6 Mayıs 2024
Âl-i İmrân Sûresi 16-22 (51. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Âl-i İmrân Sûresi 16. Ayet

اَلَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اِنَّـنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ  ...


16-17. Ayetler Meal  :   
(Bunlar), “Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru” diyenler, sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الَّذِينَ (onlar ki)
2 يَقُولُونَ derler ق و ل
3 رَبَّنَا Rabbimiz ر ب ب
4 إِنَّنَا gerçekten biz
5 امَنَّا inandık ا م ن
6 فَاغْفِرْ bağışla غ ف ر
7 لَنَا bizden
8 ذُنُوبَنَا günahlarımızı ذ ن ب
9 وَقِنَا ve bizi koru و ق ي
10 عَذَابَ azabından ع ذ ب
11 النَّارِ ateş ن و ر

اَلَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اِنَّـنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ


İsim cümlesidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  اَلَّذ۪ينَ , mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri  هم  şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası  يَقُولُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. 

يَقُولُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı  fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli,  رَبَّنَٓا اِنَّنَٓا اٰمَنَّا ’dır. Nida harfi mahzuftur. Münada olan  رَبَّ , muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Nidanın cevabı  اِنَّنَٓا اٰمَنَّا’dır.  إنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  إنَّ ’nin ismi olarak gelen mütekellim zamiri  نَا , mahallen mansubtur. 

اٰمَنَّا  fiili  إنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  اٰمَنَّا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

فَ  atıf harfidir.  اغْفِرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت’dir.  لَنَا  car mecruru  اغْفِرْ  fiiline müteallıktır.  ذُنُوبَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  قِ  illet harfinin hazfiyle mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  عَذَابَ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. ٱلنَّارِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اَلَّذ۪ينَ يَقُولُونَ [diyenler] ifadesi kendilerine cennet nimeti verilecek olan takva sahibi müminlerin vasfıdır. Sıfat olarak mecrurdur. Medih (övgü) olarak mansub olması da caizdir. Cümlenin başında gizli bir  هُمْ [onlar] zamiri takdir edilerek merfû sayılması da mümkündür. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)

اَلَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اِنَّـنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ


Müstenefe cümlesi olarak fasılla gelen ayette has ism-i mevsûl  اَلَّذ۪ينَ , takdiri  هم  olan mahzuf mübtedanın haberidir. Önceki ayetteki ism-i mevsûlden bedel veya onun sıfatı olduğu da söylenmiştir.

Mevsûlün sılası, müspet fiil sıygasında gelmiş faide-i  haber ibtidaî kelamdır. Fiilin  mekulü’l-kavli ise nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nida harfi mütekellimin münadaya yakın olma isteği sebebiyle hazfedilmiştir.

Nidanın cevabı olan ...اِنَّنَٓا اٰمَنَّا cümlesi ,   اِنَّ  ’nin dâhil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkarî kelamdır. Haber cümlesi formunda olduğu halde dua manasına geldiği için mukteza-i zahirin hilafınadır. Bu nedenle mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

اِنَّ’nin haberi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sebebiyye veya ta’liliye olan  فَ’nin dâhil olduğu  فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا  cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Fakat dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ  cümlesi makabline matuftur. Bu cümle de önceki gibi dua manasına gelen inşâî isnad olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Bu ayet ya “O takva sahipleri, o üstün faziletli kullar kimlerdir?” şeklindeki gizli bir sualin cevabıdır ya da daha önce zikri geçen takva sahiplerine meth ü sena, vasıflama ve izahtır.

اِنَّنَٓا اٰمَنَّا  [Biz şüphesiz iman ettik.] cümlesinin tekidli olması, takva sahiplerinin büyük rağbetinden ve sonsuz isteklerinden ileri gelmektedir.

“Artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” duasının mücerred imandan sonra zikredilmesi, ilahî mağfirete ve cehennem ateşinden korunmaya hak kazanmak için bu kadarının yeterli olduğuna delalet eder. (Ebüssuûd)

“Ey Rabbimiz, biz iman ettik.” dedikleri, daha sonra da “Artık bizim günahlarımızı bağışla.” diye dua ettikleri nakledilmiştir. Bu da onların sırf imanları ile Allah’ın mağfiretini istemeye yol bulduklarını gösterir. Allahu Teâlâ bu sözü onları medh ve sena etmek için nakletmiştir. Binaenaleyh bu, kulun sırf imanı ile Allah'ın rahmet ve mağfiretine müstehak olacağına delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)

Ayette mübtedanın ve nida harfinin mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır.

وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ ibaresi Bakara Suresi 201. ayetteki duayı hatırlatır. İktibas vardır. İki cümle arasında tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Burada sanki “Kim bu yüce ikramlarla yükselen takva erbabı?” diye bir soru sorulmuş ve cevabı alınmıştır. İşte onlar, “Ey Rabbimiz! Seni ve Senin peygamberini tasdik ettik. Bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru.” diyenlerdir. Buradan anlaşılıyor ki mücerred bir iman, kulun bağışlanmasına ve ateşten korunmasına yetmektedir. (Ruhu’l Beyan)


Âl-i İmrân Sûresi 17. Ayet

اَلصَّابِر۪ينَ وَالصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ  ...


 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 الصَّابِرِينَ sabredenler ص ب ر
2 وَالصَّادِقِينَ ve sadık olanlar ص د ق
3 وَالْقَانِتِينَ ve gönülden itaat edenler ق ن ت
4 وَالْمُنْفِقِينَ ve infak edenler ن ف ق
5 وَالْمُسْتَغْفِرِينَ ve istiğfar edenler غ ف ر
6 بِالْأَسْحَارِ seherlerde س ح ر

14. ayette insanlar için süslenmiş arzu ve isteklerden bahsedilmişti. Bunlar doğru kullanıldığında hayatın devamı için gerekli olan arzulardır. Ama freni olmayan çok muhteşem lüks bir araç nasıl kaza yapmaya sebep olur ve frene ihtiyaç duyarsa, insanoğlunun da bu duygularını frenlemeye ihtiyacı vardır. İlk ve en önemli fren de sabırdır. Onun için bu arzu ve isteklerle savaşmak için gereken kişilik özelliklerini sayarken ilk önce sabrı sayarak başlıyor ayet.

Sabır; darda tutmaktır. Nefsi, akıl ve şer’in gerektirdiği hususlar üzerinde veya onların onu hapsetmeyi gerektirdikleri hususlara karşı hapsetmektir. Sabrın çeşitleri vardır. Nefsin hapsedilmesi bir musibetten dolayı ise buna صبر denir ki zıttı feryattır (جزع). Savaşta olan sabra شُجَاعَة (kahramanlık, cesaret) denir ki zıttı korkaklıktır (جُبْن). Konuşma konusundaki sabra كِتْمَان (sır saklama, ketumluk), zıttına مَزْل (sırrı ifşa) denir. (Müfredat)

اَلصَّابِر۪ينَ وَالصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ


اَلصَّابِر۪ينَ  kelimesi 15. ayetteki لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا’nin sıfatıdır.  اَلصَّابِر۪ينَ ’nin cer alameti  ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  اَلصَّابِر۪ينَ ‘ye matuftur. بِالْاَسْحَارِ car mecruru  الْمُسْتَغْفِر۪ينَ ’ye müteallıktır.

الْمُنْفِق۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.

الْمُسْتَغْفِر۪ينَ sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’al babından ism-i faildir.

Burada sayılanların tamamı takva sahibi müminlerin sıfatlarıdır. Bu ifadenin îrabı üç şekilde yapılabilir: [Önceki ayette geçen] اَلَّذِينَ kelimesine atıfla mecrur olabilir.  اَلَّذِينَ medih üslûbu üzerine mansub sayılırsa bu kelimeye atıfla mansub olabilir.  اَلَّذِينَ kelimesi merfû veya mecrur kabul edilip bu ifadeler medih üslubu üzere mansub sayılabilir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)

Tek bir gruptan bahsedildiği halde sıfatların arasında وَ harfinin bulunması da övgü kastının bulunduğunu gösterir.  وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا  [Efendi, iffetli, peygamber (Âl-i İmran 3/39)] ayetinde ve “Oruç ayı, namaz ayı ve insanları doyurma ayı geldi.” sözünde de bu üslûp bulunur. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)

وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ [Seherlerde bağışlanmak için Allah'a dua eden] ifadesinde hususi olarak seher vakitleri zikredilmiştir, çünkü onlar önce geceyi ibadetle geçirirlerdi. Dolayısıyla ibadetle geçen bir gecenin ardından hacetlerini arz etmeleri güzel ve yerinde oluyordu. Nitekim Allah Teâlâ, اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ [Güzel sözler yalnızca O’na yükselir; onu yükselten de salih ameldir.” (Fatır 35/10)] ayetinde bunu ifade etmiştir. Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği nakledilmiştir: Onlar gecenin başında namaz kılarlar, seher vakti geldiğinde de dua ve istiğfara başlarlardı; geceleri böyle [ibadetle] gündüzleri de böyle [dua ve istiğfarla] geçerdi. (Keşşâf)


اَلصَّابِر۪ينَ وَالصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ


Birbirine  atfedilmiş ism-i fail kalıbındaki bu kelimeler 15. ayetteki لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا  için sıfat olarak gelmiştir. İsm-i fail kalıbı sıfatın mevsûfta zamandan bağımsız olarak  sürekli varlığına, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

اَلصَّابِر۪ينَ - الصَّادِق۪ينَ - الْقَانِت۪ينَ kelimeleri arasında muvazene,  الْمُسْتَغْفِر۪ينَ  ve  الْمُنْفِق۪ينَ  de dâhil edildikten sonra bütün bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

اَلصَّابِر۪ينَ وَالصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَار… Sıfatların arasına hep وَ  harfi girmiş. Aslında sıfatların arasına وَ  harfi girmez. Buradaki  و’lar; kâmil manada sabredenler, kâmil manada sadık olanlar, kâmil manada boyun eğenler ve kâmil manada seherlerde istiğfar edenler manasını kazandırır. Her bir sıfatın başlı başına özel bir değeri olduğu, araya kaynayıp gitmemesi, her birinin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği için ve takva sahiplerinde bu sıfatların kemal derecede olduğunu bildirmek üzere böyle gelmiştir. (Ebüssuûd, Âşûr) 

Ayette sayılan bu beş sıfat, bunların tek bir mevsûfa (şahsa) ait olacağına işarettir. Binaenaleyh bu sıfatların başlarındaki atıf harflerinin hazfi gerekirdi. Fakat burada atıf harfi olan وَ’lar gelmiştir. Doğrusunu Allah bilir, fakat öyle sanıyorum ki bu; kendisinde bu sıfatlardan tek bir tanesi bulunanın da ayetteki büyük medhin muhtevasına girdiğini ve bol mükâfata ereceğini gösteriyor. En iyisini Allah bilir. (Fahreddin er- Râzî)

Bu atıf harfinin zikrinin veya terk edilmesinin taşıdığı başka manalar da vardır. Bazen وَ  terk edilir ve sıfatlar atıfsız olarak birbiri peşi sıra gelir. Bu da mevsûfta bu sıfatların hepsinin birden bulunduğuna delalet eder. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)

سْحَارِ  kelimesi, sihir kelimesinden gelir. Alacakaranlık olduğu için o vakitte bir şeyi aslına uygun olarak göremeyebiliriz. Sihir de göz aldatmacasıdır.

Seher ayrıca “ciğer” demektir. Sabahın nefes alması, yeni günün başlaması, tazelenme manaları ve göğüs kafesindeki nefes alma organlarımız olan akciğerleri akla getirir. Çok değerli bir vakittir, insanın kafasında hiçbir düşünce ve günün yorgunluğu yoktur. 

اَلصَّابِر۪ينَ [Sabredenler] Sabır, dinde yasaklanmış istekleri yapmaması için nefsi tutmaktır. Sabır üç çeşittir: Allah'a itaat etmek için sabır, Allah'a isyan etmemek için sabır, zorluklara ve musibetlere karşı sabır. الصَّادِق۪ينَ [Sadıklar] Doğruluk üç çeşittir: Sözde, işte ve niyette doğruluk. الْقَانِت۪ينَ [Boyun eğenler] قَانِت۪ itaat eden demektir. Manası hakkında; itaatinde devamlı olan, dua eden kişi, gece namazı kılan, Allah’tan korkan, boyun eğen, hiç ara vermeden ve gaflete düşmeden Allah'a itaat edendir şeklinde çeşitli görüşler vardır. الْمُنْفِق۪ينَ [İnfak edenler] mallarını ve malları dışında sahip oldukları şeyleri hayır yolunda harcayanlardır. الْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ  [Seherlerde Allah’tan af dileyenlerdir.] Yani onlar, Allah Teâlâ’dan günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir. Bir görüşe göre onlar sabır, sıdk, itaat ve infakı tam manasıyla yaşayanlardır ve günah işlemeyenlerdir. Yaptıkları istiğfar kusur ve noksanları sebebiyledir. Bir görüşe göre de onlar gecenin son vaktinde namaz kılanlardır.  (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr) 

Ayette seher vakitleri mağfiret dilemeye tahsis edilmiştir. Çünkü seher vakitlerindeki dua, icabete daha yakındır. Zira o vakitlerde özellikle de ondan önce teheccüd namazını kılmış olanlar için ibadet hissi, gönül safiyeti ve ruh huzuru daha yüksek olur. (Ebüssuûd)


Âl-i İmrân Sûresi 18. Ayet

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۜ  ...


Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 شَهِدَ şahiddir (ki) ش ه د
2 اللَّهُ Allah
3 أَنَّهُ şüphesiz
4 لَا yoktur
5 إِلَٰهَ tanrı ا ل ه
6 إِلَّا başka
7 هُوَ O’ndan
8 وَالْمَلَائِكَةُ ve melekler م ل ك
9 وَأُولُو ve sahipleri ا و ل
10 الْعِلْمِ ilim ع ل م
11 قَائِمًا gözeten ق و م
12 بِالْقِسْطِ adaletle ق س ط
13 لَا yoktur
14 إِلَٰهَ tanrı ا ل ه
15 إِلَّا başka
16 هُوَ O’ndan
17 الْعَزِيزُ azizdir ع ز ز
18 الْحَكِيمُ hakimdir ح ك م

“La ilahe illallah”ın ilk olası sonucu ve ilk belirtisi adalettir. Mekki surelerin en önemli konusu “la ilahe illallah” bilincini yerleştirmekti… Henüz kurban ayeti, miras ayetleri, boşanma ayetleri gelmeden önce “tartıda adaleti emreden Mutaffifin, kız çocuklarının öldürülmemesi gerektiğini içeren Tekvir suresi, dini yalanlayanı uyaran Maun suresi gelmiştir. Yani ilk inen ayetlerle iman edenlerden beklenen değişiklik “adil” olmalarıdır. “La ilahe illallah” sayesinde Hz. Bilal ve Hz. Ebubekir aynı safta namaza durmuştur. İslam adaleti emreder.

Allah şahittir, muhakkak ki o, ondan başka ilah yoktur, ve melekler ve ilim sahipleri ve doğruluk üzerine yaşayanlar (şahittir). Ondan başka ilah yoktur. (Bu ifade tekrar edildi). Aziz ve Hakimdir.

Bu ayetin de ism-i azam olduğu söyleniyor. Namazlardan sonra okunmasının çok faziletli olduğu söylenmiş. 

Allah’ın şahit olması şöyle açıklanabilir: Ezelde Allah’tan başka hiçbir şey mevcut değildi. Dolayısıyla şahit olacak başka kimse de yoktu. Bize de öğretiyor ki, siz de bunu taklid edin, La ilahe illallah’ı söyleyin. Yani bu ayetin talim için geldiği söylenir.

Kıst ile adl arsında anlam yakınlığı vardır.

Adl, “iki müsavi şey arasındaki eşitlik”tir. Qıst ise “paylaştırma ve cüzlere ayırmak”tır.

Adl iki taraf arasında olur, “yani iki taraf arasındaki eşitlik”tir. İki taraf arasındaki denklik ve eşitliğe delâlet etmek için mekân zarfı olan beyne ile müteaddî olur.

Qıst'a gelince, “güzel bir şekilde paylaştırmak” demektir. أَقسطَ في تعامله مع الناس [İnsanlarla ilişkilerde hakkı gözetir] denir. Yani, “her hak sahibine hakkını ve payını, tam ve eksiksiz olarak verir” demektir. “Paylaştırmak ve hakkın, hissenin çıkarılması” manasındadır.

يُقْسِطُ fiili payın tam verildiğine delâlet etmek için, وَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تُقْسِطُواْ فِي الْيَتَامَى [Eğer, yetîmler hakkında qıst yapamamaktan korkarsanız] şeklinde olduğu gibi, kendisinden sonra gelen فِي harfi ile müteaddî olur. Güzel muamele ve hakkın yerine getirildiğine delâlet için اِلَى harfiyle de gelebilir. (Vakafat-Halidi, Nisa/3) 

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِۜ


Fiil cümlesidir.  شَهِدَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel, mahzuf  ب  harf-i ceri ile birlikte  شَهِدَ  fiiline müteallıktır. 

اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri  اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. 

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو  cümlesi  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. لَٓا  cinsi nefyeden harftir.  اِلٰهَ  ismidir.  اِلَّا  istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri; موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir  هُوَ  mahzuf haberin zamirinden bedeldir. 

الْمَلٰٓئِكَةُ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la lafza-i celâle matuftur. Faildir. اُو۬لُوا  kelimesi lafza-i celâle matuftur. Ref alametiو ’dır. Çünkü cemi müzekker salime mülhaktır. 

 الْعِلْمِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  قَٓائِمًا  hal olup fetha ile mansubtur.  بِالْقِسْطِ car mecruru ism-i fail olan  قَٓائِمًا ’e müteallıktır. 


 لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۜ


لَٓا  cinsi nefyeden harftir.  اِلٰهَ  ismidir.  اِلَّا  istisna harfidir.  لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri;  موجود (vardır) şeklindedir.

Munfasıl zamir  هُوَ  mahzuf haberin zamirinden bedeldir.  الْعَز۪يزُالْحَك۪يمُ  kelimeleri mahzuf mübtedanın iki haberidir. Takdiri  هو  şeklindedir.



شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِۜ


Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. 

Âşûr, شهد’nin lüzumiyet alakası ile mecaz veya tebe-i istiare veyahut da teşbih olduğunu söyler.

Muhammed b. Saib el- Kelbî de diyor ki: “İki Yahudi alimi, Peygamber (sav) ile görüşmek üzere yola çıktılar. Medine’yi gördükleri zaman biri diğerine dedi ki: ‘Bu şehir, ahir zamanda zuhur edecek Peygamberin (kitaplarımızda tarif edilen) şehrine ne kadar benziyor!’ Peygamberin (sav) huzuruna girdiklerinde, O’nu bütün sıfatları ile tanıdılar ve: ‘Sen Muhammed’sin değil mi?’ dediler. O, ‘Evet’ buyurdu. Onlar, ‘Senin bir adın da Ahmed’dir değil mi?’ dediler. Peygamber (sav), ‘Muhammed de Benim, Ahmed de Benim!’ buyurdu. Onlar, ‘Biz Sana bir şey soracağız. Eğer onu bize haber verirsen Sana iman eder ve davanı tasdik ederiz.’ dediler. Peygamber, ‘Sorun!’ buyurdu. Onlar da: ‘Allah’ın kitabındaki en büyük şehadeti bize haber ver.’ dediler. İşte o zaman Allah bu ayeti indirdi, onlar da Müslüman oldular.” (Fahreddin er-Râzî)

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük, haşyet ve muhabbet duyguları uyandırmak amacına matuftur. 

اَنَّ ’nin dâhil olduğu isim cümlesinin haberi, kasrla tekid edilmiş, faide-i haber talebî kelamdır. Bu cümle masdar teviliyle takdir edilen  ب  harfi ile شَهِدَ  fiiline müteallıktır. 

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. İsmi  اِلٰهَ  olan  لَٓا ’nın haberinin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri  حق (gerçektir) veya  موجود (vardır) olabilir. 

هُوَ , mahzuf haberdeki zamirden bedeldir. Bedel, ıtnâb sanatı babındandır.

لَٓا ve اِلَّا ile oluşan kasr, kasr-ı sıfat ale’l mevsûftur. Kasr لَٓا’nın haberi ve ismi arasındadır. اِلٰهَ sıfat / maksûr, هُوَۙ mevsûf / maksûrun aleyhtir. Kasr-ı hakiki ve kasr-ı sıfat ale’l mevsûftur.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهُ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. الْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ kelimeleri اللّٰهُ lafzına matuftur. بِالْقِسْطِۜ, müekked hal olan قَٓائِمًا ’e müteallıktır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

Cümlede  بِ  harfinin  ve  لَٓا’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

O’nun tek ilah olduğuna şahit olanların Allah, melekler ve akıl sahipleri olarak sayılması taksim sanatıdır.

Burada şehadete ikrar ve imanı da kapsayan genel ve mecazî bir anlam yüklemek suretiyle melekler ve ilim sahipleri, ism-i celâle (Allah'a) atfedilmiştir. Yani melekler de bunu ikrar ettiler ve ilim sahipleri de buna iman ettiler. Tekvînî (kâinattaki) ve teşriî delillerle buna hüccet getirdiler, demektir. (Ebüssuûd)

Ayetin başında Allah’ın zatının kemâli anlatıldıktan sonra “adaletle kâim/adil” yani “bütün işlerinde adaleti ayakta tutan” ifadesiyle de Allah’ın fiillerindeki kemal açıklanır. Allah’ın bu sıfatının, melekler ve ilim sahiplerinden sonra zikredilmesi meleklerin ve ilim sahiplerinin mertebelerinin yüksekliğini ve Allah'a yakınlıklarını zımnen belirtmek bir de tevhidin yüce şanına binaen onun şahitlerini bir an önce bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

[Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de…] اُو۬لُوا الْعِلْمِ [İlim sahipleri] adları geçen ve övülen kimselerdir. Onların bu şahitlikte bulunmaları kendileri için yapılan övgülerin en üst seviyeye ulaştırılması anlamına gelir. Kendilerinden önce Allah Teâlâ ve melekler zikredilmiştir. Bir görüşe göre  شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ  [Allah şahitlik etti.] ifadesi “Bu durumu haber verdi.” anlamındadır. Meleklerin ve ilim sahiplerinin şahitliği de böyledir. (Onların başında da “Allah haber verdi.” ifadesi takdir edilir.) İfadenin şahitlik kelimesiyle sınırlanması haberi pekiştirmektedir. “Senin şöyle olduğuna şehadet ederim.” şeklindeki ifade dilde yaygın olarak kullanılır. Aynı durum (belirli bir hususun şahitlik kelimesi ile tekid edilmesi) müezzinin ezanda okuduğu şehadet kelimesinde, namaz kılanın oturduğu zaman teşehhüt okumasında (ettehiyyatü duasında şehadet kelimesinde), İslam’a giren kimsenin okuduğu kelime-i şehadette de söz konusudur. Ancak tehlîl ismiyle kısaca ifade edilen  لا إلَهَ إلّا اللَّهُ  kelimesi tamdır (başında şahitlik kelimesi yer almaz), buna karşılık kelime-i şehadette aynı ifade “şahitlik ederim” ifadesi ile tekid edilir. [Ancak Allah sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şahitlik eder. Ve şahit olarak Allah kâfidir. (Nisa 4/166)] ayetinde de benzer bir kullanım vardır.  (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)

Allah, kainatta enfüsî (öznel) ve afakî (nesnel) deliller yaratarak vahdaniyetini (birliğini) apaçık ortaya koymuş ve bunu ifade eden teşriî ayetler indirmiştir. Bu mananın şehadet olarak tavsifi, mecazî olup mevcut delillerin matlubun ispatındaki kuvvetlerini ve inkârın ne kadar anlamsız olduğunu ifade içindir. (Ebüssuûd)

قَٓائِمًا بِالْقِسْطِۜ  yani taksim ettiği rızık ve ecel, verdiği sevap ve ceza, kullarına verdiği birbirlerine insaflı olma ve aralarında eşit bir şekilde muamelede bulunma emri gibi konularda adaleti sağlayarak, demektir. (Keşşâf)

 

 لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۜ


İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisaldir.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. İsmi اِلٰهَ olan لَٓا’nın haberinin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri  حق (gerçektir) veya  موجود (vardır) olabilir. 

هُوَ mahzuf haberdeki zamirden bedeldir. Bedel, ıtnâb sanatı babındandır.

لَٓا  ve اِلَّا  ile oluşan kasr, kasr-ı sıfat ale’l mevsûftur.

الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۜ takdiri هُوَ olan mübtedanın haberidir. Müsnedin ال takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca müsnedin ال ile marife gelişi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.

Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında  وَ  olmadan gelmesi, bu vasıfların her ikisinin birden O’nda mevcudiyetini gösterir.

الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۜ  kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır.

Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır ve aralarında muvazene sanatı vardır.

Bu iki sıfat, medih içindir.

Kasr ve müsnedin marife olmasıyla tekid edilen cümle faide-i haber inkârî kelamdır.

Burada إلّا menfi bir şeyden istisna için gelmiştir. Olumsuz ilah cinsinden, bir ferd istisna edilmiştir. لا’nın haberi böyle yerlerde çoğunlukla olduğu gibi burada da hazfedilmiştir. Çünkü bu  لا  harfi, cinsi olumsuzlar. Habere ihtiyaç duymaz. Sadece لا رَجُلَ في الدّارِ (Evde kimse yok) gibi isim veya harfin olmasını istemedikleri zaman veya haberin yerini tutacak bir şey olduğu zaman haberi hazfederler. لا إلَهَ إلّا اللَّهُ gibi. (Âşûr)

الْعَز۪يزُ ismi لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ [kelime-i tevhid]’e,  الْحَك۪يمُۜ ismi قَٓائِمًا بِالْقِسْطِۜ  ifadesine münasiptir. Teşâbüh-i etrâf vardır.

Bu tevhid ifadesinin tekrarı, anlamı tekid etmek (kuvvetlendirmek, güçlendirmek), tevhid delillerini öğretmeye ziyadesiyle itina göstermek, delilleri ortaya koyduktan sonra varılan hükmü anlatmak, Azîz ve Hakîm sıfatlarıyla bağlantı kurmak ve bunların Allah’ın sıfatları olduğunu bildirmek içindir. Azîz sıfatının, Hakîm sıfatından önce zikredilmesi de Allah'ın kudretine (Azîz sıfatının manasına) olan ilmin, O’nun hikmetine olan ilimden önce geldiğini zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

Cenab-ı Hakk, “(O), Azîz ve Hakîmdir.” buyurmuştur. “Azîz”, Cenab-ı Hakk’ın kudretinin, “Hakîm” ise ilminin mükemmelliğine işaret etmektedir. İlahın ancak bu iki sıfatla ilah olması mümkündür. Çünkü ilahın adaleti ayakta tutması, ancak ihtiyaçların hepsinin miktarını bilip mahlukatın işlerini yaratmaya kadir olmakla tam olur. Allah, “Azîz” vasfını “Hakîm” vasfından önce getirmiştir. Çünkü O’nun kudretini bilmek, istidlal yoluyla bilgi elde etmede, O’nun Alîm olduğunu bilmeden önce gelir. İstidlalî bilgilerde bu önce olduğu için ve hitap istidlal eden insanlara yapıldığı için Allah, izzet sıfatını hikmet sıfatından önce zikretmiştir. (Fahreddin er- Râzî)

 Önceki cümleyi tekid için yapılan bu tekrarda reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. Bakara 163. ayetle aralarında reddü'l-acüz ale’s-sadr vardır. 

الْعَز۪يزُ  ve   الْحَك۪يمُۜ  sıfatlarının atıfsız gelmesi, bu iki vasfın birlikte Allah Teâlâ’da kemâl derecede mevcut olduğunun göstergesidir.

 الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُۜ kelimelerinin arasında ve bu sıfatların ayetin bağlamıyla olan uyumunda mürâât-ı nazîr vardır. 

Yüce Allah’ın kendisinden başkasının kudret yetiremeyeceği, kendine mahsus fiilleri ile ve tevhide delalet eden İhlas Suresi, Ayete’l-kürsî ve benzeri vahiyleriyle vahdaniyetini göstermesi, bir şahidin açıklığa kavuşturma ve ortaya çıkarma noktasındaki şahitliğine benzetilmiştir. Aynı şekilde meleklerin ve ilim ehlinin bunu ikrar etmeleri ve delillendirmeleri de bu şehadete benzetilmiştir.  ُالْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُۜ  ْAllah Teâlâ’nın zatını nitelemiş olduğu vahdaniyet ve adaleti teyit eden iki sıfattır. Yani O, kendisine bir başka ilahın asla galip gelemeyeceği Azîz ve fiillerinde adaletten şaşmayan Hakîm’dir. (Keşşâf)
Âl-i İmrân Sûresi 19. Ayet

اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ  ...


Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 الدِّينَ din د ي ن
3 عِنْدَ katında ع ن د
4 اللَّهِ Allah
5 الْإِسْلَامُ İslamdır س ل م
6 وَمَا
7 اخْتَلَفَ ayrılığa düşmediler خ ل ف
8 الَّذِينَ kimseler
9 أُوتُوا verilmiş olan ا ت ي
10 الْكِتَابَ Kitap ك ت ب
11 إِلَّا başka (bir sebeple)
12 مِنْ
13 بَعْدِ sonra ب ع د
14 مَا
15 جَاءَهُمُ geldikten ج ي ا
16 الْعِلْمُ ilim ع ل م
17 بَغْيًا aşırılıkları ب غ ي
18 بَيْنَهُمْ aralarındaki ب ي ن
19 وَمَنْ ve kim
20 يَكْفُرْ inkar ederse ك ف ر
21 بِايَاتِ ayetlerini ا ي ي
22 اللَّهِ Allah’ın
23 فَإِنَّ (bilsin ki) şüphesiz
24 اللَّهَ Allah
25 سَرِيعُ çabuk görendir س ر ع
26 الْحِسَابِ hesabı ح س ب

İslâm kelimesi, silm, selm, selamet köklerinden gelir; hemzesi duhul veya müteaddi (geçişli) fiil yapmak için kullanılır. Kapsamlı ve pek temiz bir kelimedir ki, silme (barışa) ve selamete girmek veya koymak veya selamet temin eden teslimiyet, karşılıklı olarak barış içine girmek, hasılı sâlim olan mânâlarına gelir ki, hepsinde selamet ve sâlimiyet gayesiyle bir bağlılık ve uyumluluk mânâsı vardır. 

Din dahi irade ve akıl sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp toplumsal barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnızca insanlar arasında uyumluluk değil, insanlarla Allah arasında da bir uyum sözleşmesi vardır. Din sayesinde yaratıcının iradesi ile yaratılanın iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur.

Kul, Allah'ın dilediği gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi yapar; böylece arada didişme ve anlaşmazlık kalmaz. Allah'a ebedî vuslat hasıl olur. Bu sayede insanların birbirleriyle çatışan istek ve iradeleri, bir hedefe yönelerek aralarında bir sâlim medeniyet ve sürekli bir barış meydana gelir. 

Ve hepsi ilâhî nimetten istifade eder, felah bulur. Allah'ın birliğine bağlanıp uymayınca da bu maksat hasıl olmaz. Bu sûretle dinin özü, bu tevhid inancı çerçevesinde, her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan" Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Hakkıyle kurtuluş, felah ve selamet ve hayır ve mutluluk ancak bu ihlasta, bu bağlılıktadır. 

Allah katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah'dan başka ilâh ve ilâhlar tanıyan veya gerçeği bildiği halde, dine bağlanmayı gerçekten başka bir şey sanan, din ile ilim, Hak Teâlâ ile en yüce hayır arasında didişme var zanneyleyen veyahut hayırla şer çatışmasının çözümüne Allah Teâlâ'nın hakim olmadığını, O'nun hükmünün dışında herhangi bir şey kalabileceğini farzeden velhasıl Hakk'tan gelmeyen ve Hakk'ın âyetlerinden çıkarılmayan dinlerin, bağlılıkların ve dindarlıkların hiçbiri insanlara selamet ve seadet bahşedecek hak din değildir. Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve batıl olan birşey olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de batıldır.

Özetleyecek olursak, din ve dindarlığın bütün mânâsı, itaat ve bağlılık anlamıyla selametin sağlanmasında toplanır. İslâm'ın mânâsı da faydalı bir selamet, katıksız bir teslimiyet ve bağlılıkta toplanır. Şu halde din kavramı, mutlak anlamıyla ele alındığı zaman bile mutlak olarak İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır. Hangi din ele alınacak olsa, onun özünün teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret olduğu görülür.

Zahir din, İslâm'ın dış görünüşü; batın din İslâm'ın içyüzü; tam din, dışyüzü ve içyüzü ile hakiki İslâm; batıl din yalan ve yanlış bir İslâm; hak din, hak bir İslâm'dır. Hakikaten selamet bahşeden hak bir İslâm ise ancak hakiki tevhid inancına dayanan bir İslâm'dır. Hakiki tevhid ise, şeriki ve ortağı bulunmak ihtimali bile olmayan, ezel ve ebed bakımından hayy ve kayyum bir ilâh tanımak ve ancak O'na şehadet etmektir. Böyle bir ilâh ise ancak Allah Teâlâ'dır. Evvel ve âhir bütün izzet ve hakimiyeti şahid ve meşhud olan zat-ı ehadiyyetinde toplayıp, kendisinden başka ilâhları nefyetmiş, O'ndan başka tanrılık iddia eden veya tanrılık nisbet edilenlerin hepsinin acz ve zavallılığını daima göstermiş ve göstermekte bulunmuş ve herhangi bir zamanda tevhid nizamından çıkmak isteyenleri perişan eylemiş ve her türlü mutluluğu tevhid yolundan bahşeylemiş, velhasıl diye ilâhlıkta birliğe kendisi de şehadet etmiş olmakla Allah'ın birliğine şehadet ile hakiki İslâmın, Hak Teâlâ'nın dini olduğunda hiç şüphe yoktur. Hakiki din kurucusu olan Allah Teâlâ'nın İslâmını, melekler ve ilim sahipleri gibi, kendi birliğine iman ve ihlâs ile bağlananları rahmeti ile selamete çıkarmak, kulların İslâmı da Allah'a kendilerini teslim ederek bu selamet yoluna girmek demektir. 

İşte İslâm dini, Allah ile kullar arasındaki bu birlik ilişkisidir. Meleklerin ve ilim sahiplerinin dini de budur. İlim alanında bundan başka bir din yoktur. Bu dinin başı hakkı bilmek, hak ilmin başı da bu dindir. Bu dinden başka bir din aramak ya Allah'ın üstüne çıkmaya çalışmak, ya Allah'dan aşağısına nefsini teslim eylemektir ki, ikisi de dinsizlik ve küfürdür. İsyan ve tefrikadır, felakettir. Binaenalyh kitap ehli olanların anlaşmazlıkları ile bunun bilimselliğine ve gerçekliğine hiç halel gelmez. Onların gerek kendi aralarında, gerek Rasûlullah'a karşı ihtilaf çıkarmaları, hak ve hakikatı bildiren bütün ilim sebepleri geldikten sonra adalet ve hakkaniyetle hareket etmeyi, hakka ve ilme teslim olmayı, boyun eğmeyi bir yana bırakıp, kendi aralarında azgınlık ve düşmanlıkla, hükmetme sevdasıyla dinsizliğe ve inkâra saptıklarından dolayıdır. Fakat adalet ve hakkın ispatı için gönderdiği ve delil olarak öne sürdüğü gibi kesin âyetler ve belgelere her kim küfreder, bunları inkâr eder, İslâm'dan kaçınırsa Allah hesabı çabuk görendir. Cezalarını hemen vermekten çekinmez. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır)

اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ


اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. 

 الدّ۪ينَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.  عِنْدَ  mekân zarfı,  الدّ۪ينَ  kelimesinin mahzuf sıfatına mütealliktir. Takdiri; الدين الثابت (sabit din) şeklindedir. 

 اللّٰهِ  lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  الْاِسْلَامُ  kelimesi  اَنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  اخْتَلَفَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

اُو۫تُوا  meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هُو’dir.  الْكِتَابَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

اِلَّا  hasr edatıdır.  مِنْ بَعْدِ  car mecruru  اخْتَلَفَ  fiiline müteallıktır. مَا  ve masdar-ı müevvel, مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur. 

 جَٓاءَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  هُمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  الْعِلْمُ  fail olup lafzen merfûdur.  بَغْيًا  sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclih olup fetha ile mansubdur. 

بَيْنَ  mekân zarfı, بَغْيًا ’e müteallıktır. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

 

 وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ


و  istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  یَكۡفُرۡ  şart fiili olup sükun meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir. 

بِاٰيَاتِ  car mecruru  يَكْفُرْ  fiiline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  إِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur.  سَر۪يعُ  kelimesi  إِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. الْحِسَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.


اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠


Müstenefe olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi  اِنَّ ’nin dâhil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır.  اِنَّ  ve müsnedin tarifi olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir.

عِنْدَ اللّٰهِ  izafetinde lafza-i celâle muzâf olması  عِنْدَ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهُ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Arapçada “din”, “Karşılık, mükâfaat ve ceza” demektir; verilen mükâfatın sebebi oldukları için yapılan ibadetlere de “din” denilmiştir. (Fahreddin er-Râzî) 

Bu ayette اِنَّ’nin hem ismi hem de haberi marife olarak gelmiştir. Bu yüzden kasr ifade eder. Kasr-ı mevsûf ale’s sıfattır. Yani Allah katında İslam’dan başka din yoktur demektir. (Âşûr)

 

وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ


Cümle makabline وَ ’la atfedilmiştir. Menfi mazi fiil formunda faide-i haber talebî kelam olan cümlede  مَا  ve  اِلَّا  ile kasr meydana gelmiş ve biri menfi diğeri müspet iki mana ifade etmiştir. 

Cümledeki ikinci  مَا , ism-i mevsûldür. İki  مَا  arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Mevsûlün sılası müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

...وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا  cümlesinde kasr-ı kalp vardır. 

جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ  şeklinde ilim şahıslaştırılmıştır. Ya da  جَٓاءَ  fiilinde istiare vardır.

[Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki ayrılığa düştüler.] Yani Allah’ın dini olan İslam hakkında kendilerine Tevrat’ın ve İncil’in ilmi verilen Yahudi ve Hristiyanlar kendilerine vahiy açıklandıktan sonra ihtilafa düştüler. Bunun sebebi, açıklamadaki bir kusur veya delillerdeki bir kapalılık değildir. Bilakis tevhidin delilleri açıktır. “Aralarındaki kıskançlık yüzünden…” Ahfeş söyle demiştir: Bu ifade öne alınmıştır. Aslında “Aralarındaki kıskançlık yüzünden ancak şu kimseler ayrılığa düştüler.” şeklinde takdir edilir. بَغْيًا , zulmederek üstünlük elde etmeye çalışmaktır. Yani hakka karşı inat edenler, Hz. Peygamber (sav) ve müminlere hasetlerinden, reis olmak istediklerinden ve başkalarına büyüklendiklerinden O’nun ayetlerini düşünmekten yüz çevirdiler. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)

Onların, اؤتوالكتاب [kitap verilmiş olanlar] şeklinde vasıllandırılmaları, hallerini daha çok takbih içindir. Çünkü ellerinde ihtilafı giderecek ve bu yarayı kökünden kurutacak bir düstura sahip olanların buna rağmen uyuşmazlığa düşmeleri son derece çirkindir. Yani o Yahudiler ve Hristiyanlar, İslam’ın yegâne hak din olduğunu bütün delilleriyle öğrenme imkânına sahip oldukları halde buna arkalarını dönerek kendileri için kapalı bir nokta ve bir şüphe kaldığı için değil, sırf aralarındaki kıskançlık ve rekabet yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Ayetin bu ifadesi, onların, dalaletin son haddinde olduklarını gösterir. Çünkü bu imkâna sahip olanların ihtilafa düşmeleri akıl işi değildir. Ayetin, onların sırf kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüklerini ifade etmesi ise kendileri için takbih üstüne takbihtir. (Ebüssuûd)

Kadim dilcilerin ekserisine göre  اَنَّ, kendisinden sonrası müfred hükmünde olduğu için tekid edatları arasında değildir. Zira tekidden maksat yalnızca müsned veya müsnedün ileyhin tekid edilmesi değil nispetin tekid edilmesidir. Ancak İbn Hişam (ö. 761/1360), اِنَّ’nin bir parçası olması sebebiyle  اَنَّ’nin de tekid edatları arasında olduğu görüşündedir. Genel kanaat de bu yöndedir; fakat ikisinin aynı harf olduğunu savunan nahivciler de vardır. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu Ve Haberin Mukteza-i Zahire Uygun Gelmemesi Durumu [Kur’an-ı Kerim Örneği])

 

 وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ


وَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır.

Şart cümlesi  يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ  müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Az sözle çok anlam ifade eden  بِاٰيَاتِ اللّٰهِ  izafeti, lafza-i celâle muzâf olan ayetlere şan ve şeref kazandırmıştır 

فَ  karînesiyle gelen cevap cümlesi isme  isnad edilmiş,  اِنَّ  ile tekid edilmiş bir haber cümlesidir. Sübut ifade eder. Faide-i haber talebî kelamdır.

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla Allah lafzında tecrîd sanatı vardır. Müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâlle marife olması tazim, telezzüz ve teberrük içindir. (Ebüssuûd) 

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, مَن ’in haberidir. 

اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ [Allah hesabı çabuk görendir.] ifadesinde lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatı vardır. Bu cümle mesel tarikinde tezyîldir.

مَنْ , مَا  ve  الَّذ۪ينَ ayetteki ism-i mevsûllerdir. Tevcih ihtiva ederler.

Kalplere korku salmak kastıyla ayette üç kez tekrarlanan  اللّٰهِ  lafzında ıtnâb, tecrîd ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ  Burada zamir yerine  اللّٰهِ  lafzının gelmesi, kalplere korku ve heybet yerleştirmek içindir. (Safvetü't Tefasir, Ebüssuûd) 

[Allah’ın hesabı çok çabuktur.] Yani o hemen Allah Teâlâ’nın huzuruna gelir ve Allah onu hemen hesaba çekip küfrüne karşılık cezasını verir. Bir görüşe göre Allah’ın hesabı çabuk görmesi cezasının şiddetli olması anlamına gelir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr)  
Âl-i İmrân Sûresi 20. Ayet

فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّ۪نَ ءَاَسْلَمْتُمْۜ فَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ۟  ...


Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.” Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: “Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkıyla görendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَإِنْ eğer
2 حَاجُّوكَ seninle tartışmaya girişirlerse ح ج ج
3 فَقُلْ de ki ق و ل
4 أَسْلَمْتُ ben teslim ettim س ل م
5 وَجْهِيَ özümü و ج ه
6 لِلَّهِ Allah’a
7 وَمَنِ ve kimseler
8 اتَّبَعَنِ bana uyan ت ب ع
9 وَقُلْ ve de ki ق و ل
10 لِلَّذِينَ kendilerine
11 أُوتُوا verilenlere ا ت ي
12 الْكِتَابَ Kitap ك ت ب
13 وَالْأُمِّيِّينَ ve ümmilere ا م م
14 أَأَسْلَمْتُمْ Siz de İslam (teslim) oldunuz mu? س ل م
15 فَإِنْ eğer
16 أَسْلَمُوا İslam olurlarsa س ل م
17 فَقَدِ muhakkak
18 اهْتَدَوْا doğru yolu bulmuşlardır ه د ي
19 وَإِنْ yok eğer
20 تَوَلَّوْا dönerlerse و ل ي
21 فَإِنَّمَا artık
22 عَلَيْكَ sana düşen
23 الْبَلَاغُ sadece duyurmaktır ب ل غ
24 وَاللَّهُ Allah
25 بَصِيرٌ görmektedir ب ص ر
26 بِالْعِبَادِ kulları(nın yaptıkları)nı ع ب د

Biriyle konuşurken sizi dinlemez, yüz çevirirse demotive olur tekrar o kişiyle konuşmak istemezsiniz. “Kabul etsinler, etmesinler size düşen ancak /sadece tebliğdir” diyor Allah, peygamberimize. Bize de düşen aynısıdır. Eşimize, çocuklarımıza, yakın çevremize nazik ve yumuşak bir dille tebliğ...

فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ


فَ  atıf harfidir. اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder. حَٓاجُّو  şart fiilidir. Damme üzere mebni mazi fiil, mahallen meczumdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

فَ  şartın cevabına dahil olmuş rabıta harfidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

Mekulü’l-kavl cümlesi  اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ ’dir. قُلْ fiilinin mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. اَسْلَمْتُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُ  fail olarak mahallen merfûdur.  وَجْهِيَ  mukadder fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  لِلّٰهِ  car mecruru  اَسْلَمْتُ fiiline müteallıktır.

وَ  atıf harfidir.  مَن  müşterek ism-i mevsûlu  اَسْلَمْتُ ’deki zamire matuf olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اتَّبَعَنِ ’dir.  اتَّبَعَنِ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Sonundaki  نِ  vikayedir. Esre ise mütekellim zamirinden ivazdır. Hazfedilen  يَ  ise mef‘ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

وَمَنِ اتَّبَعَنِ  ifadesi  اَسْلَمْتُ  fiilindeki  تُ ’ya yani fail zamirine atıftır ve arada başka ifadeler olduğu için bu şekilde atıf güzeldir. Ayrıca bu ifadenin başındaki  وَ ’ın,  مَعَ [birlikte] manasında olması ve ifadenin mef’ûl-i ma‘ah [birliktelik bildiren nesne] olması da mümkündür. (Keşşâf)


 وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّ۪نَ ءَاَسْلَمْتُمْۜ


Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir. قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

 الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl,  لِ  harf-i ceri ile birlikte  قُلْ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. اُو۫تُوا  meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  الْكِتَابَ  mef’ûlun bihtir.

Mekulü’l-kavl  cümlesi  ءَاَسْلَمْتُمْ ’dir. Hemze istifhamdır.  اَسْلَمْتُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمْ  fail olarak mahallen merfûdur.

 

 فَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُۜ


فَ  istînâfiyyedir. اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  اَسْلَمُوا   şart fiilidir. Damme üzere mebni mazi fiil, mahallen meczumdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. قَدِ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder. اهْتَدَوْا  mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

وَ  atıf harfidir. اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder. تَوَلَّوْا  şart fiili, mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

فَ  şartın cevabına dahil olmuş rabıta harfidir.  اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki  مَا  harfidir, اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. اِنَّ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.

 عَلَيْكَ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  الْبَلَاغُ  muahhar mübtedadır.  

 

وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ۟


İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli mübtedadır. بَص۪يرٌ  haberdir.

 بِالْعِبَادِ  car mecruru بَص۪يرٌ  kelimesine müteallıktır.


فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ


Ayete dahil olan  فَ  istînâfiyyedir. İlk cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Şart  cümlesi  حَٓاجُّوكَ  müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cevap cümlesi ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.  فَ  karînesiyle gelen cevap cümlesinde fiilin mef’ûlü olan mekulü’l-kavl, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

İsm-i  mevsûl  اَسْلَمْتُ , مَنِ  fiilinin failine matuftur. Sılası müspet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اَسْلَمْتُ - اتَّبَعَنِۜ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı حَٓاجُّو- اَسْلَمْتُ  kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

[Eğer seninle tartışmaya girerlerse…] Yani ‘seninle tartışırlarsa’ demektir. Ne konuda tartışacaklarını söylememiştir. Ancak cevaptan tartışmanın din hakkında olduğu anlaşılmaktadır. [De ki: Ben kendimi Allah'a teslim ettim.] Yani ben sadece Allah'a yöneldim. Başkalarına yönelmem. Bir görüşe göre yüzümü yani dinimi Allah'a adadım. Bir görüşe göre ilmimi Allah'a adadım. Diğer bir yoruma göre nefsimi teslim ettim.  مَنِ اتَّبَعَنِۜ [Bana uyanlarla birlikte.] Bu ifade  اَسْلَمْتُ [Teslim ettim.] fiilindeki  ت  zamirine atfedilmiştir. Yani ben ve bana uyanlar bunu yaptık. Bu ifade اَسْلَمْتُ  fiilinden sonra  انا  zamiri getirilerek veya getirilmeden kullanılır. Daha yaygın olanı  انا  zamirinin getirilmesidir. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr) 

وَمَنِ اتَّبَعَنِۜ  ifadesi  اَسْلَمْتُأ  fiilindeki  ت ’ya yani fail zamirine atıftır ve arada başka ifadeler olduğu için bu şekilde atıf güzeldir. Ayrıca bu ifadenin başındaki وَ ’ın, مع [birlikte] manasında olması ve ifadenin mef’ûlu ma‘ah (birliktelik bildiren nesne) olması da mümkündür. (Keşşâf)

 اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ  Burada  جْهِيَ [yüz] zikredilmiş, şahsın kendisi kastedilmiştir. Bu mecaz-ı mürsel olup zikr-i cüz irade-i küll (bir bölümünün  zikredilip tamamının kastedilmesi) kabilindendir. (Safvetü't Tefasir)

اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ [Ben yüzümü Allah’a teslim ettim.] cümlesinden murad, insanın nefsi, kalbi ve bütün varlığı ile Allah’a yönelmesi, teslim olmasıdır. Bunlar yüz olarak ifade edilmiştir. Çünkü yüz, insan vücudunun en şerefli cüz’ü; beşerî kuvvetlerin ve duyuların mazharı; ibadetlerin büyük bir kısmını ifa eden bölümüdür. Bundan başka bir şeye yönelme de yüz ile gerçekleşir. (Ebüssuûd)


وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّ۪نَ ءَاَسْلَمْتُمْۜ


Ayetin bu cümlesi önceki inşâ cümlesine matuftur. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّ۪نَ  cümlesi mecrur mahaldeki ism-i mevsûlün sılasıdır. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır. 

İstifham üslubunda talebi inşâî isnad olan  ءَاَسْلَمْتُمْۜ  cümlesi  قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavlidir.

اَسْلَمْتُمْۜ - اَسْلَمُوا - اَسْلَمْتُ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اَسْلَمُوا - اهْتَدَوْاۚ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

الْاُمِّيّ۪نَ  Ümmiler; herşeyden habersiz olup yanlış yola sapanlar ya da kitap verilmeyenlerdir.

لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ  Yahudi ve Hristiyanlardan “kendilerine kitap verilenler” diye bahsedilmesi, onların fazlaca âdilik ve çirkinliklerini ifade eder. Çünkü kitabı bilmelerine rağmen ihtilafa düşmeleri, son derece âdi ve çirkin olduklarını göstermektedir. (Safvetü't Tefasir)

 

فَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ


فَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. 

Şart cümlesi  اَسْلَمُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Rabıta harfi  فَ  ile gelen cevap cümlesinde ise  اهْتَدَوْاۚ  fiili tahkik harfi  قَدِ  ile tekid edilmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. 

اهْتَدَوْاۚ , iftial babında geldiği için hidayete ermenin zaman aldığını ifade eder. O yüzden ‘’İman ettiniz mi?’’ diye değil, ‘’Teslim oldunuz mu?’’ diye sorulur. İmana girmek o kadar kolay ve çabuk olan bir şey değildir.

Nahivciler şöyle demişlerdir: Hak Teâlâ, emri istifham şeklinde getirmiştir. Çünkü bu ifade fiilin yapılmasını isteme, buna davet etme hususunda bir emir gibidir. Ancak emri bir istifham cümlesiyle ifade etmedeki mana daha çoktur. Bu da muhatabın inatçı olduğunu, insaftan uzak bir kimse olduğunu anlatmaktır. Çünkü adil ve insaflı kimseye bir hüccet ve delil izhar edilince hiç beklemeksizin hemen o anda onu kabul eder. Bu senin, meseleyi kendisine iyice izah edip her türlü açıklamayı yapmış olduğun kimseye, “Meseleyi anladın mı?” demen gibidir. Çünkü bu ifadede, muhatabın anlayışının kıt olduğuna bir işaret bulunmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ, içkiyle ilgili ayetin sonunda [Vazgeçtiniz değil mi? (Maide, 91)] buyurmuştur. Bu tabirde onların yasaklanan şeyden vazgeçmek istemediklerine ve ona karşı aşırı bir istek duyduklarına bir işaret bulunmaktadır. Allahu Teâlâ daha sonra [Eğer İslam’a girerlerse muhakkak ki doğru yolu bulurlar.] buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü İslam Allah’ın kendisine ilettiği, hidayet ettiği şeylere sımsıkı sarılmaktır. Allah’ın hidayetine sarılan ise hidayete ulaşmış olur. Bu ifadenin “Eğer İslam’da sebat ederseniz, ahirette kurtuluşa ve necata ulaşırsınız.” manasında olması da muhtemeldir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

 

 وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُۜ


Cümle  وَ ’la makabline atfedilmiştir. Şart  üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. Şart cümlesi  تَوَلَّوْا  müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

فَ  karînesiyle gelen cevap cümlesi  اِنَّمَا  ile tekid edilmiş, isme isnad bir haber cümlesidir. Sübut  ifade eder. Faide-i haber talebî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. عَلَيْكَ mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

تَوَلَّوْا - اهْتَدَوْاۚ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.


 وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ۟


وَ  istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması, haşyet uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.

Allah, kullarının bütün hallerini hakkıyla bilir. Bu cümle, bir öncesi için bir zeyl olup vaad ve vaîd (ceza vaadi) ifade eder. (Ebüssuûd, Fahreddin er-Râzî)

[Kulları görür.] ifadesi Allah Teâlâ’nın, her şeyden haberdar olduğunu beyan ederken lazım-melzum alakasıyla ‘yaptıklarınızın karşılığı verilecektir’ manası taşır. Lazım zikredilmiş, “yaptıklarına karşılık verir” manasındaki melzum kastedilmiştir. Mecaz-ı mürseldir. 

Burada Allah Teâlâ peygamberine, seninle tartışanlarla tartışmayı bırak demeye gerek duymamış ve iki din arasındaki farkı ortaya koyarak onları İslam’a davet etmesi konusundaki hitaba, tartışmaya gerek olmadığını ve onların hidayeti konusunda ne kadar istekli olduğunu idmâc etmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları)
Âl-i İmrân Sûresi 21. Ayet

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَيَقْتُلُونَ الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ  ...


Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, Peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 الَّذِينَ kimseler
3 يَكْفُرُونَ inkar eden(ler) ك ف ر
4 بِايَاتِ ayetlerini ا ي ي
5 اللَّهِ Allah’ın
6 وَيَقْتُلُونَ ve öldürenler ق ت ل
7 النَّبِيِّينَ peygamberleri ن ب ا
8 بِغَيْرِ olmaksızın غ ي ر
9 حَقٍّ hak ح ق ق
10 وَيَقْتُلُونَ ve öldürenler (var ya) ق ت ل
11 الَّذِينَ kimseleri
12 يَأْمُرُونَ emreden ا م ر
13 بِالْقِسْطِ adaletle ق س ط
14 مِنَ arasında
15 النَّاسِ insanlar ن و س
16 فَبَشِّرْهُمْ onlara müjdele ب ش ر
17 بِعَذَابٍ bir azabı ع ذ ب
18 أَلِيمٍ acı ا ل م

Peygamberimizin “ulemau ümmeti ke enbiya beniisrail”; “Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." şeklinde bir hadisi vardır. Bu hadise hem İslam dini alim ve ulemalarının çok bilgili olacağı şeklinde hem de çok trajik bir bakış açısıyla bakabiliriz. Beni israil’in kendi peygamberlerini haksız yere öldürmesi gibi, islam dünyasında da pek çok alim, ulema maalesef müslüman olduklarını iddia edenler tarafından öldürülmüştür.

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ


İsim cümlesidir. اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.

 الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  يَكْفُرُونَ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

يَكْفُرُونَ  fiili  نَ  sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  بِاٰيَاتِ  car mecruru  يَكْفُرُونَ  fiiline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

 يَقْتُلُونَ  fiili atıf harfi  وَ ’la sılaya atfedilmiştir. يَقْتُلُونَ  fiili نَ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  النَّبِيّ۪نَ  mef’ûlun bihtir. Nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar. بِغَيْرِ  car mecruru  يَقْتُلُونَ  fiilinin failinin müekked haline müteallıktır.  حَقّ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 


وَيَقْتُلُونَ الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ


Cümle atıf harfi  وَ ’la sılaya atfedilmiştir.  يَقْتُلُونَ  fiili  نَ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  يَأْمُرُونَ ’dir. يَأْمُرُونَ  fiili  نَ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

بِالْقِسْطِ  car mecruru  يَأْمُرُونَ  fiiline müteallıktır.

مِنَ النَّاس  car mecruru  يَأْمُرُونَ  fiilinin failinin mahzuf haline müteallıktır. 


 فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ


Cümle  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  فَ  zaiddir. بَشِّرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail müstetir olup takdiri  أنت’dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

بِعَذَابٍ  car mecruru  بَشِّرْهُمْ  fiiline müteallıktır.  اَل۪يمٍ  kelimesi ise  عَذَابٍ  kelimesinin sıfatıdır.


اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَيَقْتُلُونَ الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesinde ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin müsnedün ileyh olması bahsi geçen kişileri tahkir ifade eder. Sıla cümlesi  يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ  müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

بِاٰيَاتِ اللّٰهِ  izafetinde  اٰيَاتِ , lafza-i  celâle muzâf olması nedeniyle şeref kazanmıştır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesinde tecrîd sanatı vardır.

النَّبِيّ۪نَ  kelimesinin başındaki harf-i tarif, istiğrak manasına değil, ahd manasına hamledilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ cümlesi, sıla cümlesine matuftur.

Aynı üslupta gelen ikinci  يَقْتُلُونَ  cümlesi de sıla cümlesine matuftur.

İkinci mevsûlün sılası da faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesidir.

Sıla cümlelerinde fiillerin muzari sıygada gelmeleri, hudûs ve teceddüt ifade eder. Ayrıca  muzari fiilin tecessüm özelliğiyle olay muhatabın muhayyilesinde canlanarak daha iyi anlaşılır. 

Allah’ın ayetlerine küfredenlerin, öldürdükleri kişilerin nebiler ve doğruluğu emredenler olarak açıklanması taksim sanatıdır.

حَقٍّۙ - الْقِسْطِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Allah lafzında tecrîd, ism-i mevsûllerde tevcih vardır.

الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ [Adaleti emreden insanları öldürenler] Yani peygamberlere inananları ve onlara iyiliği emreden tâbilerini de öldürmüşlerdir. Bu; (peygamberleri) öldürmeleri, kendilerini bu hususta uyaranları dinlememeleri ve bu kişileri de öldürmeleri sebebiyle onları kınamadır. (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr) 

وَيَقْتُلُونَ الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ [İnsanlardan adaleti emredenleri de öldürenler] buyrulmak suretiyle öldürmek fiilinin tekrar edilmesi, ya iki öldürmenin birbirinden farklı olduğunu ya da ayrı ayrı zamanlarda vuku bulduğunu bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

Hasan el-Basri şöyle demiştir: “Bu ayet, korku ve tehlike zamanlarında emr-i maruf nehy-i münker (iyiyi yayma, kötülükten sakındırma) yapan kimselerin mertebelerinin, yücelik bakımından peygamberlerin mertebelerinin hemen peşinden geldiğine delalet etmektedir.” (Fahreddin er-Râzî)

 

 فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ


فَ  zaiddir.  اِنَّ ’nin haberi olan bu cümle, emir üslubunda gelmiş talebî inşâi isnaddır. Azabın sıfatı olan  اَل۪يمٍ  dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

“Azap müjdelemek” tabirinde tehekkümî istiare veya kinaye vardır. (Safvetü't Tefasir - Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Uyarmak, ikaz etmek; müjdelemeye benzetilmiştir. Tehekküm ve alay maksadıyla bu istiare yapılmıştır. Câmi’; her ikisinde de surûra kavuşmak olmasıdır. İnzâr masdarı tebşîr masdarına benzetilmiş, sonra bu masdarlardan fiil türetilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyan İlmi ve Safvetü't Tefasir)

 فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ  cümlesi uyarı ve korkutma manasında mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

يَقْتُلُونَ - الَّذ۪ينَ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَذَابٍ’deki tenkir, tahayyül edilemeyecek derecede korkunç ve çok manası için olabilir.


Âl-i İmrân Sûresi 22. Ayet

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ  ...


Onlar, amelleri, dünyada da, ahirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أُولَٰئِكَ böylece
2 الَّذِينَ
3 حَبِطَتْ boşa çıkmıştır ح ب ط
4 أَعْمَالُهُمْ onların yaptıkları ع م ل
5 فِي
6 الدُّنْيَا dünyada د ن و
7 وَالْاخِرَةِ ve ahirette ا خ ر
8 وَمَا ve yoktur
9 لَهُمْ onların
10 مِنْ hiçbir
11 نَاصِرِينَ yardımcıları ن ص ر

Habeta حبط :

 حبط Boşa çıkmak demektir. Amelin boşa çıkarak heder olması birkaç şekilde olur:

Birincisi: Ameller dünyevi olur. Bundan dolayı kıyamet gününde hiç bir fayda vermez.

İkincisi: Ameller uhrevi olur, fakat bu amellerin sahibi, onlarla Allah'ın rızasını amaçlamamıştır. Üçüncüsü: Ameller salih olur ama onların mukabilinde bunları bastıracak kadar da kötü ameller bulunur. İşte mizanın hafif gelmesiyle de işaret edilen de budur.  (Müfredat)

  Kur’ân’ı Kerim’de 16 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

  Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kur’ân-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)


اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ


Ayet, önceki ayetteki  اِنَّ ’nin ikinci haberi olarak mahallen merfûdur. İsim cümlesidir. İşaret ismi  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ’dır.

حَبِطَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تۡ  te’nis alametidir.  اَعْمَالُ  faildir. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فِي الدُّنْيَا  car mecruru  اَعْمَالُ ’nun mahzuf haline müteallıktır.  الْاٰخِرَةِۘ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الدُّنْيَا ’ya matuftur.

فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ [Bunların amelleri hem dünyada hem de ahirette boşa gitmiştir.] Çünkü onlar dünya hayatında lanet ve rüsvalık hükmüne, ahirette ise azaba maruz kalmışlardır. Şayet, ‘’ اِنّ ’nin haberinin başına neden  فَ  gelmiştir?’’ dersen şöyle derim: Çünkü  اِنّ ’nin ismi ceza manası ihtiva etmektedir; sanki  الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ  فَبَشِّرْهُمْ [inkâr edenler… var ya onları azapla müjdele!] denilmiştir. Bu,  مَنْ يَكْفُرْ  فَبَشِّرْهُمْ  [kim inkâr ederse onu azapla müjdele] manasındadır. Buradaki  اِنّ, mübtedanın manasını değiştirmemektedir; dolayısıyla, varlığı yokluğu gibidir, ancak  اِنّ  yerine  لَيْتَ [keşke] ya da  لَعَلَّ [belki] ifadesi gelmiş olsaydı, mübtedanın manası değiştiği için  فَ’nin gelmesi mümkün olmazdı. (Keşşâf)      


وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ


وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

 مِنْ  harfi zaiddir. نَاصِر۪ينَ  lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.  نَاصِر۪ينَ ’nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.


اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ


Ayet  fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Önceki ayetteki  اِنَّ ’nin ikinci haberi olan bu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin işaret ismi olarak gelmesi tahkir kastına matuftur.

Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin müsned olması o kişilere tahkir ifade eder. Mevsûller müphem yapıları nedeniyle tevcih ihtiva ederler.

Mevsûlün sılası müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Ayetin fasılası  وَ , مَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ ’la sıla cümlesine atfedilmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır.  لَهُمْ  mahzuf mukaddem habere mütellıktır.

Muahhar haber نَاصِر۪ينَ ’ye  dahil olan مِنْ  harfi, zaiddir. Tekid ifade eder.

Cümle faide-i haber talebî kelamdır.

 الدُّنْيَا - الْاٰخِرَةِۘ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

 فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ  [Dünyada ve ahirette] Yani ne dünyada ne de ahirette bir fayda elde edebilirler. Bilakis dünyada yağma, katil, cizye gibi zorluklara; ahirette ise hiç bitmeyen azaba düçar olacaklardır. Onların dünyada ve ahirette amellerinin karşılığı boşa gitmiştir. Allah katında dünya sevabı, hamd senâ ve kerametler, ahiret sevabı ise cennette müminlere vaad edilen nimetler ve derecelerdir. مَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ [Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.] Yani onlardan dünya ve ahiretteki bu utanç ve azabı giderebilecek kimse yoktur.  (Ömer Nesefî, et-Teysîr fi’t Tefsîr) 

Âşûr, buradaki  من  harfinin umum ifade ettiğini söylemiştir.

Allahu Teâlâ, ilk tehdidi ile onlar için elem ve kötülük sebeplerinin toplandığını, ikincisi ile menfaat yollarının onlara tamamen kapandığını, bu üçüncü tehdit ve vaîd’i ile de onlar için bunların, hiçbir yardımcıları ve koruyucuları olmayacak şekilde vuku bulacağını göstermiştir. Allah en iyisini bilir. (Fahreddin er-Râzî)


Günün Mesajı
Ayetler Rabblerinin cennetlerinde ebedi nimetleri hak eden takvâ sahiplerinin niteliklerini söz konusu etmektedir. Sabır, doğruluk, itaat, Allah'a boyun eğmek, infak ve fecrin doğmasından az önceki seher vakitlerinde mağfiret dilemek bu nitelikler arasındadır. Yahudiler peygamberleri öldürme çabalarının yanında adaleti emreden kişileri de öldürmeyi emretmişlerdir. İnatçı kâfirlerle tartışmak boş bir iş ve zaman kaybıdır. Küfür amelleri boşa çıkarır ve cehennemde ebedi kalmaya sebep olur.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Çoğu insan bir şeyi anlattığında, bir defa da anlaşılsın ister. Her tekrardan sonra sinirleri gerilmeye başlar. Bir ifadesiyle karşı tarafın duygu ve düşüncelerini değiştirmesini ve değişmesini bekler. İstediğini göremediğinde hayal kırıklığı yaşar. Bu kırgınlık belki kendisine, belki karşı tarafa yönelik olur. Davetine hemen olumlu karşılık alacağını sanar. Umduğunu bulamayınca, vazgeçme noktasına çabuk ulaşır. Söyledikleri anlaşıldığı zamanlarda ise maharetin kendisinde olduğunu düşünür.

Dinini hakkıyla tebliğ etmek belki dile kolay gelir ama uygulaması zordur. Kendin gibi düşünmediğini bildiğin insanlara hakikati anlatmak yürek ister. Değiştirmek gayesinden öte Allah rızası için çabalamayı gerektirir. Hele ki Rasulullah (sav)’i örnek alarak davet etmek ayrı bir çaba ve sabır ister. Ancak gönülleri İslam’a ısındıran Peygamberimizin o merhametli, kararlı ve daha nice güzel huylarını barındıran tavrıydı.

Allahım! Senin katında din olan İslam’ı, en güzel şekilde yaşayan ve yaşadığına çağıran kullarından olmamızı nasip et. Bizleri nefsine yenik düştüğü için ayrılan ümmetlere benzemekten koru. Rasulullah (sav)’in ve ashabının “Sana teslim olduk” dediği gibi bizler de “Sana teslim olduk”. Teslimiyetimizi kolaylaştır ve kabul et. Doğru yolu bulanlardan ve doğru yolda ilerleyenlerden olmak duasıyla. 

Amin.

***

Denilir ki: Her şeyi isterken yaptığın gibi ilmin de hayırlısını iste. Kalbinin hangisini sindireceğini ve nefsinin hangisini kaldıracağını ancak Allah bilir. Kalbin sindirmesi önemlidir çünkü ancak o zaman, kul öğrendiklerini ayırır ve hakikat ile amel ederek imanına kuvvet katar. İlim dünyası genişleyen nefsin, idrak ettiklerine verdiği tepki mühimdir çünkü ona göre dünyevi ya da uhrevi yönü güçlenir.

Kimi insan vardır; bildiklerim bana yeter der ve öğrenmenin getireceği sorumluluklardan kaçar. Kimisi vardır; hakikat ya da batıl demeden zihnine her şeyi toplar ve zamanla yıpranır. Kimi insan vardır; gereken yerlerde bildiği doğruları paylaşmamak konusunda ısrarcıdır. Kimisi vardır; hakiki bilgilere aykırı olan fikirleri zorla başkalarına kabul ettirmeye ve diğer ilim adamlarını küçümsemeye başlar.

Ey Allahım! Bize ilmin hayırlısını ver ve ilmimizi arttır. Hakikat ile batılı ayırt etmesini bilenlerden, öğrenmeyi sevenlerden, boş bilgilerden uzak duranlardan ve öğrendiği hakikat bilgileriyle amel edenlerden eyle. Öğrendiklerimizle şımarmaktan, yanlış bilgilerden dolayı ayrılığa düşmekten ve başkalarını küçümsemekten muhafaza buyur. Ayırdığı az zaman ve harcadığı az emek ile kendi nefsini yüceltenlere ve Senin katında kıymeti olan alimlerine dil uzatanlara benzemekten Sana sığınırız. Aklımızı ve kalbimizi; Senin razı olduğun ilimlerle meşgul eyle ve bizi Sana kavuştur.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji