna işbâ vavı - işbâ edatı denilir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

قُلْتُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمْ  fail olarak mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli  مَا يَكُونُ لَـنَٓا ’dir.  قُلْتُمْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

يَكُونُ  damme ile merfû muzari fiildir. Tam fiildir.  لَـنَٓا  car mecruru  يَكُونُ  fiiline müealliktir.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel  يَكُونُ  fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.  نَتَكَلَّمَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ’dur.  بِهٰذَاۗ  car mecruru  نَتَكَلَّمَ  fiiline mütealliktir.


 سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظ۪يمٌ

 

سُبْحَانَكَ  mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakı olarak mahallen mansubdur. Takdiri;  نُسَبِّح (Tesbih ederiz.) şeklindedir. İtiraziyyedir. 

İşaret ismi  هٰذَا  mübteda olarak mahallen merfûdur.  بُهْتَانٌ  haber olup lafzen merfûdur.  عَظ۪يمٌ  kelimesi  بُهْتَانٌ ‘nın sıfatı olup merfûdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:

1. Hakiki sıfat

2. Sebebi sıfat

HAKİKİ SIFAT 

1. Müfred olan sıfatlar

2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. MÜFRED OLAN SIFATLAR

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَلَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ 

 

وَ  isti’nafiyedir.  لَوْلَٓا , tahdîd harfidir. Bu ayette tevbih ve pişmanlığa teşvik için gelmiştir.  قُلْتُمْ  fiiline müteallik olan  اِذْ , maziye dönük zaman zarfıdır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  سَمِعْتُمُوهُ  cümlesine muzâf olmuştur. Ayette takdim-tehir sanatı vardır. zaman zarfı  اِذْ , amiline, önemine binaen takdim edilmiştir.

Ayetin başındaki  لَوْلَٓا , “Değil miydi?” anlamında olup kendisinden sonra bir fiil geldiğinde bu manada kullanılması çoktur. Bu mesela,  لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ  [Bize yakın zamana kadar geciktirmeli değil miydin?] (Nisa Suresi, 77) ve  فَلَوْلَا كَانَتْ قَرْيَةٌ اٰمَنَتْ فَنَفَعَهَٓا ا۪يمَانُهَٓا  [İman edip de bu imanı kendisine fayda vermiş bir memleket bulunsaydı ya!] (Yunus Suresi, 98) ayetlerinde olduğu gibi. Ama bunun peşinden isim geldiğinde, bu manaya gelmez. (Fahreddin er-Râzî)  


قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ 

 

Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  مَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede  يَكُونُ , tam fiildir.

Masdar harfi  اَنْ ’i takip eden …اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ  cümlesi, masdar teviliyle  يَكُونُ  fiilinin failidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

İşaret isminde istiare vardır.  هٰذَاۗ  ile konuşulan sözlere işaret edilmiştir. 

Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  لَـنَٓا  siyaktaki önemine binaen fail konumundaki masdar-ı müevvele takdim edilmiştir.


سُبْحَانَكَ 

 

İtiraziyye olarak fasılla gelen sonraki cümlede  سُبْحَانَكَۗ  mahzuf bir fiilin mef’ûlü mutlakı olarak mansubdur. Sözü pekiştirme, yanlış anlamayı önleme, tenzih, dua ve tenbih gibi çeşitli gayelere binaen araya girmiş saplama bir cümle olan itiraz cümleleri ıtnâb babındandır. Ana cümlenin anlamına tesiri yoktur.

Sübhanallah, bu iftirayı ağzına alanlara taaccüp ifade etmektedir. Bu kelime, aslında Allah'ın pek acayip işleri görüldüğünde Allah'ı, o gibi şeylerin kendisine zor gelmesinden tenzih etmek anlamında kullanılırdı. Sonra çokça kullanılarak nihayet taaccüp edilen her şey için de kullanılmaya başlandı. (Ebüssuûd)  


هٰذَا بُهْتَانٌ عَظ۪يمٌ

 

Ayetin son cümlesi, beyanî istînâf veya ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin işaret ismi  هٰذَا ile marife olması işaret edilenin önemini vurgular. İşaret ismi en güzel temyiz yollarından biridir. Manevi bir şeye işaret ettiği için  هٰذَا ’da istiare oluşmuştur.

عَظ۪يمٌ müsned olan  بُهْتَانٌ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

نَتَكَلَّمَ - قُلْتُمْ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.  

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظ۪يمٌ  [Sübhanallah! Bu, büyük bir iftiradır.] cümlesi, bu sözü söyleyenin hayretini ifade eder.  سُبْحَانَكَ  lafzı, aslında, Allah'ın yarattığı şeylerden hayret verici bir şey görüldüğünde, Allah'ı tesbih etmek için söylenir. Bu da böyle hayret verici şeylerin Allah'ın kudreti­nin dışında olmaktan onu tenzih etmek için söylenir. Daha sonra bu kelime yaygınlaşarak hayret verici her şeyde kullanılır oldu. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir)

Şayet  لَوْلَٓا  edatı ile  قُلْتُمْ  fiilinin arasının  اِذْ سَمِعْتُمُوهُ  ile ayrılması nasıl caiz oldu? dersen şöyle derim: Zarfların farklı bir durumu vardır; eşya zarfın içinde bulunduğu ve ondan ayrılmadığı için zarf bizzat eşyanın yerine geçer. Bu sebeple başka kelimelerde caiz olmayan serbestlik onda caiz olur. (Peki, zarfın takdiminde ne fayda vardır ki araya ayırıcı olarak konulmuştur?) dersen şöyle derim: Bunun faydası, iftirayı duyduklarında onu ağzına dolamaktan hemen sakınmaları gerektiğini açıklamaktır. Vakti belirtmek daha önemli olduğu için onu öne almak gerekmiştir. Şayet  يَكُونُ  fiilinin anlamı nedir? İfade o olmadan da doğru olmaktadır?  مَا  لَـنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ  [Bunu söylememeliyiz] denilmesi yeterliydi dersen şöyle derim:  يَكُونُ  fiili yakışmaz, doğru olmaz anlamına gelir: “Bunu söylemek bize yakışmaz, bizim için doğru olmaz.” demektir.  سُبْحَانَكَ  kelimesi, “Hâşâ” anlamında olup işin vahameti karşısında yaşanan şaşkınlığı ifade eder. (Keşşâf)