اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | الدِّينَ | din |
|
3 | عِنْدَ | katında |
|
4 | اللَّهِ | Allah |
|
5 | الْإِسْلَامُ | İslamdır |
|
6 | وَمَا |
|
|
7 | اخْتَلَفَ | ayrılığa düşmediler |
|
8 | الَّذِينَ | kimseler |
|
9 | أُوتُوا | verilmiş olan |
|
10 | الْكِتَابَ | Kitap |
|
11 | إِلَّا | başka (bir sebeple) |
|
12 | مِنْ |
|
|
13 | بَعْدِ | sonra |
|
14 | مَا |
|
|
15 | جَاءَهُمُ | geldikten |
|
16 | الْعِلْمُ | ilim |
|
17 | بَغْيًا | aşırılıkları |
|
18 | بَيْنَهُمْ | aralarındaki |
|
19 | وَمَنْ | ve kim |
|
20 | يَكْفُرْ | inkar ederse |
|
21 | بِايَاتِ | ayetlerini |
|
22 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
23 | فَإِنَّ | (bilsin ki) şüphesiz |
|
24 | اللَّهَ | Allah |
|
25 | سَرِيعُ | çabuk görendir |
|
26 | الْحِسَابِ | hesabı |
|
İslâm kelimesi, silm, selm, selamet köklerinden gelir; hemzesi duhul veya müteaddi (geçişli) fiil yapmak için kullanılır. Kapsamlı ve pek temiz bir kelimedir ki, silme (barışa) ve selamete girmek veya koymak veya selamet temin eden teslimiyet, karşılıklı olarak barış içine girmek, hasılı sâlim olan mânâlarına gelir ki, hepsinde selamet ve sâlimiyet gayesiyle bir bağlılık ve uyumluluk mânâsı vardır.
Din dahi irade ve akıl sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp toplumsal barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnızca insanlar arasında uyumluluk değil, insanlarla Allah arasında da bir uyum sözleşmesi vardır. Din sayesinde yaratıcının iradesi ile yaratılanın iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur.
Kul, Allah'ın dilediği gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi yapar; böylece arada didişme ve anlaşmazlık kalmaz. Allah'a ebedî vuslat hasıl olur. Bu sayede insanların birbirleriyle çatışan istek ve iradeleri, bir hedefe yönelerek aralarında bir sâlim medeniyet ve sürekli bir barış meydana gelir.
Ve hepsi ilâhî nimetten istifade eder, felah bulur. Allah'ın birliğine bağlanıp uymayınca da bu maksat hasıl olmaz. Bu sûretle dinin özü, bu tevhid inancı çerçevesinde, her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan" Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Hakkıyle kurtuluş, felah ve selamet ve hayır ve mutluluk ancak bu ihlasta, bu bağlılıktadır.
Allah katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah'dan başka ilâh ve ilâhlar tanıyan veya gerçeği bildiği halde, dine bağlanmayı gerçekten başka bir şey sanan, din ile ilim, Hak Teâlâ ile en yüce hayır arasında didişme var zanneyleyen veyahut hayırla şer çatışmasının çözümüne Allah Teâlâ'nın hakim olmadığını, O'nun hükmünün dışında herhangi bir şey kalabileceğini farzeden velhasıl Hakk'tan gelmeyen ve Hakk'ın âyetlerinden çıkarılmayan dinlerin, bağlılıkların ve dindarlıkların hiçbiri insanlara selamet ve seadet bahşedecek hak din değildir. Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve batıl olan birşey olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de batıldır.
Özetleyecek olursak, din ve dindarlığın bütün mânâsı, itaat ve bağlılık anlamıyla selametin sağlanmasında toplanır. İslâm'ın mânâsı da faydalı bir selamet, katıksız bir teslimiyet ve bağlılıkta toplanır. Şu halde din kavramı, mutlak anlamıyla ele alındığı zaman bile mutlak olarak İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır. Hangi din ele alınacak olsa, onun özünün teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret olduğu görülür.
Zahir din, İslâm'ın dış görünüşü; batın din İslâm'ın içyüzü; tam din, dışyüzü ve içyüzü ile hakiki İslâm; batıl din yalan ve yanlış bir İslâm; hak din, hak bir İslâm'dır. Hakikaten selamet bahşeden hak bir İslâm ise ancak hakiki tevhid inancına dayanan bir İslâm'dır. Hakiki tevhid ise, şeriki ve ortağı bulunmak ihtimali bile olmayan, ezel ve ebed bakımından hayy ve kayyum bir ilâh tanımak ve ancak O'na şehadet etmektir. Böyle bir ilâh ise ancak Allah Teâlâ'dır. Evvel ve âhir bütün izzet ve hakimiyeti şahid ve meşhud olan zat-ı ehadiyyetinde toplayıp, kendisinden başka ilâhları nefyetmiş, O'ndan başka tanrılık iddia eden veya tanrılık nisbet edilenlerin hepsinin acz ve zavallılığını daima göstermiş ve göstermekte bulunmuş ve herhangi bir zamanda tevhid nizamından çıkmak isteyenleri perişan eylemiş ve her türlü mutluluğu tevhid yolundan bahşeylemiş, velhasıl diye ilâhlıkta birliğe kendisi de şehadet etmiş olmakla Allah'ın birliğine şehadet ile hakiki İslâmın, Hak Teâlâ'nın dini olduğunda hiç şüphe yoktur. Hakiki din kurucusu olan Allah Teâlâ'nın İslâmını, melekler ve ilim sahipleri gibi, kendi birliğine iman ve ihlâs ile bağlananları rahmeti ile selamete çıkarmak, kulların İslâmı da Allah'a kendilerini teslim ederek bu selamet yoluna girmek demektir.
İşte İslâm dini, Allah ile kullar arasındaki bu birlik ilişkisidir. Meleklerin ve ilim sahiplerinin dini de budur. İlim alanında bundan başka bir din yoktur. Bu dinin başı hakkı bilmek, hak ilmin başı da bu dindir. Bu dinden başka bir din aramak ya Allah'ın üstüne çıkmaya çalışmak, ya Allah'dan aşağısına nefsini teslim eylemektir ki, ikisi de dinsizlik ve küfürdür. İsyan ve tefrikadır, felakettir. Binaenalyh kitap ehli olanların anlaşmazlıkları ile bunun bilimselliğine ve gerçekliğine hiç halel gelmez. Onların gerek kendi aralarında, gerek Rasûlullah'a karşı ihtilaf çıkarmaları, hak ve hakikatı bildiren bütün ilim sebepleri geldikten sonra adalet ve hakkaniyetle hareket etmeyi, hakka ve ilme teslim olmayı, boyun eğmeyi bir yana bırakıp, kendi aralarında azgınlık ve düşmanlıkla, hükmetme sevdasıyla dinsizliğe ve inkâra saptıklarından dolayıdır. Fakat adalet ve hakkın ispatı için gönderdiği ve delil olarak öne sürdüğü gibi kesin âyetler ve belgelere her kim küfreder, bunları inkâr eder, İslâm'dan kaçınırsa Allah hesabı çabuk görendir. Cezalarını hemen vermekten çekinmez. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır)
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
الدّ۪ينَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. عِنْدَ mekân zarfı, الدّ۪ينَ kelimesinin mahzuf sıfatına mütealliktir. Takdiri; الدين الثابت (sabit din) şeklindedir.
اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْاِسْلَامُ kelimesi اَنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اخْتَلَفَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اُو۫تُوا meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هُو’dir. الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اِلَّا hasr edatıdır. مِنْ بَعْدِ car mecruru اخْتَلَفَ fiiline müteallıktır. مَا ve masdar-ı müevvel, مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. الْعِلْمُ fail olup lafzen merfûdur. بَغْيًا sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclih olup fetha ile mansubdur.
بَيْنَ mekân zarfı, بَغْيًا ’e müteallıktır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
و istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir. مَنْ şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. یَكۡفُرۡ şart fiili olup sükun meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir.
بِاٰيَاتِ car mecruru يَكْفُرْ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur. سَر۪يعُ kelimesi إِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. الْحِسَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠
Müstenefe olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi اِنَّ ’nin dâhil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ve müsnedin tarifi olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir.
عِنْدَ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olması عِنْدَ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهُ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Arapçada “din”, “Karşılık, mükâfaat ve ceza” demektir; verilen mükâfatın sebebi oldukları için yapılan ibadetlere de “din” denilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ayette اِنَّ’nin hem ismi hem de haberi marife olarak gelmiştir. Bu yüzden kasr ifade eder. Kasr-ı mevsûf ale’s sıfattır. Yani Allah katında İslam’dan başka din yoktur demektir. (Âşûr)
وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ
Cümle makabline وَ ’la atfedilmiştir. Menfi mazi fiil formunda faide-i haber talebî kelam olan cümlede مَا ve اِلَّا ile kasr meydana gelmiş ve biri menfi diğeri müspet iki mana ifade etmiştir.
Cümledeki ikinci مَا , ism-i mevsûldür. İki مَا arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mevsûlün sılası müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
...وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا cümlesinde kasr-ı kalp vardır.
جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ şeklinde ilim şahıslaştırılmıştır. Ya da جَٓاءَ fiilinde istiare vardır.
[Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki ayrılığa düştüler.] Yani Allah’ın dini olan İslam hakkında kendilerine Tevrat’ın ve İncil’in ilmi verilen Yahudi ve Hristiyanlar kendilerine vahiy açıklandıktan sonra ihtilafa düştüler. Bunun sebebi, açıklamadaki bir kusur veya delillerdeki bir kapalılık değildir. Bilakis tevhidin delilleri açıktır. “Aralarındaki kıskançlık yüzünden…” Ahfeş söyle demiştir: Bu ifade öne alınmıştır. Aslında “Aralarındaki kıskançlık yüzünden ancak şu kimseler ayrılığa düştüler.” şeklinde takdir edilir. بَغْيًا , zulmederek üstünlük elde etmeye çalışmaktır. Yani hakka karşı inat edenler, Hz. Peygamber (sav) ve müminlere hasetlerinden, reis olmak istediklerinden ve başkalarına büyüklendiklerinden O’nun ayetlerini düşünmekten yüz çevirdiler. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)
Onların, اؤتوالكتاب [kitap verilmiş olanlar] şeklinde vasıllandırılmaları, hallerini daha çok takbih içindir. Çünkü ellerinde ihtilafı giderecek ve bu yarayı kökünden kurutacak bir düstura sahip olanların buna rağmen uyuşmazlığa düşmeleri son derece çirkindir. Yani o Yahudiler ve Hristiyanlar, İslam’ın yegâne hak din olduğunu bütün delilleriyle öğrenme imkânına sahip oldukları halde buna arkalarını dönerek kendileri için kapalı bir nokta ve bir şüphe kaldığı için değil, sırf aralarındaki kıskançlık ve rekabet yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Ayetin bu ifadesi, onların, dalaletin son haddinde olduklarını gösterir. Çünkü bu imkâna sahip olanların ihtilafa düşmeleri akıl işi değildir. Ayetin, onların sırf kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüklerini ifade etmesi ise kendileri için takbih üstüne takbihtir. (Ebüssuûd)
Kadim dilcilerin ekserisine göre اَنَّ, kendisinden sonrası müfred hükmünde olduğu için tekid edatları arasında değildir. Zira tekidden maksat yalnızca müsned veya müsnedün ileyhin tekid edilmesi değil nispetin tekid edilmesidir. Ancak İbn Hişam (ö. 761/1360), اِنَّ’nin bir parçası olması sebebiyle اَنَّ’nin de tekid edatları arasında olduğu görüşündedir. Genel kanaat de bu yöndedir; fakat ikisinin aynı harf olduğunu savunan nahivciler de vardır. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu Ve Haberin Mukteza-i Zahire Uygun Gelmemesi Durumu [Kur’an-ı Kerim Örneği])
وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır.
Şart cümlesi يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Az sözle çok anlam ifade eden بِاٰيَاتِ اللّٰهِ izafeti, lafza-i celâle muzâf olan ayetlere şan ve şeref kazandırmıştır
فَ karînesiyle gelen cevap cümlesi isme isnad edilmiş, اِنَّ ile tekid edilmiş bir haber cümlesidir. Sübut ifade eder. Faide-i haber talebî kelamdır.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla Allah lafzında tecrîd sanatı vardır. Müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâlle marife olması tazim, telezzüz ve teberrük içindir. (Ebüssuûd)
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, مَن ’in haberidir.
اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ [Allah hesabı çabuk görendir.] ifadesinde lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatı vardır. Bu cümle mesel tarikinde tezyîldir.
مَنْ , مَا ve الَّذ۪ينَ ayetteki ism-i mevsûllerdir. Tevcih ihtiva ederler.
Kalplere korku salmak kastıyla ayette üç kez tekrarlanan اللّٰهِ lafzında ıtnâb, tecrîd ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ Burada zamir yerine اللّٰهِ lafzının gelmesi, kalplere korku ve heybet yerleştirmek içindir. (Safvetü't Tefasir, Ebüssuûd)
[Allah’ın hesabı çok çabuktur.] Yani o hemen Allah Teâlâ’nın huzuruna gelir ve Allah onu hemen hesaba çekip küfrüne karşılık cezasını verir. Bir görüşe göre Allah’ın hesabı çabuk görmesi cezasının şiddetli olması anlamına gelir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)