بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَمْ تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَۜ اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْـعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَب۪يلاً۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَمْ | yoksa |
|
2 | تَحْسَبُ | sanıyor musun ki? |
|
3 | أَنَّ | gerçekten |
|
4 | أَكْثَرَهُمْ | onların çoğu |
|
5 | يَسْمَعُونَ | işitiyorlar |
|
6 | أَوْ | veya |
|
7 | يَعْقِلُونَ | düşünüyorlar |
|
8 | إِنْ | değildir |
|
9 | هُمْ | onlar |
|
10 | إِلَّا | ancak |
|
11 | كَالْأَنْعَامِ | hayvanlar gibidir |
|
12 | بَلْ | hatta |
|
13 | هُمْ | onlar |
|
14 | أَضَلُّ | daha sapıktır |
|
15 | سَبِيلًا | yolca |
|
اَمْ تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَۜ
Fiil cümlesidir. اَمْ munkatı’dır. بل ve hemze manasındadır. Çoğunlukla soru edatlarıyla birlikte kullanılır ve muhataptan bu edatın öncesi ile sonrasındaki unsurlardan birini tayin ve tercih etmesini zorunlu kılar.Genellikle soru edatı olan hemze ile (اَ) birlikte kullanılır. İkiye ayrılır:
1. Muttasıl اَمْ
2. Munkatı’ اَمْ (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَحْسَبُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübtedayı ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.
Bu ayette تَحْسَبُ fiili sanmak manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.
اَكْثَرَهُمْ kelimesi, اَنَّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَسْمَعُونَ fiili اَنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَسْمَعُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. يَعْقِلُونَۜ atıf harfi اَوْ ‘le يَسْمَعُونَ ‘a matuftur.
اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْـعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَب۪يلاً۟
اِنْ nefy harfidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. اِلَّا hasr edatıdır. كَالْاَنْـعَامِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
بَلْ idrâb ve atıf harfidir. Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb denir. "Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki" anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi, bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَضَلُّ mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. سَب۪يلاً۟ temyiz olup fetha ile mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen mübhem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harfi cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin irabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur. Temyiz ikiye ayrılır:
1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.
2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَضَلُّ ism-i tafdil kalıbındandır.
İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَمْ تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَۜ
Müstenefe olan ayetteki اَمْ , hemze ve بل manasında munkatı’dır.
Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen tevbih ve taaccüp kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ve akabindeki اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ cümlesi, masdar tevilindedir. Masdar-ı müevvel, iki mef’ûle müteaddi olan تَحْسَبُ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اَنَّ ’nin haberi olan يَسْمَعُونَ cümlesinin muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam formunda gelmesi cümleye hükmü takviye, hudûs ve teceddüt anlamları katmıştır.
Aynı üslupta gelerek يَسْمَعُونَ ‘ye atfedilen يَعْقِلُونَۜ cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Bu da öncekinden daha şiddetli bir kınamadır, onun içindir ki اَمْ edatı ile ondan yüz çevirmeyi hak etmiştir. Çoğunluğun bildirilmesi içlerinden iman edenler ve hakka akıl erdirdiği halde mevkiini kaybetme korkusu ile inat gösterenler olduğu içindir. (Beyzâvî)
Buradaki اَمْ edatı, munkatı’ olan اَمْ 'dir. Manası ise "Daha doğrusu sen mi zannedersin?" şeklindedir. Bunun بل ve hemze anlamına geldiğine, bu kınamanın geçmiş olandan daha şiddetli olduğu, bundan ötürü de öncekinden idrâb yaparak buna geçildiğine delalet etmektedir. Buradaki kınanmaları ise onların kulak ve akıllarının bulunmadığı biçimindedir; çünkü onlar, çok inatçı olduklarından, söze kulak vermiyorlardı. Dinlediklerinde ise onu düşünmüyorlardı. Onların sanki ne kulakları vardı, ne de akılları, işte o zaman da Allah onları, sözden yararlanmadıkları, onu tefekkür ve düşünmeye yönelmedikleri, sırf halihazırdaki maddi lezzetlere yönelip manevi olan ebedi saadetleri arzulayıp elde etmekten uzaklaştıkları için, dört ayaklı hayvanlara benzetmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
"Onlar(ın hepsi)" denilmemiştir. Çünkü aralarından iman edecek kimselerin olacağı Cenab-ı Allah tarafından bilinmiştir. Yüce Allah, bu özellikleri dolayısıyla onları yermiş bulunmaktadır. (Kurtubî)
"Yoksa sen, onların çoğunu işitir veya akılları erer mi sanıyorsun?"
Burada mezkûr inkârdan farklı bir inkâra işaret edilerek peygamberimizin, onları işiten veya akıl eden kimselerden olduklarını sanmaması bildirilmektedir.
(Ebüssuûd)
يَسْمَعُونَ - يَعْقِلُونَۜ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْـعَامِ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Kasrla tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Nefy harfi اِنْ ve istisna edatı اِلَّا ile oluşan kasr mübteda ve haber arasındadır. هُمْ maksûr/mevsûf, car mecrurun müteallakı olan haber, maksûrun aleyh/sıfat olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s sıfattır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübtedanın haberi mahzuftur. كَٱلۡأَنۡعَـٰمِ , mahzuf habere mütealliktir.
Allah Teâlâ onların hayvanlara benzediğini kasr üslubunu kullanarak kesin bir dille belirtmiştir. Arkasından, daha da beter olduklarını bildirmesi zem üstüne zemdir.
Bu cümle, inkârı izah ve tekid etmek ve sanmak manasını tamamen kesip atmak içindir. Yani o kâfirler, kulaklarına gelen ayetlerden faydalanmamak ve gördükleri delil ve mucizeleri tefekkür etmemek hususunda sadece dört ayaklı hayvanlar gibidir ki bu hayvanlar, gaflette misal olarak verilir ve dalalet ile özdeşleşmişlerdir. (Ebüssuûd)
Onların hayvanlara benzetilmesi, vahye hazırlıklı olmadıkları için o yüce davetin sesinin, işittikleri kulaklarından geçip gitmesi ve hiçbir şekilde faydalanamamalarını izah sebebiyledir. Buradaki teşbihten maksat, onların hallerinin benzetilen şeye (hayvanlara) olan yakınlığına ve bunun imkan dahilinde oluşuna vurgudur. (Âşûr)
بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَب۪يلاً۟
Ayetin son cümleye dahil olan بَل , idrâb harfidir, intikal için gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden, isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsned olan اَضَلُّ ism-i tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Hatta onlardan da yolca daha sapıktır. Zira bu hayvanlar, yemlerini veren sahiplerine itaat ederler; onları tanırlar; kendilerine iyilik edenleri kötülük edenlerden ayırt ederler; onlara faydalı olan şeyleri ararlar ve zararlı şeylerden sakınırlar; otlanacakları ve su içecekleri yerleri bilirler ve dinlenme yerlerine çekilirler. Bu kâfirler ise Rablerine, yaradanlarına ve rızıklarını verene itaat etmezler; onlara yaptığı iyilikleri en büyük düşmanlar olan şeytanın kötülüklerinden ayırt etmezler; menfaatlerin en büyüğü olan sevabı talep etmezler; zararların ve tehlikelerin en büyüğü olan ilahi azaptan sakınmazlar ve en hoş meşrep ve ihtiyacı tam olarak karşılayan tatlı kaynağı olan hakka hidayet olmazlar. (Ebüssuûd)
سَبِیلًا , temyiz olarak mansubtur. Temyizler ıtnâb babındandır.
Ayette هُمۡ ’ların tekrarı onlara dikkat çekmek içindir. Bu tekrarda reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Allah Teâlâ onlardan, işitmeyi ve akletmeyi nefy edince, o halde daha nasıl onları dinden yüz çevirmek ile kınamış; daha nasıl onlara peygamber yollamıştır? Çünkü akıl, mükellef tutulmanın şartlarındandır.
Cevap: Bundan maksat "onlar akledemiyorlar" manası olmayıp, aksine bundan murad, "Onlar bu akıldan yararlanamıyorlar" şeklindedir. Bu, bir kimsenin, bir şeyi anlamayan bir başkasına, "Sen ancak kör ve sağırsın" demesine benzer. (Fahreddin er-Râzî)
اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِناًۚ ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | تَرَ | görmedin mi? |
|
3 | إِلَىٰ |
|
|
4 | رَبِّكَ | Rabbini |
|
5 | كَيْفَ | nasıl? |
|
6 | مَدَّ | uzattı |
|
7 | الظِّلَّ | gölgeyi |
|
8 | وَلَوْ | ve şayet |
|
9 | شَاءَ | dileseydi |
|
10 | لَجَعَلَهُ | onu yapardı |
|
11 | سَاكِنًا | durgun |
|
12 | ثُمَّ | sonra |
|
13 | جَعَلْنَا | kıldık |
|
14 | الشَّمْسَ | güneşi |
|
15 | عَلَيْهِ | ona |
|
16 | دَلِيلًا | bir delil |
|
Delle دلّ : دِلالَةٌ kendisiyle bir şeyin bilgisine ulaşılmada vasıta edinilen şeydir. Lafızların manaya delaleti, işaret, remiz ve hesap konusundaki sayıların delaletleri gibi.. دالٌّ delil getiren kişidir. Mübalağa sigası olarak دَلِيلٌ şeklinde kullanılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de bir kez isim ve yedi kez sülasi fiil formunda olmak üzere toplam 8 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri delil, delalet, istidlâl ve tellaldır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ
Hemze istifhâm harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَرَ illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir.
اِلٰى رَبِّكَ car mecruru تَرَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَيْفَ istifham ismi, amili مَدَّ ‘nin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَدَّ الظِّلَّۚ cümlesi رَبِّكَ ‘den bedel-i iştimâl olarak mahallen mecrurdur.
BEDEL: Matbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından matbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i küll, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl.
Bedel-i iştimâl: Mübdelün minh’e tam olarak uymayan, onun bir parçası da olmayan ancak, başka yönden ilgisi bulunan; daha çok mübdelün minh’in özelliğini ve durumunu bildiren bedeldir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَدَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الظِّلَّۚ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِناًۚ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) İtiraziyye cümlesidir.
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. شَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
لَ harfi لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır. جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. سَاكِناًۚ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.
Bu ayette “bir halden başka bir hale geçmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَاكِناًۚ sülâsi mücerredi سكن olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَعَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
الشَّمْسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. عَلَيْهِ car mecruru دَل۪يلاًۙ ‘e mütealliktir.
دَل۪يلاً kelimesi sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfat-ı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder.
Sıfat-ı müşebbehenin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.
2. Haber olmalıdır.
3. Sıfat olmalıdır.
4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.
6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.
Bu amel şartlarından birini taşıyan sıfat-ı müşebbehe sadece fail alır. İsm-i fail mef’ûlüne muzâf olur. Sıfat-ı müşebbehe ise failine muzâf olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümleye dahil olan لَمْ , muzari fiili olumsuz maziye çevirmiştir.
Hemze, takriri manada soru harfidir. (Âşûr)
İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle, taaccüp ve kınama manasına gelmesi sebebiyle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca ayette tecâhül-i ârif sanatı mevcuttur.
تَرَ fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir.
اَلَمْ تَرَ اِلٰى Ru'yet (görme)in, "ilâ" harfi ile bağlanınca nazar (bakış) manasına gelmesi veya bakışı içine alması gerekir: "Bakmaz mısın Rabbine" veya "görmedin mi, baksana Rabbine" demek olur.
Bakıp görmekten maksat, eserleri görmeye dayanan, kalbî görüş ve biliştir. Ayet-i kerimenin tertibi şuna işaret eder ki; önce Allah'ın hitabına muhatap olan peygamberler gibi, has kulların sadece gönülleri ile bağlantılı olarak içlerinde yüce Rabb'a bir bakış vardır. Sonra bu bakışın dışında bir gelişme ile fiilden faile geçerek ona ulaşması istenilmektedir. (Elmalılı)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Peygamberimize ait zamirin رَبِّ lafzına izafeti, ona tazim, teşrif ve destek anlamlarına gelmektedir.
İstînâfiyye olarak fasılla gelen كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ cümlesi رَبِّكَ ’den bedeldir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisaldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَيْفَ istifham ismi, مَدَّ fiilinin mef’ûlünden hal olarak nasb mahallindedir.
Buradaki "görüp, bakmanın" gözle görmek ile alakalı olması da ilimden kaynaklanan bir görme olması da mümkündür. (Kurtubî) Kinaye sanatı vardır.
Ayet-i kerîmedeki مَدَّ الظِّلَّۚ ifadesi ألْحَرَكَةُ kelimesinin yerine, ألسَّاكنًا kelimesinin karşıtı olarak zikredilmiştir. Allah Teâlâ bir kevni ayeti anlatırken gölgenin uzayıp kısalması ile tayin edilen namaz vakitlerine de işaret buyurmuştur ki bir sonraki ayet bunu göstermektedir. ثُمَّ قَبَضْنَاهُ اِلَيْنَا قَبْضاً يَس۪يراً [Sonra onu yavaş yavaş kendimize çekmişizdir.]
Allah Teâlâ’nın, bir kevni ayeti anlatırken gölgenin uzayıp kısalması ile tayin edilen namaz vakitlerine de işaret buyurması mana içine mana sokmak olarak tanımlanan idmâc sanatıdır. (Hasan Uçar, Doktora Tezi, Kur’an’da Anlamsal Bedî’ Sanatları)
المَدُّ : Üst üste binmiş ve büzülmüş olan bir şeyi genişletmek, uzatmak anlamındadır. Mesela “İpi uzattı” ve “Elini uzattı” denilir. Bununla birlikte bu fiil, bir şeyin artışı anlamında da kullanılıyor olup bu mecazi mana ile istiare yapılması çok yaygındır. İşte burada da aynı şekilde gölgenin uzunluğunun çoğalması anlamında kullanılmıştır. (Âşûr)
اَلظِّلُّ ; gölge; katıksız ışık ile katıksız karanlık arasında, orta bir haldir. Fecrin zuhurundan güneşin doğmasına kadarki zamanda olur. Evlerin içinde ve duvarlarla örülü avlularda meydana gelen haller de böyledir. Bu durum en hoş bir durumdur; çünkü insan tabiatı katıksız karanlıktan hoşlanmaz, ondan nefret eder. Katıksız ışığa gelince, bu güneşten çıkıp gelen bir niteliktir. O da yoğunluğundan dolayı gözü kamaştırır. Güçlü bir buharlaşma (terleme)ye sebebiyet verir. Bu sebeple de sıkıntı ve eziyet vericidir. O halde, en hoş hal, gölgedir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak cenneti onunla nitelemiş ve وَ ظِلٍّ مَمْدُودٍ [yayılmış gölgeler] diye tavsif etmiştir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenab-ı Hak, gölgenin büyük nimetlerden ve muazzam menfaatlerden olduğunu açıklamıştır. Sonra bir de gölgeli zamanda renkli şeye bakan kimse, sanki cisimden ve renkten başka bir şey göremez. Diyoruz ki gölge, üçüncü bir şey değildir. O ancak, güneş doğup da ışığı cisim üzerine vurduğunda, o gölge zail olduğu zaman anlaşılır ve bilinir.
Binâenaleyh eğer güneş olmasaydı ve onun ışıkları maddeler üzerine düşmeseydi, gölgenin bir varlığı ve mahiyeti olduğu bilinemeyecekti. Çünkü eşya (varlıklar) ancak kendi zıtlarıyla bilinirler. Eğer güneş olmasaydı, gölge bilinemeyecekti. Karanlık olmasaydı, ışık bilinmezdi. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, güneşi yeryüzü üzerine doğdurup da gölge zail olduğu zaman, işte o vakit akıllar, gölgenin, cisim ve renk üzerine ilâve bir keyfiyet olduğunu anlamış olur. İşte bundan dolayı Allah: "Sonra güneşi ona bir delil yaptık" buyurmuştur. Yani, "Biz gölgeyi, önce içinde bulunan faydalar ve lezzetlerle yarattık. Sonra biz akılları, güneşi doğdurmak suretiyle, onun varlığının bilgisine ulaştırdık. Böylece de güneş o nimetin varlığına bir delil ve bir işaret olmuş oldu. Daha sonra da o gölgeyi biz, çektik. Yani, o gölgeyi birdenbire değil, yavaş yavaş aldık" demektir. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِناًۚ ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ
Cümle, itiraziyyedir. Şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi شَٓاءَ faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabı olan ve لَ karinesiyle gelen لَجَعَلَهُ سَاكِناً cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidâî kelamdır. Haberin şart üslubunda verilmesi daha beliğ ve etkilidir.
Nahivciler لَوْ edatını, şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır, diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazfedilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
"İsteseydi, onu elbette ki sakin de kılar, bırakırdı."
Bu kelam, daha baştan gölgenin uzatılmasında adi sebeplerin tesiri olmadığına, onda asıl müessirin ilahî irade ve kudret olduğuna dikkat çekmek içindir.
Yani Allah (cc) gölgenin uzun halinde kalmasını isteseydi, elbette ki onu olduğu gibi bırakırdı. (Ebüssuûd)
Bu cümle birbirine atıfla bağlanan cümleler arasında bir mu'teriza (ara cümlesi)dir ki cisimlerin doğal halinin atalet yani hareket ve durgunluğunun kendiliğinden olmayıp ne verilirse onu kabul ettiğine ve gerçek etkileyicinin, basit etkiler değil, yalnız ve yalnız yüce Allah'ın dilemesi ve istemesi olduğuna özellikle dikkat çekme ve uyarmadır. (Elmalılı)
ثُمَّ atıf harfiyle öncesine atfedilen ayetin son cümlesi ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلاًۙ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
رَبِّكَ - جَعَلۡنَا kelimeleri arasında gâipten mütekellime geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.
Burada üçüncü şahıstan birinci şahsa (gaibten mütekellime) iltifat yapılmış ve yücelik için çoğul kipi kullanılmıştır ki bakmakta olan muhataba görmek istediğini gösteren bu iltifat, tam yerinde ve pek önemli olmuştur. Öyle ki bu yüceliğin karşısında tutunabilecek hiçbir şey kalmayacak ve onun için hepsi ele alınmış olacaktır. (Elmalılı)
جَعَلَهُ - جَعَلۡنَا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Lafzın zahirine göre bu hitap her ne kadar Hz. Peygambere (sa) müteveccih ise de hitap mana bakımından umumidir. Zira ayetin gayesi, Allah'ın gölge vasıtasıyla olan nimetlerini beyan etmektir. Bütün mükellefler ise bu nimetlere dikkatlerini yöneltip, onlarla Yaratıcının varlığına istidlâlde bulunmalarının gerekliliği hususunda müşterektirler, aralarında bir fark yoktur. (Fahreddin er-Râzî)
Yani biz, güneşi ona alamet kıldık; güneşin değişen halleri, onun hallerine delil kılınmıştır. Ancak aralarında sebebiyet ve tesir asla yoktur. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ ثُمَّ جَعَلْنا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَلِيلًا buyurmuştur. Çünkü Kuran’ın nüzulundan önceki insanların dalalet içerisindeki halleri, gölgenin karanlığının büyümesine benzer. Gölgelenip karanlıkta kalan şey güneşin doğuşu ile görünür hale gelir ve bu durum o gölge zeval bulup tamamen kaybolana kadar devam eder. (Âşûr)
دَلِيلًا kelimesinin عَلَي harfi ile müteaddi olması, burada güneşin gölgeye olan delaletinin, gizli olabilecek bir şeyin göstergesi olduğunu belirtir. (Âşûr)
ثُمَّ قَبَضْنَاهُ اِلَيْنَا قَبْضاً يَس۪يراً
ثُمَّ قَبَضْنَاهُ اِلَيْنَا قَبْضاً يَس۪يراً
Ayet ثُمَّ atıf harfi ile önceki ثُمَّ ‘ye matuftur. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَبَضْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِلَيْنَا car mecruru قَبَضْنَ ‘ya matuftur. قَبْضاً mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَس۪يراً kelimesi قَبْضاً ‘nın sıfatı olup mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ قَبَضْنَاهُ اِلَيْنَا قَبْضاً يَس۪يراً
Terahi ifade eden ثُمَّ atıf harfiyle öncesine atfedilen cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
قَبْضاً kelimesi قَبَضْنَاهُ fiilinin mef’ûlun mutlakı olarak mansubdur. Mef’ûlu mutlak tekid ifade eder.
Gölgenin bu hali, bast olunmuş (yayılmış) bir şeyi dikmek anlamında olan قَبْضاً ile ifade edilmiş, çünkü onun ihdası da uzunluğuna yaymak anlamında olan med olarak ifade edilmiştir. (Ebüssuûd)
يَس۪يراً kelimesi قَبْضاً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
يَس۪يراً ile önceki ayetteki دَل۪يلاً arasında muvazene ve fasıla vardır.
قَبْضاً - قَبَضْنَاهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şayet “bu iki yerdeki ثُمَّ ifadelerinin konumu nedir?” dersen şöyle derim: ثُمَّ buradaki üç halden her birinin yekdiğerinden; sanki ikincinin birinciden, üçüncünün de diğer ikisinden daha önemli olduğunu, iki konumun arasındaki uzaklık, bir zaman içindeki olaylar arasındaki uzaklığa benzetmek suretiyle beyan etmektedir. Bir diğer bakış açısına göre Allah Teâlâ, semayı kurulmuş bir çadır ve dünyayı da onun altında deve kuşu misali yuvarlak bir şekilde yarattığı için gölgeyi uzatmış; bunun üzerine de gök kubbe gölgesini dünyanın üzerine, ışık olmadığı için örtüsünde herhangi bir yırtık olmayan bir saç halinde salmıştır. (Keşşâf)
Buradaki sonralık, zaman itibariyle olan sonralıktır. Zira kabz etmek ile uzatmanın, yaratılmışların maslahatlarına bağlı olarak gerçekleştiğini beyân etmek, ilâhi hikmete daha fazla delalet etmektedir. Ancak bu sonralık, mertebe itibarıyla olan sonralık da olabilir. Yani biz gölgeyi uzun olarak inşa ettikten sonra güneş ışınları, yerine vurduğunda onun asla tesiri olmaksızın sırf kudret ve irademizle onu izâle ettik ve sildik. (Ebüssuûd)
القَبْضُ burada noksanlık manasında istiaredir. إلَيْنا ile müteaddi olması ise Kur’anî sahnenin tahayyül edilebilmesi içindir. Burada gölge, istiare-i mekniyye yoluyla sahibinin katlayıp sıkıştırdığı, sonrasında ise açıp gerdiği bir ip veya elbiseye benzetilmiştir. إلَي harf-i ceri ile ismi mecruru ise zikrettiğimiz gibi tahayyül içindir. (Âşûr)
İşte bu temsile göre dünya hayatı, kimi zaman uzayan kimi zamansa kısalan bir gölgedir. Sadece bir gölge.. (Âşûr)
وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ لِبَاساً وَالنَّوْمَ سُبَاتاً وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُوراً
وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ لِبَاساً وَالنَّوْمَ سُبَاتاً وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُوراً
وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası جَعَلَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. لَكُمُ car mecruru جَعَلَ fiiline mütealliktir.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.
Bu ayette “ Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الَّيْلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. لِبَاساً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. النَّوْمَ سُبَاتاً atıf harfi وَ ‘la الَّيْلَ لِبَاساً ‘e matuftur.
جَعَلَ atıf harfi وَ ‘la önceki جَعَلَ ‘ye matuftur.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
النَّهَارَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. نُشُوراً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ لِبَاساً وَالنَّوْمَ سُبَاتاً وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُوراً
وَ , istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasrla tekid edilmiştir.
İki taraf da yani mübteda da haber de marife olduğu için cümle, kasr ifade eder. Kasr-ı ifraddır. (Âşûr) Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.
Müsned konumundaki has ism-i mevsûlün sılası olan جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ لِبَاساً وَالنَّوْمَ سُبَاتاً , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsin önemini vurgulamak ve gelen habere dikkat çekmek içindir.
Müsnedin, ismi mevsûlle marife olması kasr-ı hakîkî içindir. İlaveten ism-i mevsûlun tercih edilmesi; ism-i mevsûlden sonra gelecek sıla cümlesini merakla beklemeye sevk edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَكُمُ , ihtimam sebebiyle mef’ûle takdim edilmiştir.
Önceki ayetteki azamet zamirinden bu ayette gaib zamire iltifat edilmiştir.
الَّيْلَ لِبَاساً cümlesinde teşbîh edatı ve vech-i şebeh mahzuf olduğu için bu teşbih beliğdir. لِبَاساً lafzı, كَ الباسِ (örtü gibi) takdirindedir.
Beyzâvî, buradaki teşbîhi ve vech-i şebehi şu şekilde açıklar: Gecenin karanlığı, örtme yönünden elbiseye benzetilmiştir. Beliğ teşbihte îcâz-ı hazif söz konusu olduğu için الَّيْلَ لِبَاساً ifadesi الَّيْلَ كَ الباسِ في السترِ cümlesinden çok daha beliğdir. Çünkü teşbihin zikredilen unsurları azaldıkça kıymeti artar. Ayrıca benzetme yönünün mahzuf olması okuyucuyu gecenin ve elbisenin bünyelerinde barındırabilecekleri bütün ortak özellikleri araştırmaya sevk ederek zihin dünyasını harekete geçirir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
وَ ’la öncesine atfedilen وَجَعَلَ ٱلنَّهَارَ نُشُورࣰ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Ayette fiiller mazi sıygada gelerek hudûs, sebat, istikrar ve temekkün ifade etmiştir. Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
Mef’ûl olan لِبَاساً - سُبَاتاً - نُشُوراً kelimelerinin nekre gelişi tazim ifade eder.
Bu ayetteki cümleler arasında mukabele, الَّيْلَ - النَّهَارَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, الَّيْلَ - النَّوْمَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır. Kur’an, benzeri mukabele ayetleriyle doludur.
Tıbâk da mukabele de söze güzellik verir, elfâz ile mana arasındaki bağı kuvvetlendirir ve zihinleri berraklaştırır. Mananın en güzel ve etkin bir şekilde zihne yerleşmesini sağlar. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayette tertipli leff ve neşr sanatı vardır. Müteaddit şeyler tafsilen zikredilmiştir.
نُشُوراً ifadesinde istiare vardır. Gerçekte ألنُشور ölüm sonrasındaki hayattır. Ancak burada kelime; uykunun ölüme, uyanıklığın hayata benzetilmesi suretiyle canlı varlığın tasarrufu ve yayılması anlamında müstear isimdir. Bu, en etkili benzetmelerden, en güzel temsillerdendir. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
نُشُوراً kelimesi, ذا ألنُشوراً demektir yani dağılma zamanı ki insanlar onda geçimlerini temin için dağılırlar ya da uykudan uyanmaktır ki ölülerin dirilmesi gibidir. O zaman uyku ile uyanmanın ölüm ve dirilme için örnek olduğuna işaret olur. (Beyzâvî)
سُبَاتاً : Kesmek, durdurmak manasından alınmış olarak rahat ve ölüm manalarına gelir. Hastalığı dinip istirahat eden hastaya "mesbût" denildiği gibi, ölüye de hayatı kesildiği için "mesbût" denilir. Allah Teâlâ, rahatlık dinlenme sebebi olduğu için, uykuyu "rahatlık" diye ifade etmiştir. Ebu Müslim şöyle der: " سُبَات , rahatlık demektir. Örfe göre (daha önce) hep gündüzü de bir nüşûr (yayılıp çalışma zamanı) kıldı. Yani gecenin alınıp çekildiği gündüzü de yeniden bir hayata kalkış, bir öldükten sonra tekrar diriliş yaptı. (Elmalılı, Fahreddin er-Râzî)
Bu kelam, işaret ediyor ki uyku ile uyanıklık, ölüm ile dirilmenin örneğidir.
Lokman (as) şöyle demiştir: "Oğulcuğum! Nasıl ki uyuyorsun da sonra uyandırılıyorsun; öylece de ölürsün ve diriltilirsin." (Ebüssuûd)
"Sizin için geceyi örtü, uykuyu da bir dinlenme, gündüzü de yayılma zamanı yapan O'dur."
Gölgenin hallerinin beyanından hemen sonra yeryüzünün gölgesi sayılan gecenin hükümlerinin beyan edilmesi, üslubun son derece güzel bir inceliğidir. (Ebüssuûd)
النُّشُورُ: Ölülerin dirilmesidir. Dirilişi hatırlatmak manasında idmac vardır. (Âşûr)
وَهُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً طَهُوراًۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَهُوَ | ve O |
|
2 | الَّذِي | ki |
|
3 | أَرْسَلَ | gönderdi |
|
4 | الرِّيَاحَ | rüzgarları |
|
5 | بُشْرًا | müjdeci |
|
6 | بَيْنَ | arasında (önünde) |
|
7 | يَدَيْ | ellerinin (önünde) |
|
8 | رَحْمَتِهِ | rahmetinin |
|
9 | وَأَنْزَلْنَا | ve indirdik |
|
10 | مِنَ | -ten |
|
11 | السَّمَاءِ | gök- |
|
12 | مَاءً | bir su |
|
13 | طَهُورًا | tertemiz |
|
وَهُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki هُوَ ‘ye matuftur. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اَرْسَلَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اَرْسَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الرِّيَاحَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. بُشْراً kelimesi hal olup fetha ile mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَيْنَ mekân zarfı, بُشْراً ‘e mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. يَدَيْ muzâfun ileyh olup cer alameti يْ ‘dir. İzafetten dolayı tesniye نَ ‘u mahzuftur. رَحْمَتِه۪ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَرْسَلَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi رسل ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً طَهُوراًۙ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْزَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru اَنْزَلْنَا fiiline mütealliktir.
مَٓاءً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
طَهُوراً kelimesi, مَٓاءً ‘nin sıfatı olup lafzen mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْزَلْنَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَهُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً طَهُوراًۙ
Önceki ayete matuf olan bu ayetin ilk cümlesi mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümle kasrla tekid edilmiştir.
İki taraf da yani mübteda da haber de marife olduğu için cümle, kasır ifade eder. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsuf babındadır. Müsnedin tarifi ihtisas ifade eder. (Âşûr)
Ayrıca müsnedin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsin önemini vurgulamak ve gelen habere dikkat çekmek içindir. Has ism-i mevsûlün sılası … اَرْسَلَ الرِّيَاحَ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
Müsnedin, ismi mevsûlle marife olması, kasr-ı hakîkî içindir. İlaveten ism-i mevsûlun tercih edilmesi; ism-i mevsûlden sonra gelecek sıla cümlesini merakla beklemeye sevk edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
بُشْراً kelimesi haldir. Hal, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Ayetin metnindeki "بُشْراً/ Müjde" kelimesi, diğer bir kıraate göre, "نُشْرًَا" olarak okunmuştur ki buna göre bulutları yayan rüzgârlar, demek olur. (Ebüssuûd)
Kur’an-ı Kerim’de rüzgâr kelimesi hep rahmet bağlamında ise cemi, azap bağlamında ise müfred gelmiştir. (er-Ragıb el-Isfahânî, Müfredât, s. 370)
بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ [Rahmetinin önünde] terkibinde güzel bir istiare vardır. Yüce Allah burada يَدَيْ (iki el) kelimesini, bir şeyin önünde olan nesne için müstear olarak kullanmıştır. Nitekim sen şöyle dersin: بَيْنَ يَدَيْ ألمَوْضُعَ (konunun önünde) بَيْنَ يَدَيْ ألصورة (Surenin önünde) (Safvetü’t Tefasir)
Rahmetin Allah Teâlâ’ya ait zamire izafe edilmesi, tazim ve teşrif ifade eder.
رَحْمَتِه۪ۚ ibaresi yağmurdan kinayedir.
Ayetteki, بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ [Rahmetinin önünden] ifadesi "O'nun rahmeti demek olan yağmurdan önce..." demektir. Araplar, يَدَيْ (iki el) kelimesini, "önünde, önde bulunma" manalarında kullanırlar. (Fahreddin er-Râzî)
وَأَنزَلۡنَا مِنَ ٱلسَّمَاۤءِ مَاۤءࣰ طَهُورࣰا cümlesi, sıla cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
أَنزَلۡنَا azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Önceki cümledeki gaib zamirden bu cümlede azamet zamirine iltifat vardır.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
مَٓاءً ’deki tenvin kesret ve tazim ifade eder.
طَهُورࣰا , mef’ûl olan مَاۤءࣰ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
ٱلسَّمَاۤءِ - مَاۤءࣰ - الرِّيَاحَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَرْسَلَ الرِّيَاحَ (Rüzgarları gönderdi) cümlesinden sonra gelen وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ (gökten indirdik) cümlesinde, yüceltme ifade etmek için 3. şahıs kipinden 1. şahıs kipine dönüş sanatı vardır. (Safvetü’t Tefasir)
اَنْزَلْنَا (İndirmişizdir) fiilinde azamet kipinin (biz) kullanılması, yağmurun yağdırılmasına pek önem verildiğini göstermek içindir. Çünkü rüzgârların gönderilmesinin neticesi budur. Yani biz, azametimizle, tertip ettiğimiz rüzgârların gönderilmesiyle yukarıdan, tertemiz bir su indirmişizdir. Bazılarının, "yani kendisi temiz olan ve başkasını da temizleyen bir su" diye tefsir etmeleri de bu suyun tertemizliğini izah içindir. (Ebüssuûd)
Kurtubî şöyle der: طَهُوراًۙ (çok temiz) kipi, طهيرًَا (temiz) kipinin mübalağa sıygasıdır. Dolayısıyle bu suyun temiz ve temizleyici olması gerekir.
Allah Teâlâ’nın nimetlerinden biri olan kevni ayetlerden bahsedildiği bu ayette, bu mananın içine insanlara, Allah’ın nimetlerinin hatırlatılması gizlenerek idmâc yapılmıştır. (Hasan Uçar, Doktora Tezi, Kur’an’da Anlamsal Bedî’ Sanatları)
Arapça'da طهيرًَا kelimesi ya sıfat olarak kullanılır. Nitekim "tahur bir sudur" denilir. Yahut da cins isim olarak kullanılır. Nitekim peygamberimizin (sav): "Toprak, müminin tahûrudur / temizleyicisidir." (Ebu Dâvûd, Kitabu't-Tahâret, Bab: 137) hadisinde cins isim olarak kullanılmıştır. Tahûr kelimesi, taharet (abdest alma) manasında da kullanılmaktadır.
Nitekim peygamberimizin (sav): "Namaz, ancak tahûr ile olur" buyurmaktadır. (Ebüssuûd)
Ayette gökten indirilen suyun tahûr olarak vasıflandırılması, nimetin tam olduğunu ve ondan sonraki nimetin de tam olacağını zımnen bildirmektedir. (Ebüssuûd)
لِنُحْيِيَ بِه۪ بَلْدَةً مَيْتاً وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَٓا اَنْعَاماً وَاَنَاسِيَّ كَث۪يراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لِنُحْيِيَ | diriltelim diye |
|
2 | بِهِ | onunla |
|
3 | بَلْدَةً | bir ülkeyi |
|
4 | مَيْتًا | ölü |
|
5 | وَنُسْقِيَهُ | ve onunla sulayalım diye |
|
6 | مِمَّا |
|
|
7 | خَلَقْنَا | yarattığımız |
|
8 | أَنْعَامًا | hayvanlardan |
|
9 | وَأَنَاسِيَّ | ve insanlardan |
|
10 | كَثِيرًا | birçoğunu |
|
لِنُحْيِيَ بِه۪ بَلْدَةً مَيْتاً وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَٓا اَنْعَاماً وَاَنَاسِيَّ كَث۪يراً
لِ harfi ta’liliyyedir. نُحْيِيَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel لِ harf-i ceriyle اَنْزَلْنَا fiiline mütealliktir.
نُحْيِيَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘dur. بِه۪ car mecruru نُحْيِيَ fiiline mütealliktir.
بِ sebebiyyedir. بَلْدَةً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. مَيْتاً kelimesi بَلْدَةً ‘nin sıfatı olup mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُسْقِيَهُ atıf harfi وَ ‘la لِنُحْيِيَ ‘ye matuftur. و , matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُسْقِيَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘dur. Muttasıl zamir هُ ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle اَنْعَاماً veya اَنَاسِيَّ ‘nin mahzuf haline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقْنَٓا ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
خَلَقْنَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. اَنْعَاماً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَنَاسِيَّ atıf harfi وَ ‘la اَنْعَاماً ‘e matuftur. كَث۪يراً kelimesi اَنَاسِيَّ ‘nin sıfatı olup lafzen mansubdur.
اَنَاسِيَّ kelimesi müntehe’l cumû’ sıygasında olup gayri munsarif olduğu için tenvin almamıştır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir. Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُحْيِيَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حيي ‘dır.
نُسْقِيَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi سقي ‘dır.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
لِنُحْيِيَ بِه۪ بَلْدَةً مَيْتاً
Ayet, önceki ayetin devamıdır. Sebep bildiren cer harfi لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِنُحْيِيَ بِه۪ بَلْدَةً مَيْتاً cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde اَنْزَلْنَا fiiline mütealliktir. Fiilin muzari fiil sıygada gelmesi, cümleye hudûs ve teceddüt anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği olayı gözümüzün önünde canlandırmıştır.
Fiilin azamet zamirine isnadı tazim içindir.
بَلْدَةً ’deki tenvin muayyen olmayan cinse işaret eder.
Ayetteki بِ harf-i ceri, sebebiyyedir.
مَيْتاً , mef’ûl olan بَلْدَةً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Ayet-i kerimede geçen مَيْتاً kelimesinin müzekker ve müennesi aynıdır (veya) Allah (cc) mekân manasına itibarla bunu müzekker getirmiştir. Yine ayet-i kerimede geçen اَنَاسِيَّ kelimesi insanın çoğuludur. Aslı اَنَاسِيين ‘dır. ن harfi يَ 'ye ibdal edilmiş ya da o يَ 'ye idgâm edilmiştir. Veya إنْسِيِّنَ kelimesinin çoğuludur.
Fahreddin er-Râzî şöyle der: İnsanların hayatı, yurtlarının ve hayvanlarının hayatına bağlı olduğu için, اَنْعَاماً (hayvanlar) ve اَنَاسِيَّ (insanlar) kelimeleri nekre olarak getirilmiştir. İnsanların çoğu vadi ve nehirlere yakın şehirlerde toplanırlar. Dolayısıyla onlar yağmur sularını içmeye muhtaç olmazlar. İnsanların bir çoğu da çöllerde yaşarlar. Bunlar içmek için sadece yağmur yağdığında su bulabilirler. Bunun içindir ki Yüce Allah, اَنْعَاماً ve اَنَاسِيَّ كَث۪يراً (hayvanlar ve birçok insanları…) diye buyurdu. فعيل vezni ile çokluk kastedildiği için كَث۪يراً kelimesi, insanların sıfatı olmuştur.
إحياءُ الْبلد الميت ifadesinde istiare vardır. Burada الْبلد ’nin ölü olmakla nitelenmesi iki şekilde yorumlanmıştır: Ya belde kuraklığın ve yağmursuzluğun pençesinden kurtulamamasından, aşırı kuraklık çekmesinden dolayı ölüye benzetilmiştir veya oradaki bitki ve ağaçların, onları besleyen suyun kesilmesinden dolayı ölmüş olmasıyla ölümle nitelenmesi güzel olmuştur. Çünkü su onları besleyen anne, onları emziren süt anne gibidir. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
البَلْدَةُ : Arazi, toprak manasındadır. Canlılık ve ölüm vasıfları ile vasıflandırılmaları, sulak veya kurak olmalarından mecazdır. Çünkü sulak araziler, içlerinde çeşit çeşit nebatat bittiği için adeta canlıya benzerler. Kurak araziler ise içerisine ekilen veya içerisindeki bitkiler kuruyup öldüğü için ölüye benzetilmektedir. (Âşûr)
وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَٓا اَنْعَاماً وَاَنَاسِيَّ كَث۪يراً
Masdar-ı müevvele matuf bu cümle müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidai kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا , harf-i cerle birlikte نُسۡقِیَهُ fiiline mütealliktir. Sılası olan خَلَقۡنَاۤ أَنۡعَـٰمࣰا وَأَنَاسِیَّ كَثِیرࣰا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, S.107)
خَلَقۡنَاۤ ve نُسۡقِیَهُۥ fiilleri azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
مِمَّا ‘daki مِنْ harf-i ceri, teb’iz (yani bir kısım) manasındadır. مَا ism-i mevsûldür. Yani yarattıklarımızdan bazısı anlamındadır. (Âşûr)
أَنۡعَـٰمࣰا ve أَنَاسِیَّ kelimelerindeki tenvin kesret, nev ve tazim ifade eder.
كَث۪يراً kelimesi اَنَاسِيَّ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Suyun indirilme gayesinin bütün olasılıklarının ölü beldeleri canlandırmak, insanları ve hayvanları sulamak şeklinde zikredilmesi taksim sanatıdır.
اَنْعَاماً - اَنَاسِيَّ ve لِنُحْيِيَ - مَيْتاً gruplarındaki kelimeler arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Ayette Cenab-ı Hak önce بَلْدَةً مَيْتاً şeklinde toprağın, ardından اَنْعَاماً şeklinde hayvanların, sonra da اَنَاسِيَّ şeklinde insanların sulanmasını zikretmiştir. Sıralamanın bu şekilde olmasındaki hikmeti Beydâvî şöyle açıklar: “Hayvanlar insanların vazgeçemeyecekleri şeylerdir. En çok onlardan faydalanırlar, geçimleri de büyük oranda onlara bağlıdır. Bu yüzden onları sulamak insanlara içirmekten önce zikredilmiştir. Nitekim toprağın sulanması da hayvanlardan önce söylenmiştir, çünkü o da hayvanların hayat ve yaşamlarının sebebidir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
Davar ve mal (en'am) denilen hayvanlar, insanların temel malları olduğundan ve insanların menfaatlerinin çoğu ve geçimleri bunlara bağlı olduğundan, onların sulanması, insanların sulanmasından önce zikredilmiştir. Nasıl ki aynı sebepten dolayı toprağın ihyası da hayvanlardan önce zikredilmiştir. Zira toprağın ihyası, o hayvanların hayatının ve geçiminin sebebidir. (Ebüssuûd)
Ayetteki اَنْعَاماً - اَنَاسِيَّ kelimelerini nekre getirip, onları "çok" diye tavsif etmenin hikmeti nedir?
Cevap: Bu, "İnsanların birçoğu vadi ve nehir kıyılarında, suların fayda sağladığı kıyılara yakın şehirde yerleşmişlerdir. Binaenaleyh bu insanlar yağmur sayesinde sulanmaya fazla muhtaç değillerdir, onlardan pek çoğu ise çöllerde ve vahalarda yerleşmişlerdir. Binaenaleyh onlar, içecek suyu ancak yağan yağmurdan elde edebilmektedirler. İşte Hak Teâlâ'nın "Onunla ölü bir toprağa can verelim diye" cümlesi ile kastedilen budur. Allah Teâlâ bununla, suyun kolayca elde edildiği yerlerden uzak olan kimselerin bazı beldelerini kastetmiştir. Ayetteki "çok" kelimesinin نُسْقِيَهُ (sulayalım) kelimesiyle ilgili olması da muhtemeldir. Çünkü canlılar suya zaman zaman ihtiyaç hissederler. Bitkiler ise böyle değildir. Onlara belli bir miktar su yeter. Hatta o yeterli sudan fazlasını almaları, onlara zarar verir. Canlılar ise yaşadıkları müddetçe zaman zaman suya ihtiyaç hissederler. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ بَيْنَهُمْ لِيَذَّكَّرُواۘ فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُوراً
وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ بَيْنَهُمْ لِيَذَّكَّرُواۘ
وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
صَرَّفْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
بَيْنَ mekân zarfı, صَرَّفْنَا fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَ lam-ı ta’lildir. Muzariyi gizli أن ’le nasb ederek masdara çevirmiştir. أن ve masdar-ı müevvel لَ harf-i ceriyle صَرَّفْنَا fiiline mütealliktir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَذَّكَّرُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
صَرَّفْنَا fiili,sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi صرف ’dır.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
يَذَّكَّرُوا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi ذكر ’dir. Aslı يَتَذَكَّرُونَ şeklindedir. تَ harflerinden biri hazf edilmiştir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar.
فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُوراً
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَبٰٓى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. اَكْثَرُ fail olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِلَّا hasr edatıdır. كُفُوراً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ بَيْنَهُمْ لِيَذَّكَّرُواۘ
وَ , istînâfiyyedir. لَ mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir.
Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır. قَدْ ve mahzuf kasem ile tekid edilmiş cevap cümlesi olan وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ بَيْنَهُمْ لِيَذَّكَّرُواۘ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
صَرَّفْنَاهُ azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
Sebep bildiren cer harfi لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَذَّكَّرُوا cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde صَرَّفْنَاهُ fiiline mütealliktir.
Ayet-i kerimede geçen يَذَّكَّرُواۘ fiilinin aslı يَتَذَكَّرُو idi. د harfi ذ ‘e idgam edilmiştir. Başka bir kıraatte ذ ’in sükunu ve ك ’in dammesi ile لِيَذْكُرُ şeklinde okunmuştur. Yani Allah'ın bu nimetini hatırlamaları için demektir.
يَذَّكَّرُواۘ fiili, tefe’ul babındadır. Tefe'ul babında tekellüf ve mübalağa vardır. Bu babın fiile kattığı anlamların bazıları mutavaat, tekellüf, ittihaz, talep, tecennüp (sakınma)dır.
يَذَّكَّرُواۘ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ [Celalim hakkı için bunu çeşit çeşit suretlerde anlattık] ifadesindeki هُ zamiri ekseri alimlere göre daha önce bahsedilen yağmura racidir. (Fahreddin er-Râzî)
TASRİF: Bir şeyi değiştirerek türlü şekillere koymaktır ki evirip çevirmek de odur. Buradaki zamirin neye işaret ve tasrif olunanın ne olduğu konusunda birkaç değişik şey söylenmiştir. Bazısı, yağmur, rüzgâr, bulut ve diğer adı geçen şeylerdir demişler; bazıları da bu söze yani rüzgâr gönderip yağmur indirmek sözüne Kur'an'da tekrar tekrar andık, manasını vermiş ise de açık manası, tefsircilerin çoğunun söylediği gibi "su" ile ilgili olmasıdır. Suyun insanlar arasında evrilip çevrilmesi ise üzerinde uygulanan fiilde ve sözdeki kullanımlardır. (Elmalılı)
فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُوراً
Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُوراً cümlesi, kasemin cevabına فَ ile atfedilmiştir.
Ayeti kerimede müferrağ istisna vardır.
Müstesna olan كُفُوراً ’in nekre gelişi kesret içindir. Bütün cinsleri kapsayan masdar vezninde gelmesi, mübalağa ifade etmiştir.
Ayetteki, “Fakat insanların çoğu, nankörlükten başka bir karşılık vermemekte diretirler” ifadesi ile, "Onlar Cenab-ı Hakk'ın bu nimetleri üzerinde tefekkür etmedikleri, bunlarla, yaratıcının varlığına, kudretine, ihsanına istidlalde bulunmadıkları ve nankörlük ettikleri o nimetleri bile bile inkâra kalkıştılar" manası kastedilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذ۪يراًۘ
وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذ۪يراًۘ
وَ atıf harfidir. لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.
شِئْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
لَ harfi لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır.
بَعَثْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
ف۪ي كُلِّ car mecruru بَعَثْنَا fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. قَرْيَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
نَذ۪يراً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذ۪يراًۘ
وَ ’la kasemin cevabına atfedilen bu ayet, şart üslubunda haberî isnad veya itiraziyyedir. (Âşûr)
Şart cümlesi olan شِئْنَا , müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabı لَ karinesiyle gelen لَبَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذ۪يراً cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ ibaresindeki فٖي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. فٖي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla قَرْيَةٍ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada فٖي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü قَرْيَةٍ , hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak durumu, etkili bir şekilde ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
Mef’ûl olan نَذ۪يراًۘ ’deki tenvin muayyen olmayan cins ve tazim, قَرْيَةٍ ’deki tenvin ise kesret ifade eder.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nahivciler لَوْ edatını, şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)
Ayetteki لَوْ (eğer) edatı, Hak Teâlâ'nın her beldeye bir نَذ۪يراًۘ (uyarıcı peygamber) göndermeyi murad etmediğine delalet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, bunu dilemediğini ama buna kādir olduğunu haber vermiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Dilemiş olsaydık, halkını uyarmak için her kasabaya bir uyarıcı peygamber gönderir, senin peygamberlik yükünü hafifletirdik. Fakat biz bunu dilemedik de yapmadık; ancak son peygamberliği münhasıran sana verdik. Nitekim bir ayette de şöyle denilmektedir: "Bütün alemlere uyarıcı olması için..." Bu, şanını yüceltmek, seni tazim etmek ve diğer peygamberlerden üstün kılmak içindir. (Ebüssuûd)
قَرْيَةٍ ’deki tenvin, kesret içindir.فَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَاداً كَب۪يراً
فَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَاداً كَب۪يراً
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن أرسلناك إلى الناس كافّة فلا تطع .. (Seni tüm insanlara gönderseydik itaat etmezdin.) şeklindedir.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تُطِعِ fiili, illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. İltika-i sakineyn sebebiyle son harf kesralanmıştır. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
الْكَافِر۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
جَاهِدْهُمْ atıf harfi وَ ‘la تُطِعِ ‘a matuftur. و , matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَاهِدْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
بِه۪ car mecruru جَاهِدْ ‘e mütealliktir.
جِهَاداً mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَب۪يراً kelimesi جِهَاداً ‘nin sıfatı olup lafzen mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَاهِدْهُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جهد ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تُطِعِ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi طوع ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi, sülâsi mücerredi كفر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَاداً كَب۪يراً
فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olan rabıta harfidir. Takdiri إن أرسلناك إلى الناس كافّة (Seni tüm insanlara gönderseydik.) olan şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ, muhatap Hz. Peygamber’dir.
Cevap cümlesi olan فَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ , nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mukadder şart ve mezkûr cevabından müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
فَلا تُطِعِ الكافِرِينَ cümlesi ولَوْ شِئْنا لَبَعَثْنا في كُلِّ قَرْيَةٍ نَذِيرًا cümlesine tefri’dir. (Âşûr)
النَّهْيُ , sakındırma ve uyarma için kullanılır. Burada nehiy siyakında gelen تُطِعْ (itaat etme) fiili, en ufak bir itaat dahil olmak üzere umumi olarak itaate dair her şeyden muhatabı sakındırmaktadır. (Âşûr)
وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَاداً كَب۪يراً cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline matuf olup emir fiil sıygasında talebî inşâ cümlesidir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında inşâî olmak bakımından da mutabakat vardır.
Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları:
- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.
- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh usulü, s. 558-559)
جِهَاداً kelimesi جَاهِدْهُمْ fiilinin mef’ûlu mutlakı olarak mansubdur. Mef’ûlu mutlak tekid ifade eder.
كَب۪يراً kelimesi جِهَاداً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
جَاهِدْهُمْ - جِهَاداً kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
جَاهِدْهُمْ fiili, mufâale babındadır. Bu bab fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur.
Cihat fiilinin müfaale kalıbıyla gelmesi, onların mücadelesi ile (efendimizin) kendi mücadelesinin karşılıklı bir mücahede olduğunu ve bu sebeple gevşemeyip zayıf düşmemesi gerektiği ifade içindir. İşte bu sebeple her alandaki mücahedeyi bir araya toplayan manasında جِهَاداً كَب۪يراً olarak vasıflandırılmıştır. (Âşûr)
بِه۪ (Bununla) ifadesindeki zamir, Kur’an’a veya ‘İtaat etme!’ ifadesinin delalet ettiği itaat etmemeye racidir. Zamirin ‘Dileseydik her şehre bir uyarıcı gönderirdik’ ifadesinin delalet ettiği bütün şehirlere uyarıcı olmaya raci olması da mümkündür; çünkü eğer her şehre bir uyarıcı gönderseydi o uyarıcılardan her birinin kendi şehrinin halkıyla mücahede etmesi gerekecekti. (Keşşâf)
‘İtaat etme ve onlara karşı onunla büyük bir cihad yap’ ifadesini, İbn Abbâs Kur'an ile, İbn Zeyd de İslam ile diye açıklamışlardır. ‘Kılıç ile cihat et’ anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Zira sure Mekkî bir suredir ve savaş emrinden önce nazil olmuştur. Büyük bir cihattan kasıt, aralıksız ve durgunluk devresi olmayan bir şekilde cihat etmektir. (Kurtubî)وَهُوَ الَّذ۪ي مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ هٰذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ وَهٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ وَجَعَلَ بَيْنَهُمَا بَرْزَخاً وَحِجْراً مَحْجُوراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَهُوَ | ve O |
|
2 | الَّذِي |
|
|
3 | مَرَجَ | birbirine salmıştır |
|
4 | الْبَحْرَيْنِ | iki denizi |
|
5 | هَٰذَا | bu |
|
6 | عَذْبٌ | tatlı |
|
7 | فُرَاتٌ | susuzluğu giderici |
|
8 | وَهَٰذَا | ve bu |
|
9 | مِلْحٌ | tuzlu |
|
10 | أُجَاجٌ | ve acıdır |
|
11 | وَجَعَلَ | ve koymuştur |
|
12 | بَيْنَهُمَا | ikisinin arasına |
|
13 | بَرْزَخًا | bir engel |
|
14 | وَحِجْرًا | ve bir perde |
|
15 | مَحْجُورًا | kavuşmalarına engel |
|
Merace مرج : مَرْجٌ kelimesi temelde bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak demektir. مَرِيجٌ sözcüğü karışık/düzensiz anlamında kullanılır. Kuran-ı Kerim'deki مَرْجانٌ kelimesi ise küçük incilerdir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 6 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri Meriç (nehri) ve mercandır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Ferate فرت : فُراتٌ tatlı su anlamındadır. Tekil ve çoğul için aynı form kullanılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de sadece isim formunda 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli Fırat (nehri)dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَهُوَ الَّذ۪ي مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ هٰذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ وَهٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müennes has ism-i mevsûl الَّت۪ي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası مَرَجَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
مَرَجَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
الْبَحْرَيْنِ mef’ûlun bih olup müsenna olduğu için nasb alameti يْ ‘dir. İşaret ismi هٰذَا mübteda olarak mahallen merfûdur. عَذْبٌ mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. فُرَاتٌ kelimesi عَذْبٌ ‘ün ikinci haberi olup lafzen merfûdur.
هٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. عَذْبٌ - فُرَاتٌ - مِلْحٌ - اُجَاجٌۚ kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfat-ı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder.
Sıfat-ı müşebbehenin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır. 2. Haber olmalıdır. 3. Sıfat olmalıdır.
4. Hal olmalıdır. 5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.
6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.
Bu amel şartlarından birini taşıyan sıfat-ı müşebbehe sadece fail alır. İsm-i fail mef’ûlüne muzâf olur. Sıfat-ı müşebbehe ise failine muzâf olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَجَعَلَ بَيْنَهُمَا بَرْزَخاً وَحِجْراً مَحْجُوراً
جَعَلَ atıf harfi وَ ‘la sıla cümlesine matuftur. جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. بَيْنَ mekân zarfı, mahzuf ikinci mef’ûlün bihe mütealliktir.
Muttasıl zamir هُمَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَرْزَخاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. حِجْراً atıf harfi وَ ‘la بَرْزَخاً ‘a matuftur. مَحْجُوراً kelimesi, حِجْراً ‘nin sıfatı olup mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَحْجُوراً kelimesi, sülâsi mücerredi حجر olan fiilin ism-i mefûlüdür.
وَهُوَ الَّذ۪ي مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ
وَ , istinâfiyedir. Ayetin mübteda ve haberden oluşan ilk cümlesi sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
47 ve 48. ayetlerde olduğu gibi burada da kasr manası vardır. (Âşûr)
Bu ayet delil, temsil, tasdik ve vaat hepsini bir araya getirmiştir. (Âşûr)
Ayrıca müsnedin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsin önemini vurgulamak ve gelen habere dikkat çekmek içindir.
Has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ‘nin sılası مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ ifadesinde istiare vardır. Bununla kastedilen, - Allahu a’lem- O’nun, tıpkı atların otladıkları ve koşup oynadıkları yerler olan çayırlara salınması gibi, iki denizi gittiği yerlerde serbest bırakması, aktığı yerlerde salıvermesidir. ألْمُرُوج atların otladığı çayırlık yerlerdir. Öyle görünüyor ki bu ifadenin hayret edilecek yanı Yüce Allah’ın, iki denizin aktığı ve toplandığı yerde suların birbiriyle kesişip kavuşması ve karışması hususunda onları salmış ve serbest bırakmış olmasına rağmen tuzlunun tatlıyla, tatlının da tuzluyla karışmıyor olmasıdır. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
هٰذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ وَهٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ
Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismi هٰذَا ile marife olması, işaret edilene dikkat çekmek içindir.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Aynı üslupta gelerek makabline atfedilen وَهٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ cümlesinin atıf sebebi tezattır.
İki denizin acı ve tatlı olması ifadelerinde mecazî isnad vardır. Acı veya tatlı olan deniz değil, denizin suyudur. Hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فُرَاتٌ - اُجَاجٌۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı ve muvazene sanatı vardır.
عَذۡبࣱ - فُرَاتࣱ - مِلْحٌ - اُجَاجٌۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
هَـٰذَا عَذۡبࣱ فُرَاتࣱ cümlesi ile وَهٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
عَذْبٌ , iki zıt anlama sahip kelimelerdendir. Hem tatlı hem acı anlamları vardır.
Zemahşerî bu ayetin, belâgatın en güçlü tanıklarından ve en güzel istiare örneklerinden biri olduğunu vurgulayarak iki denizin bir taraftan birbirlerini arzulayan, öte taraftan birbirlerinden kaçınan iki arkadaş gibi şekillendiği algısıyla kelamın ete kemiğe büründüğü bir anlayış sergiler. (Zemahşerî, Keşşâf, III, 279. )
هٰذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ [Birinin suyu son derece tatlı ve susuzluğu giderici] هٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ [diğerininki son derece tuzlu ve acı] cümleleri arasında güzel bir mukabele vardır. (Safvetü’t Tefasir)
وَجَعَلَ بَيْنَهُمَا بَرْزَخاً وَحِجْراً مَحْجُوراً
الَّذ۪ي ‘nin sılasına matuf olan cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümlede icaz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. بَیۡنَهُمَا car mecruru, جَعَلَ fiilinin mahzuf ikinci mef’ûlüne mütealliktir.
Allah Teâlâ’nın, iki denizin acı tatlı sularının karışmadığını bize bildirdiği bu ifadelerde, her şeye gücü yeten yaratıcının, güç ve kudretinin ne denli azim olduğu anlamı idmâc edilmiştir.
مَحْجُوراً kelimesi, حِجْراً için sıfattır. Sıfat, mevsûfun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
حِجْراً - مَحْجُوراً kelimeleri arasında iştikak cinası, bu kelimelerde ve هٰذَا ’nın tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İki deniz içerdikleri su bakımından bir hükümde ortaktır ama suların özellikleri açısından farklıdır. Başka bir açıdan düşünüldüğünde bu ayette iki denizin icmâlen zikredilip sonra da farklılıklarının zikredilmesinde leff ve neşr sanatı olduğu söylenebilir.
Ayette cem’ ma’at-tefrik sanatı vardır. جَعَلَ الْبَحرَيْنِ ifadesinde cem’ vardır, arkadan bu iki denizin farklılıkları zikredilerek tefrik yapılmıştır. Terim olarak tefrîk, “Aynı türden olan veya bir türde birleşen övgü ve yergi gibi iki şey arasında zıtlık meydana getirmektir. (Fahreddin er-Râzî, Nihayetü’l-Îcâz, s. 178.)
Bu ayet-i kerimede bir temsil vardır. Mekke’deki İslam davetinin hali de böyledir. Müminlerle müşrikler iki deniz gibi karışıktır. Bunlardan biri tatlı su gibi olan müminler, diğeri acı su gibi olan müşriklerdir. Allah Teâlâ tatlı ve tuzlu suyu olan denizler arasına koyduğu gibi müminlerle müşrikler arasına da bir berzah koymuştur. Böylece tatlı suyun tuzla acıyla kirlenmesi engellenir bunun gibi müşriklerle müminler arasında da bir engel vardır ki müşrikler Müslümanlar arasında küfrün yayılmasına sebep olmaz. (Âşûr)
Ve bunda, Allah'ın bu dinin şirkle bulanmaya karşı destekçi olduğuna dair kinaye yoluyla bir tariz vardır. (Âşûr)
Ayetteki tatlı deniz ile bu büyük nehirler, tuzlu deniz ile de (bunların aktığı) büyük denizler kastedilmiştir. İşte Cenab-ı Hak, bu ikisinin suyunun arasında bir berzah (perde) yaratmıştır yani araya bir kara parçası sokmuştur. Bununla tevhide nasıl delil getirileceği açıktır. Çünkü tatlılık ve tuzluluk eğer toprağın veya suyun kendinden kaynaklanan bir özellik olsaydı (bütün toprak ve suların) aynı özellikte olması gerekirdi. Böyle olmadığına göre, her maddeye ayrı bir sıfat ve özellik veren bir kādir ve hakimin mutlaka bulunması gerekir. (Fahreddin er-Râzî)
وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ مِنَ الْمَٓاءِ بَشَراً فَجَعَلَهُ نَسَباً وَصِهْراًۜ وَكَانَ رَبُّكَ قَد۪يراً
وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ مِنَ الْمَٓاءِ بَشَراً فَجَعَلَهُ نَسَباً وَصِهْراًۜ
Ayet atıf harfi وَ ‘la makablindeki هُوَ ‘ye matuftur. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مِنَ الْمَٓاءِ car mecruru خَلَقَ fiiline mütealliktir.
بَشَراً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Ayet atıf harfi فَ ile خَلَقَ ‘ya matuftur.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. نَسَباً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. صِهْراً atıf harfi وَ ‘la نَسَباً ‘e matuftur.
وَكَانَ رَبُّكَ قَد۪يراً
Ayet atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. İsim cümlesidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
رَبُّكَ kelimesi كَانَ ‘nin ismi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. قَد۪يراً kelimesi كَانَ ‘nin haberi olup lafzen merfûdur.
قَد۪يراً kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ مِنَ الْمَٓاءِ بَشَراً
وَ harfiyle önceki ayetteki istînâf cümlesine atfedilmiştir. Ayetin ilk cümlesi mübteda ve haberden oluşmuş, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasrla tekid edilmiştir.
Cümlenin iki tarafının da marife olarak gelişi izafî kasırdır. Kasr-ı ifrattır. Putların ilâhlık vasfında Allah’a ortak olma düşüncesi iptal edilmiştir. (Âşûr)
Müsnedin, ismi mevsûlle marife olması, ism-i mevsûlden sonra gelecek sıla cümlesini merakla beklemeye sevk edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayrıca müsnedin ism-i mevsûlle marife gelmesi, haberin muhatapları tarafından bilindiğine işaret eder.
Müsned olan has ism-i mevsûl الَّـذ۪ٓي ’nin sılası olan خَلَقَ مِنَ الْمَٓاءِ بَشَراً cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
بَشَراً ’daki tenvin cins ve tazim ifade eder. بَشَراً kelimesindeki tenvin tazim içindir. (Âşûr)
فَجَعَلَهُ نَسَباً وَصِهْراًۜ
فَ ile gelen bu cümle, hükümde ortaklık nedeniyle sıla cümlesine atfedilmiştir. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette cem' ma’at-tefrik sanatı vardır. Önceki cümledeki بَشَراً kelimesinde cem’, نَسَباً وَصِهْراًۜ ise tefrik yapılmıştır. Yani Allah (cc) yarattığı insanı da iki kısım kılmıştır: Biri, nesebin sahibi olan, nesebin isnad edildiği erkeklerdir; diğeri de kendileri vasıtasıyla evlilik akrabalığı, hısımlık tesis edilen kadınlardır. Nitekim başka bir ayette de şöyle denilmektedir: "Ondan da erkek ve kadın olmak üzere iki eş yarattı." (Ebüssuûd)
و harfi اَوْ (veya) anlamında taksim içindir. و harfi taksim manasında اَوْ harfinden daha iyidir. (Âşûr)
بَشَراً , نَسَباً kelimeleri arasında muvazene vardır.
Mef’ûl olan نَسَبࣰا وَصِهۡرࣰاۗ kelimelerindeki tenvin kesret ve tazim ifade eder. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَكَانَ رَبُّكَ قَد۪يراً
Ayetin son cümlesi, …خَلَقَ مِنَ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin Rabb ismiyle marife olması, Allah Teâlâ’nın Hz. Peygambere rahmet ve şefkatinin işaretidir.
رَبُّكَ izafetinde Rabb ismine muzâf olması Hz. Peygambere şan ve şeref kazandırmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsned olan قَدِیرࣰا , sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir. Haberin ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir. İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsufa olan bağlılığına delalet eder.
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiç bir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezeli olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır.. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)
Son cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayetin sonunda seçilmiş olan قَدِیرࣰا sıfatının, ayetin bağlamıyla mükemmel bir uyum sergilediği kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Bu uyum, teşâbuh-i etrâf sanatıdır.
Burada gelişme kanununun değişik safhaları fevkalâde güzel bir şekilde konularak arz ettiği ilâhî deliller ne güzel gösterilmiştir:
1. Bütün cisimler âlemini temsil eden bir gölge.
2. Buna verilen hareket ve durgunluktan meydana getirilen manzaralar ve değişiklikler.
3. Bu esnada bir su indirilmesinden meydana getirilen hayat.
4. Aynı yer üzerinde o hayatın değişik şekilleri.
5. Ondan özellikle bir çeşidinin (insanın) yaratılışı.
6. İnsanların cinslere ayrılması ki bütün bunlar evrenin yaratıldığı altı gün gibi gelişme derecelerinin en büyük sınırlarıdır. Ve her birinden yüce yaratıcının kudreti daha fazla bir yücelik ile ortaya çıkmıştır. Rabbinin her şeye gücü yeter. (Elmalılı)
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُهُمْ وَلَا يَضُرُّهُمْۜ وَكَانَ الْكَافِرُ عَلٰى رَبِّه۪ ظَه۪يراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَيَعْبُدُونَ | ve tapıyorlar |
|
2 | مِنْ |
|
|
3 | دُونِ | başka |
|
4 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
5 | مَا | şeylere |
|
6 | لَا |
|
|
7 | يَنْفَعُهُمْ | fayda vermeyen |
|
8 | وَلَا | ve ne de |
|
9 | يَضُرُّهُمْ | zarar vermeyen |
|
10 | وَكَانَ | ve olan |
|
11 | الْكَافِرُ | kafir |
|
12 | عَلَىٰ | karşı |
|
13 | رَبِّهِ | Rabbine |
|
14 | ظَهِيرًا | (şeytana) yardımcıdır |
|
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُهُمْ وَلَا يَضُرُّهُمْۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. يَعْبُدُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
مِنْ دُونِ car mecruru يَعْبُدُونَ ‘nin mef’ûlün bihi ism-i mevsûl مَا ‘nın mahzuf haline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl يَعْبُدُونَ ‘nin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يَنْفَعُهُمْ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَنْفَعُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
لَا يَضُرُّهُمْۜ atıf harfi وَ ‘la لَا يَنْفَعُهُمْ ‘a matuftur.
وَكَانَ الْكَافِرُ عَلٰى رَبِّه۪ ظَه۪يراً
وَ istînâfiyyedir. İsim cümlesidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
الْكَافِرُ kelimesi كَانَ ‘nin ismi olup lafzen merfûdur.
عَلٰى رَبِّه۪ car mecruru ظَه۪يراً ‘e müteallıktır. Muzâf mahzuftur. Takdiri; على عصيان ربّه (Rabbine isyan) şeklindedir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ظَه۪يراً kelimesi, كَانَ ‘nin haberi olup lafzen mansubdur.
كَافِرُ sülâsi mücerredi كفر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ظَه۪يراً mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُهُمْ وَلَا يَضُرُّهُمْۜ
وَ , istînâfiyyedir. Cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
دُونِ اللّٰهِ izafeti, gayrının tahkiri içindir.
يَعْبُدُونَ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsul مَٓا ’nın sılası olan لَا يَنْفَعُهُمْ , menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen لَا يَضُرُّهُمْۜ cümlesi, sılaya matuftur. Nefy harfinin tekrarı tekid ifade etmiştir. Cümlelerin atıf sebebi tezattır.
لَا يَنْفَعُهُمْ cümlesi ile لَا يَضُرُّهُمْۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
يَضُرُّهُمْ - يَنْفَعُهُمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَ , hal içindir ve onların şirkte ısrar etmelerine hayret etmek için kullanılmıştır. (Âşûr)
Menfaati olumsuzladıktan sonra zararın olumsuzlaştırılması, puta tapanların şirklerinde şüphe olmadığına tenbih içindir. Çünkü ibadet; ya bir fayda ummak, ya da putun zararından korunmak için yapılır. Her ikisi de putlarda yoktur. Muzari (şimdiki zaman) fiili ile ifade edilmesi, putlara tapmalarının yenilendiğini ve terk etmek için ciddi bir delil bulamadıklarını belirtmek içindir. (Âşûr)
وَكَانَ الْكَافِرُ عَلٰى رَبِّه۪ ظَه۪يراً
وَ , istînâfiyyedir. كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Car mecrur عَلٰى رَبِّه۪ , nakıs fiil كَان ’nin haberi olan ظَه۪يراً ’e, önemine binaen takdim edilmiştir.
رَبِّه۪ izafetinde Rab isminin kâfire ait zamire muzâf olmasında, Rabbin onun üzerindeki rububiyetini hatırlatmak manası ve sapkınlıkta ne kadar ileri gittiğine işaret vardır.
كَانَ الْكَافِرُ عَلٰى رَبِّه۪ ظَه۪يراً [Kâfir, Rabbine karşı yardımcı olandır] ayeti ile ilgili olarak İbn Abbâs'tan gelen rivayete göre burada kâfirden kasıt Ebû Cehil -la'anehullah-dır. (Kurtubî)
Ayeti umumi manasına hamletmek, ayetteki kâfirler Allah'tan başka kendilerine fayda ve zarar veremeyecek olan şeylere taparlar ifadesinin zahirî manasına daha uygundur. Zahir tıpkı عون kelimesinin, مُعَوِنْ (yardımcı) manasına gelmesi gibi, مُظاَهِر (sırt veren, destek olan) manasınadır. فعيل vezninin, مفاعيل (ism-i fail) manasına gelmesi garip bir şey değildir. Binaenaleyh bunun manası, "Kâfir, Rabbine karşı, düşmanlık hususunda şeytana destek olur" şeklindedir. (Fahreddin er-Râzî ve Âşûr)
وكانَ الكافِرُ عَلى رَبِّهِ ظَهِيرًا cümlesi tezyîldir. الكافِر kelimesindeki lam-ı tarif istiğrak içindir. Yani Rabbine karşı olanlara yardımcı olan her kâfir demektir. (Âşûr)
Ve kâfirin haberini كانَ ‘nin haberi şeklinde getirerek haberle nitelenmenin her kâfir için sabit ve âdet olduğunu belirtmiştir. (Âşûr)
Halk, yağmur duasına çıkmıştı. Duadan önce, biri öne çıkmış ve halkı düşünmeye davet etmişti:
Susuzluk ne büyük bir dertti. Kaybedilene dek anlaşılmazdı. Hazıra konmak ne kolaydı. Şükür etmek akla bile gelmezdi. İnsanın hatırlatılmaya ihtiyacı vardı. Hem de defalarca..
Güneşin ışığından kaçtığın, sıcağından korunduğun ya da günün hangi saatinde ve hangi yönde olduğunu tahmin ettiğin gölgeler olmasa.
Gündüze örtü olan gece, rüyalar alemine dalarak dinlendiğin uyku ve bütün işlerin rahatlıkla görüldüğü gündüz olmasa.
Allah’ın rahmetiyle esen rüzgarlar, bulutlardan yeryüzüne düşen yağmurlar, yolculuk ve rızık barındıran denizler olmasa.
Bizi birbirimize bağlayan genler ve benzerlikler, kalplerimizi sevindiren muhabbetler ve dostluklar, yaşamamızı kolaylaştıran duygu ve düşünceler olmasa.
Etrafındakilere dönüp bakmalı. İstemeyi akıl edemeyeceğin ama elinden gitse üzüleceklerin ya da zorlanacakların için Allah’ın rahmetine hamd etmeli. Yokluklarından yine O’na sığınmalı.
Ey rahmet rüzgarlarının sahibi olan Allahım! Bizi şükür edenlerden eyle. Hayatımızı kolaylaştıran ve güzelleştiren nimetlerinin yokluğundan koru. Bizi kıymet bilenlerden ve nimetlerini hakkıyla (aşırıya kaçmadan) değerlendirenlerden eyle.
Ey yağmur bulutlarının sahibi olan Allahım! Bizi susuzluktan ve susuzluğun her sıkıntısından muhafaza buyur. Rahmet yağmurların ile yeryüzünü bereketlendir, üzerimizdeki hastalıklardan arındır ve yüzlerimizi güldür.
Ey yeryüzündeki her canlının rızkını veren ve her canlıyı koruyan Allahım! Bizi iki cihanda da rızıklandır. Bizi bize bırakma. Dilimizi ve kalbimizi Sensiz bırakma! Rahmetinle, muhabbetinle ve mağfiretin ile gönüllerimizi sevindir.
Amin.
***
İnsanın üzerinde yaşadığı yeryüzü, başını kaldırdığı gökyüzü ve kendi bedeni, devamlı hareket halindedir. Gözle görülür ve görülmez çeşitli değişimler söz konusudur. Kimisi barizdir, kimisi ise gizlidir. Kimisinin sona ulaşacağı zaman bellidir, kimisininki ise belirsizdir.
Geçmişte kalan bazı sıkıntılarının tekrarlanmasından korkanlar ile bugününde yaşadıklarını atlatamayacağını düşünenler için bu sürekli değişim teşvik edici bir umuttur. Yaşadığı dünya ve kendisi ya artık aynı değildir, ya da aynı kalmayacaktır.
Israrla yanlış kişilerle takılmanın, yanlış ortamlarda bulunmanın ve yanlış işleri yapmanın sakıncası olmadığını düşünenler için de net bir uyarıcıdır. Sinsi değişimlerin etkisi sanılandan çok daha büyüktür ve sonuca ulaşıp patlak verdikten sonra da geri dönüşü zordur.
Bir işe başlamaktan çekinenler, yaptıklarını az bularak kendisini hırpalayanlar ve yaptıklarının boşa gittiğini zannedenler için de hoş bir hatırlatıcıdır. Fark edilsin ya da edilmesin, her değişim kayda değerdir ve yeni bir değişimin habercisidir.
Ey Allahım! Bizi kalplerimize ya da nefislerimize yanlış tohumlar atmaktan muhafaza buyur. Nurun ile eksiklerimizi gider, hastalıklarımızı iyileştir, kusurlarımızı affet ve Senin sevdiklerine yakınlaştır. Bizi alemdeki ayetlerini görenlerden, düşünerek idrak edenlerden, öğrendikleriyle ömrünü zenginleştirenlerden, nimetlerinin şükrünü edenlerden, elindekilerinin kıymetini bilenlerden ve yaşadığı her gününü doğru değerlendirerek, doğru değişimlerden geçerek, Sana daha iyi bir kul olanlardan eyle.
Amin.