Ankebût Sûresi 49. Ayet

بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الظَّالِمُونَ  ...

Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 بَلْ hayır
2 هُوَ o
3 ايَاتٌ ayetlerdir ا ي ي
4 بَيِّنَاتٌ açık açık ب ي ن
5 فِي bulunan
6 صُدُورِ göğüslerde ص د ر
7 الَّذِينَ olanların
8 أُوتُوا verilmiş ا ت ي
9 الْعِلْمَ bilgi ع ل م
10 وَمَا ve
11 يَجْحَدُ inkar etmez ج ح د
12 بِايَاتِنَا bizim ayetlerimizi ا ي ي
13 إِلَّا başkası
14 الظَّالِمُونَ zalimlerden ظ ل م
 

“Apaçık âyetler” şeklinde çevirdiğimiz âyâtün beyyinât ifadesini Zemahşerî, “mûcize olduğu apaçık belli âyetler” (III, 193), Kurtubî de “bilgiye mazhar kılınmış olanlar” diye çevirdiğimiz ûtü’l-ilm tabirini, “Allah kelâmı ile beşer sözünü ... birbirinden ayırma yeteneğine sahip olanlar” (XIII, 367) şeklinde açıklamıştır. Buna göre Kur’an, Resûlullah’ın başka bir insandan okuyup yazarak derlediği, kendisinin ürettiği bir eser değildir; zaman zaman müşriklerin ileri sürdüğü gibi bir şiir veya bir sihir ürünü de değildir; aksine o, zihinsel yetenekleri gelişmiş olan inançlı ve iyi niyetli insanların, ilâhî kelâmda bulunması gereken apaçık mûcizevî özelliklere sahip olduğunu anlayıp kavradıkları âyetlerden oluşur.

Zemahşerî (III, 193), bu âyette Kur’an’ın iki özelliğine vurgu yapıldığı kanaatindedir: 1. Kur’an’ın, apaçık mûcize olan âyetlerden oluşması, 

2. Âyette “sudûr” (kalpler) kelimesiyle ifade edilen hâfızalarda ezberlenip korunması. Kur’an bu iki özelliği ile öteki kutsal kitaplardan ayrılmaktadır. Çünkü o kitaplar: a) Mevcut şekliyle doğrudan Allah kelâmı, dolayısıyla apaçık mûcizevî âyetler değildir, aksine onlar –bugün bilimsel olarak da tesbit edildiği gibi– bazı Kitâb-ı Mukaddes yazarlarının kaleminden çıkmış eserlerdir; b) Yahudi ve hıristiyan kültüründe bu eserler ezberlenerek korunmuş değildir; hâfızlık geleneği sadece müslümanlarda vardır.

 

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 277-278
 

بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ

 

بَلْ  idrâb ve atıf harfidir.Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb denir.  "Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki" anlamlarını ifade eder. 

Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:

1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir. 

2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi, bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  اٰيَاتٌ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.  بَيِّنَاتٌ  kelimesi  اٰيَاتٌ ‘un sıfatı olup lafzen merfûdur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

ف۪ي صُدُورِ  car mecruru  بَيِّنَاتٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir.

Cemi müzekker has ism-i mevsûl,  الَّذ۪ينَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  اُو۫تُوا الْعِلْمَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.

اُو۫تُوا  damme üzere mebni  meçhul, mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı naib-i faili olarak mahallen merfûdur.  الْعِلْمَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 


 وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الظَّالِمُونَ

 

Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

يَجْحَدُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  بِاٰيَاتِنَٓا  car mecruru  يَجْحَدُ  fiiline mütealliktir. Mütekellim zamiri  نَٓا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اِلَّا  hasr edatıdır.  الْكَافِرُونَ  fail olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. 

الْكَافِرُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  كفر  fiilinin ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ 

 

Ayet müste’nefe olarak fasılla gelmiştir.

بَلْ  idrâb harfidir. Atıf edatlarındandır. Ancak diğer atıf edatları gibi hüküm bakımından atıf görevi görmez. Bu edat, sadece matufu îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)

Ayetin ilk cümlesi olan  هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اٰيَاتٌ  için sıfat olan  بَيِّنَاتٌ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

ف۪ي صُدُورِ  car mecruru, بَيِّنَاتٌ ‘a mütealliktir.

Müzekker cemi has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ , cer mahallinde  ف۪ي صُدُورِ ’nin muzâfun ileyhidir.

اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ  cümlesi mevsûlün, müphem yapısı nedeniyle her zaman ihtiyaç duyduğu ve îrabdan mahalli olmayan sıla cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.

Kur'an-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.

Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)

Cenab-ı Hakk'ın, "Kendilerine ilim verilmiş insanların göğüslerinde" ifadesinde, bunun, insanoğlunun uydurup ortaya koyacağı şeylerden olmayacağına bir işaret bulunmaktadır. Çünkü zihninde, uydurularak sıraya konulmuş bir ifade bulunan kimse, "Bu, benim kalbimin ve zihnimin ürünüdür" der. Ama, o sözü başkasından alıp ezberlediğinde ise o zaman o kimse, "O, benim kalbimde ve göğsümdedir" der. Binaenaleyh Cenab-ı Hak, "Kendilerine ilim verilmiş insanların göğüslerinde" buyurunca, bu, onlardan hiç kimsenin göğsünden südur etmiş olan bir şey olmaz. Cahil bir kimseden böyle bir şeyin südur etmesi imkânsızdır. Binaenaleyh cahil için göğüslerden zuhur eden bir şey söz konusu değildir. Ve onlar, bu ümmete göre müşrikler sınıfından addedilirler. Binaenaleyh, bu demektir ki Kur'an'ın zuhuru, Allah katındandır. (Fahreddin er-Râzî)


وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الظَّالِمُونَ

 

هُوَ اٰيَاتٌ  cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

Kasr üslubuyla tekid edilmiş muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.

Nefy harfi  مَٓا  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr fiil ve fail arasında gerçekleşmiştir.  يَجْحَدُ  maksûr/sıfat,  الْكَافِرُونَ  maksûrun aleyh/mevsûf olmak üzere kasr-ı sıfat alel’l-mevsûftur. Yani ayetlerimizi sadece zalimler inkâr eder, başkaları ise tasdik eder manasındadır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  بِاٰيَاتِنَٓا , ihtimam için fail olan  الظَّالِمُونَ ’ye takdim edilmiştir.

Veciz anlatım kastıyla gelen  بِاٰيَاتِنَٓا  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  بِاٰيَاتِ tazim edilmiştir. 

الظَّالِمُونَ ‘deki elif-lam takısı onlardaki bu özelliğin kemâline işaret etmiştir. (Âşûr)

Ayetler kelimesi cümlede önemine binaen tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Son cümle 47. ayetin son cümlesinin bir kelime farklılıkla tekrarıdır.

Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, c. 7, S. 314)

Burada kitabın, ayetler olarak ifade edilmesi, bu ayetlerin manalarına ve Allah (cc) katından nazil olduklarına olan delaletinin apaçık olduğuna dikkat çekmek içindir. Bu kâfirlerden murad, küfre tamamen batmış olan ve onda kararlı olan kâfirlerdir. Zira onların bu hali, kendilerini ayetlerin hak oldukları marifetine götürecek tefekkürden alıkoyar. (Ebüssuûd)

Cenab-ı Hak, "Bizim ayetlerimizi, ancak zalim olanlar bile bile inkâr eder" buyurmuştur. Cenab-ı Hak burada, "zalimler" kelimesini, bundan önceki yerde de, "kâfirin de zalim olmasına ve bu iki ifadenin arasında bir tersliğin bulunmamasına rağmen, "kâfirler" kelimesini kullanmıştır ki, bunda şöyle bir incelik bulunmaktadır: Onlara, mucize beyan edilmeden önce, "Sizin (ey ehli kitap) müşriklere nazaran pek çok meziyetiniz vardır. Binaenaleyh, Hz.  Muhammed (sav)'i kabul etmemeniz ve böylece de kâfir olmanız suretiyle, o üstün taraflarınızı zayi etmeyiniz, boşa çıkarmayınız" denilmiştir. Dolayısıyla, burada kâfir sözünün kullanılması, onlar küfürden istinkâf ettikleri için, onları bu inkârdan men eden beliğ, müessir bir ifade olmuş olur. Ama, mucize beyan edildikten sonra, Cenab-ı Hak onlara yani ehli kitaba, "Eğer siz, bu mucizeyi inkâr ederseniz, o zaman sizin bütün peygamberlerin peygamberliklerini kabul etmemiş olmanız gerekir. Bu durumda da sizler, işin başında hükmen müşriklere; bu ümmete göre de hakikaten müşriklere katılmış olursunuz... Böylece de zalim yani müşrik olmuş olursunuz" demek istemiştir ki bu, tıpkı bizim, şirkin en büyük zulüm olduğunu açıklamamız gibidir. Binaenaleyh burada zalim lafzının; orada da kâfir lafzının kullanılması daha beliğ olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)