وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاِنَّـمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالُوا | ve dediler ki |
|
2 | لَوْلَا | değil miydi? |
|
3 | أُنْزِلَ | indirilmeli |
|
4 | عَلَيْهِ | ona |
|
5 | ايَاتٌ | ayetler |
|
6 | مِنْ | -nden |
|
7 | رَبِّهِ | Rabbi- |
|
8 | قُلْ | de ki |
|
9 | إِنَّمَا | şüphesiz |
|
10 | الْايَاتُ | ayetler (mu’cizeler) |
|
11 | عِنْدَ | yanındadır |
|
12 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
13 | وَإِنَّمَا | ve şüphesiz |
|
14 | أَنَا | ben ancak |
|
15 | نَذِيرٌ | bir uyarıcıyım |
|
16 | مُبِينٌ | apaçık |
|
Peygamber dönemindeki inkârcılar, genellikle iyi niyetli olarak Resûl-i Ekrem’in gerçekten peygamber olup olmadığını öğrenmek, dolayısıyla gerçeği anlamak için değil, fakat sırf akıllarınca onu güç durumda bırakmak maksadıyla sık sık geçmişteki bazı peygamberler gibi onun da hissî (duyulara hitap eden) mûcizeler göstermesini isterlerdi. 50. âyette öncelikle mûcize göstermenin Allah’a ait olduğu, Peygamber’in görevinin ise insanları inanç ve amel hayatı konusunda uyarmak ve aydınlatmaktan ibaret bulunduğu bildirilmekte; 51. âyette ise çok önemli bir noktaya dikkat çekilmektedir: “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?” Şu halde Peygamber efendimizin en büyük mûcizesi Kur’an’dır; insanlara asıl gerekli olan, gelip geçici hissî mûcizeler değil, benzerini asla ortaya koyamayacakları, hayatın her anında feyzinden yararlanmaları mümkün olan bu ebedî mûcizedir (Zemahşerî, III, 193). Öteki mûcizeler duyulara hitap eder, gelip geçicidir; Kur’an ise okunan mûcizedir, akla hitap eder (İbn Âşûr, XXI, 15); insanlığın dünya huzuru ve âhiret kurtuluşu için muhtaç olduğu doğru inanç ve düzgün yaşayışın ilkelerini verir. Âyette Kur’an’ın bu özelliği iki kelimeyle verilmektedir: Rahmet ve ibret (zikrâ). Rahmet dünya ve âhirete dair bütün güzellikleri kapsayan bir kelimedir; çünkü Allah kuluna rahmetiyle muamele edince ona lâyık olduğu güzellikleri ihsan eder; ibret ise Kur’an’ın üslûbuna baştan sona hâkim olan kanıtlar, uyarılar, derslerdir; aslında bunlar da Kur’an’ın tabiriyle “akıl sahipleri” (ülü’l-elbâb) için birer rahmettir. Ama âyete göre Kur’an’daki rahmet ve ibret kaynaklarından feyiz almanın yolu –putperestler vb. inatçı ve inkârcı zümrelerin yaptığı gibi Kur’an’a ve Peygamber’e savaş açmak değil– hakikatleri görünce inanmaya hazır bir içtenliğe, dürüstlüğe sahip olmaktır.
Uyarı üslûbu taşıyan 52. âyete göre bütün evreni kuşatan ilmiyle her şeye şahit olan, eksiksiz kusursuz bilen Allah, sonuçta kimin ne yaptığını da görüp gözetmekte olup müminlerle münkirler arasındaki ihtilâflarda nihaî hükmü verecek ve o zaman “bâtıla (uydurma tanrılara) inanan ve Allah’ı inkâr edenler”, nefsânî ihtiraslarına, benlik iddialarına kapılarak doğru yola ve bu yolun yolcularına karşı verdikleri zalimce savaşın kendilerine neler kaybettirdiğini göreceklerdir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 278-279وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli لَوْلَٓا ‘dir. لَوْلَٓا cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلا yani: “değil mi?” manasındadır.
اُنْزِلَ fetha üzere mebni meçhul mazi fiildir. عَلَيْهِ car mecruru اُنْزِلَ fiiline mütealliktir. اٰيَاتٌ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ رَبِّه۪ car mecruru اٰيَاتٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اُنْزِلَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi نزل ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ’dir. Mekulü’l-kavli اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
الْاٰيَاتُ mübteda olup lafzen merfûdur. Mekân zarfı عِنْدَ , mahzuf habere mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَاِنَّـمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir.
اِنَّـمَٓا , kâffe ve mekfûfedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
Munfasıl zamir اَنَا۬ mübteda olarak mahallen merfûdur. نَذ۪يرٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. مُب۪ينٌ kelimesi نَذ۪يرٌ ’in sıfatı olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُب۪ينٌ kelimesi, sülâsi mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ
İstînâfiyye olan ayetin ilk cümlesinde Allah Teâlâ, kâfirlerin sözlerini bildiriyor.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavli olan لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ cümlesine dahil olan لَوْلَٓا edatı, bu cümlede هلا manasındadır.
اٰيَاتٌ ’un nekre gelişi nev ifade eder.
Mütekellimin alay amacına işaret eden cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
لَوْلَٓا ‘..meli/malı, değil mi, ...olsaydı ya’ manasında tahdid ilişkisi kurar. Muzariden önce teşvik, maziden önce kınama ve tendim (pişmanlık) ifade eden bir edattır. Tahdid kelime olarak “teşvik” anlamına gelse de, terim olarak “bir işin yapılmasını ve onda gevşeklik gösterilmemesini şiddetle ve sertçe istemektir.” Arz kelimesinde olduğu gibi yumuşaklık söz konusu değildir. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Ehli kitap: "Ey Muhammed (sav) sen, sana, tıpkı Musa (as) ve İsa (as)'a indirildiği gibi, bir kitabın indirildiğini iddia ediyorsun. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü Musa (as)'a o kitabın Allah katından olduğunun bilinip anlaşıldığı dokuz mucize verilmişti. Halbuki onlardan hiçbiri sana verilmemiştir" demişlerdir. Cenab-ı Hak nebisini, bu şüpheye verilecek cevaplarla irşâd etti. Ki bunlardan birisi, O'nun, "O ayetler ancak Allah'ın nezdindedir" beyanıdır. Bunu şu şekilde açabiliriz: "Peygamberimiz risalet iddiasında bulunmuştur. Halbuki, bir mucizenin getirilmesi, risaletin şartından değildir. Çünkü bir peygamber önce peygamber olarak gönderilir, böylece de Allah'a davet etmeye başlar. Sonra eğer insanlar onun bu davetini kabul etmek hususunda duraklarlar veya ondan bir delil isterlerse, bu durumda Allah eğer onlara acır, merhamet ederse, o kimsenin peygamber olduğunu beyan buyurur. Yok eğer acımazsa beyan etmez. Bu durumda da peygamber: "Ben şu anda bir peygamberim ama mucize işine gelince, Allah isterse o mucizeyi getirir istemezse indirmez" der. Bu böyledir çünkü, Cenab-ı Hak bir şeyi yarattığında tıpkı insana nispetle mekân ve yer gibi mutlaka o şeyin ayrılmaz vasfı olan şeyi de var eder. Binaenaleyh Allah, insanı yarattığında mutlaka o insanın yaratıldığı yeri de yaratmıştır veya ikisini birden yaratmıştır. Ancak ne var ki risalet ve mucize böyle değildir. Binaenaleyh Allah bir peygamber, bir elçi yaratıp onu da peygamber kıldığında onunla bir mucizenin olması ve bilinmesi, onun peygamberliğinin ayrılmaz vasfı değildir. (Fahreddin er-Râzî)
قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاِنَّـمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِۜ cümlesi, اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mekan zarfı عِنْدَ mahzuf habere mütealliktir.
Cümledeki kasr, mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. الْاٰيَاتُ mevsuf/maksûr, عِنْدَ اللّٰهِۜ ‘nin müteallakı haber, sıfat/maksûrun aleyhtir.
اِنَّـمَٓا kasr edatı, siyakında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir. Muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عِنْدَ اللّٰهِۜ izafeti, عِنْدَ ‘yi tazim içindir. Allah Teâlâ’nın, ayetlerin kendi katından olduğunu bildirirken, bunu lafz-ı celâlle dile getirmesi, azamet ve haşyeti artırmıştır.
Mekulü’l-kavle dahil olan اِنَّمَا , kâffe ve mekfûfedir. Bu durumda اِنَّ amel etmez.
Aynı üslupta gelen وَاِنَّـمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ cümlesi mekulü’l-kavle matuftur. اِنَّـمَٓا kasr edatıyla tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümledeki kasr, mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. اَنَا۬ mevsuf/maksûr, نَذ۪يرٌ sıfat/maksûrun aleyhtir.
نَذ۪يرٌ için sıfat olan مُب۪ينٌ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
نَذ۪يرٌ ve مُب۪ينٌ kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir. Aralarında muvazene sanatı vardır.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
قَالُوا - قُلْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اٰيَات ’nin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قُلْ emri Kur'an-ı Kerim'de pek çok kez geçmiş ve Resulullah'ın kendinden bir tek kelime bile söylemediğine, işittiği her şeyin Allah'tan olduğuna kuvvetle delalet etmiştir. Resulullah’a (sav) قُلْ diyen emrin arkasında görkemli, muhteşem bir ses fark edilir. Kur'an-ı Kerim'in ne kadar saflıkla bize ulaştığını ve dokunulmazlığının önemini gösterir. Böyle yerlerde Resulullah'ın (sav) bize tebliğ eden sesinden önce kendisine bunu indiren Allah'ın ona قُلْ dediğini işitiriz. Bunun etkisi çok kuvvetlidir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mim Sûreleri Belâği Tefsiri, c. 7, s. 111)