Furkan Sûresi 45. Ayet

اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِناًۚ ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ  ...

Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 تَرَ görmedin mi? ر ا ي
3 إِلَىٰ
4 رَبِّكَ Rabbini ر ب ب
5 كَيْفَ nasıl? ك ي ف
6 مَدَّ uzattı م د د
7 الظِّلَّ gölgeyi ظ ل ل
8 وَلَوْ ve şayet
9 شَاءَ dileseydi ش ي ا
10 لَجَعَلَهُ onu yapardı ج ع ل
11 سَاكِنًا durgun س ك ن
12 ثُمَّ sonra
13 جَعَلْنَا kıldık ج ع ل
14 الشَّمْسَ güneşi ش م س
15 عَلَيْهِ ona
16 دَلِيلًا bir delil د ل ل
 
İnkârcıların, nefsânî tutkularını tanrılaştırırcasına akıl ve iz‘an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur’an’ın temel hedefi olan Allah’a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir. 50. âyetteki “... kendilerine” diye çevirdiğimiz beynehüm ifadesi lafzî olarak “aralarında” anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet, Kur’an’da bazı bilgilerin, uyarıların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır. Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 130
 

  Delle دلّ :   دِلالَةٌ kendisiyle bir şeyin bilgisine ulaşılmada vasıta edinilen şeydir. Lafızların manaya delaleti, işaret, remiz ve hesap konusundaki sayıların delaletleri gibi.. دالٌّ delil getiren kişidir. Mübalağa sigası olarak دَلِيلٌ  şeklinde kullanılır. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de bir kez isim ve yedi kez sülasi fiil formunda olmak üzere toplam 8 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri delil, delalet, istidlâl ve tellaldır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

 

اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ

 

Hemze istifhâm harfidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَرَ  illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir.

اِلٰى رَبِّكَ  car mecruru  تَرَ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

كَيْفَ  istifham ismi, amili  مَدَّ ‘nin hali olarak mahallen mansubdur. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و  (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

مَدَّ الظِّلَّۚ  cümlesi  رَبِّكَ ‘den bedel-i iştimâl olarak mahallen mecrurdur.

BEDEL: Matbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından matbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i küll, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. 

Bedel-i iştimâl: Mübdelün minh’e tam olarak uymayan, onun bir parçası da olmayan ancak, başka yönden ilgisi bulunan; daha çok mübdelün minh’in özelliğini ve durumunu bildiren bedeldir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَدَّ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir.  الظِّلَّۚ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 


 وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِناًۚ 

 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) İtiraziyye cümlesidir.

لَوْ  gayr-ı cazim şart harfidir.  شَٓاءَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. 

لَ  harfi  لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır.  جَعَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  سَاكِناًۚ  ikinci  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

Değiştirme manasına gelen  جَعَلَ  kelimesi 3 şekilde gelir:

1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek  

2. Bir halden başka bir hale geçmek 

3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. 

Bu ayette “bir halden başka bir hale geçmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

سَاكِناًۚ  sülâsi mücerredi  سكن  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ

 

ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından  فَ  harfinin zıttıdır.  ثُمَّ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

جَعَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. 

الشَّمْسَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  عَلَيْهِ  car mecruru  دَل۪يلاًۙ ‘e mütealliktir. 

دَل۪يلاً  kelimesi sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.

Sıfat-ı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder.

Sıfat-ı müşebbehenin fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.  

2. Haber olmalıdır.  

3. Sıfat olmalıdır. 

4. Hal olmalıdır. 

5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 

6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.

Bu amel şartlarından birini taşıyan sıfat-ı müşebbehe sadece fail alır. İsm-i fail mef’ûlüne muzâf olur. Sıfat-ı müşebbehe ise failine muzâf olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Cümleye dahil olan  لَمْ , muzari fiili olumsuz maziye çevirmiştir. 

Hemze, takriri manada soru harfidir. (Âşûr)

İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle, taaccüp ve kınama manasına gelmesi sebebiyle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca ayette tecâhül-i ârif sanatı mevcuttur.

تَرَ  fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. 

اَلَمْ تَرَ اِلٰى  Ru'yet (görme)in, "ilâ" harfi ile bağlanınca nazar (bakış) manasına gelmesi veya bakışı içine alması gerekir: "Bakmaz mısın Rabbine" veya "görmedin mi, baksana Rabbine" demek olur. 

Bakıp görmekten maksat, eserleri görmeye dayanan, kalbî görüş ve biliştir. Ayet-i kerimenin tertibi şuna işaret eder ki; önce Allah'ın hitabına muhatap olan peygamberler gibi, has kulların sadece gönülleri ile bağlantılı olarak içlerinde yüce Rabb'a bir bakış vardır. Sonra bu bakışın dışında bir gelişme ile fiilden faile geçerek ona ulaşması istenilmektedir. (Elmalılı)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Peygamberimize ait zamirin  رَبِّ  lafzına izafeti, ona tazim, teşrif ve destek anlamlarına gelmektedir.

İstînâfiyye olarak fasılla gelen  كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ  cümlesi  رَبِّكَ ’den bedeldir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisaldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كَيْفَ  istifham ismi,  مَدَّ  fiilinin mef’ûlünden hal olarak nasb mahallindedir. 

Buradaki "görüp, bakmanın" gözle görmek ile alakalı olması da ilimden kaynaklanan bir görme olması da mümkündür. (Kurtubî) Kinaye sanatı vardır. 

Ayet-i kerîmedeki  مَدَّ الظِّلَّۚ  ifadesi  ألْحَرَكَةُ  kelimesinin yerine,  ألسَّاكنًا  kelimesinin karşıtı olarak zikredilmiştir. Allah Teâlâ bir kevni ayeti anlatırken gölgenin uzayıp kısalması ile tayin edilen namaz vakitlerine de işaret buyurmuştur ki bir sonraki ayet bunu göstermektedir.  ثُمَّ قَبَضْنَاهُ اِلَيْنَا قَبْضاً يَس۪يراً  [Sonra onu yavaş yavaş kendimize çekmişizdir.]

Allah Teâlâ’nın, bir kevni ayeti anlatırken gölgenin uzayıp kısalması ile tayin edilen namaz vakitlerine de işaret buyurması mana içine mana sokmak olarak tanımlanan idmâc sanatıdır. (Hasan Uçar, Doktora Tezi, Kur’an’da Anlamsal Bedî’ Sanatları)

المَدُّ : Üst üste binmiş ve büzülmüş  olan bir şeyi genişletmek, uzatmak anlamındadır. Mesela “İpi uzattı” ve “Elini uzattı” denilir. Bununla birlikte bu fiil, bir şeyin artışı anlamında da kullanılıyor olup bu mecazi mana ile istiare yapılması çok yaygındır. İşte burada da aynı şekilde gölgenin uzunluğunun çoğalması anlamında kullanılmıştır. (Âşûr)

اَلظِّلُّ ; gölge; katıksız ışık ile katıksız karanlık arasında, orta bir haldir. Fecrin zuhurundan güneşin doğmasına kadarki zamanda olur. Evlerin içinde ve duvarlarla örülü avlularda meydana gelen haller de böyledir. Bu durum en hoş bir durumdur; çünkü insan tabiatı katıksız karanlıktan hoşlanmaz, ondan nefret eder. Katıksız ışığa gelince, bu güneşten çıkıp gelen bir niteliktir. O da yoğunluğundan dolayı gözü kamaştırır. Güçlü bir buharlaşma (terleme)ye sebebiyet verir. Bu sebeple de sıkıntı ve eziyet vericidir. O halde, en hoş hal, gölgedir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak cenneti onunla nitelemiş ve  وَ ظِلٍّ مَمْدُودٍ  [yayılmış gölgeler] diye tavsif etmiştir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenab-ı Hak, gölgenin büyük nimetlerden ve muazzam menfaatlerden olduğunu açıklamıştır. Sonra bir de gölgeli zamanda renkli şeye bakan kimse, sanki cisimden ve renkten başka bir şey göremez. Diyoruz ki gölge, üçüncü bir şey değildir. O ancak, güneş doğup da ışığı cisim üzerine vurduğunda, o gölge zail olduğu zaman anlaşılır ve bilinir.

Binâenaleyh eğer güneş olmasaydı ve onun ışıkları maddeler üzerine düşmeseydi, gölgenin bir varlığı ve mahiyeti olduğu bilinemeyecekti. Çünkü eşya (varlıklar) ancak kendi zıtlarıyla bilinirler. Eğer güneş olmasaydı, gölge bilinemeyecekti. Karanlık olmasaydı, ışık bilinmezdi. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, güneşi yeryüzü üzerine doğdurup da gölge zail olduğu zaman, işte o vakit akıllar, gölgenin, cisim ve renk üzerine ilâve bir keyfiyet olduğunu anlamış olur. İşte bundan dolayı Allah: "Sonra güneşi ona bir delil yaptık" buyurmuştur. Yani, "Biz gölgeyi, önce içinde bulunan faydalar ve lezzetlerle yarattık. Sonra biz akılları, güneşi doğdurmak suretiyle, onun varlığının bilgisine ulaştırdık. Böylece de güneş o nimetin varlığına bir delil ve bir işaret olmuş oldu. Daha sonra da o gölgeyi biz, çektik. Yani, o gölgeyi birdenbire değil, yavaş yavaş aldık" demektir. (Fahreddin er-Râzî)


 وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِناًۚ ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ

 

Cümle, itiraziyyedir. Şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi  شَٓاءَ  faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şartın cevabı olan ve  لَ  karinesiyle gelen  لَجَعَلَهُ سَاكِناً  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidâî kelamdır. Haberin şart üslubunda verilmesi daha beliğ ve etkilidir.

Nahivciler  لَوْ  edatını, şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır, diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)

Genel olarak  شَٓاءُ  fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazfedilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

"İsteseydi, onu elbette ki sakin de kılar, bırakırdı."

Bu kelam, daha baştan gölgenin uzatılmasında adi sebeplerin tesiri olmadığına, onda asıl müessirin ilahî irade ve kudret olduğuna dikkat çekmek içindir.

Yani Allah (cc) gölgenin uzun halinde kalmasını isteseydi, elbette ki onu olduğu gibi bırakırdı. (Ebüssuûd)

Bu cümle birbirine atıfla bağlanan cümleler arasında bir mu'teriza (ara cümlesi)dir ki cisimlerin doğal halinin atalet yani hareket ve durgunluğunun kendiliğinden olmayıp ne verilirse onu kabul ettiğine ve gerçek etkileyicinin, basit etkiler değil, yalnız ve yalnız yüce Allah'ın dilemesi ve istemesi olduğuna özellikle dikkat çekme ve uyarmadır. (Elmalılı)

ثُمَّ  atıf harfiyle öncesine atfedilen ayetin son cümlesi  ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

Fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.

رَبِّكَ - جَعَلۡنَا  kelimeleri arasında gâipten mütekellime geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.

Burada üçüncü şahıstan birinci şahsa (gaibten mütekellime) iltifat yapılmış ve yücelik için çoğul kipi kullanılmıştır ki bakmakta olan muhataba görmek istediğini gösteren bu iltifat, tam yerinde ve pek önemli olmuştur. Öyle ki bu yüceliğin karşısında tutunabilecek hiçbir şey kalmayacak ve onun için hepsi ele alınmış olacaktır. (Elmalılı)

جَعَلَهُ  -  جَعَلۡنَا  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Lafzın zahirine göre bu hitap her ne kadar Hz. Peygambere (sa) müteveccih ise de hitap mana bakımından umumidir. Zira ayetin gayesi, Allah'ın gölge vasıtasıyla olan nimetlerini beyan etmektir. Bütün mükellefler ise bu nimetlere dikkatlerini yöneltip, onlarla Yaratıcının varlığına istidlâlde bulunmalarının gerekliliği hususunda müşterektirler, aralarında bir fark yoktur. (Fahreddin er-Râzî)

Yani biz, güneşi ona alamet kıldık; güneşin değişen halleri, onun hallerine delil kılınmıştır. Ancak aralarında sebebiyet ve tesir asla yoktur. (Ebüssuûd)

Allah Teâlâ  ثُمَّ جَعَلْنا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَلِيلًا  buyurmuştur. Çünkü Kuran’ın nüzulundan önceki insanların dalalet içerisindeki halleri, gölgenin karanlığının büyümesine benzer. Gölgelenip karanlıkta kalan şey güneşin doğuşu ile görünür hale gelir ve bu durum o gölge zeval bulup tamamen kaybolana kadar devam eder. (Âşûr)

دَلِيلًا  kelimesinin  عَلَي  harfi ile müteaddi olması, burada güneşin gölgeye olan delaletinin, gizli olabilecek bir şeyin göstergesi olduğunu belirtir. (Âşûr)