بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | بَلِ | hayır |
|
2 | اتَّبَعَ | uydular |
|
3 | الَّذِينَ |
|
|
4 | ظَلَمُوا | zulmedenler |
|
5 | أَهْوَاءَهُمْ | keyiflerine |
|
6 | بِغَيْرِ | olmaksızın |
|
7 | عِلْمٍ | bilgi(leri) |
|
8 | فَمَنْ | kim? |
|
9 | يَهْدِي | yola getirebilir |
|
10 | مَنْ | kimseyi |
|
11 | أَضَلَّ | şaşırttığı |
|
12 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
13 | وَمَا | ve yoktur |
|
14 | لَهُمْ | onların |
|
15 | مِنْ | hiçbir |
|
16 | نَاصِرِينَ | yardımcıları |
|
Kur’an’ın bazı konular için insanların yakın çevrelerindeki olay veya ilişkilerden temsil getirme üslûbunun bir örneğini yansıtan 28. âyette, Allah’a şirk koşma, yani O’nu tanrı kabul etmekle beraber başka bazı varlıkları da tanrılıkta O’na ortak olarak görme yaklaşımının, özündeki sakatlığın yanı sıra, aynı zamanda çelişkiler içeren bir tutum olduğu, efendi-köle örneği üzerinden somut bir anlatımla ortaya konmaktadır. Bu örnek özetle “Sizinle aynı türden olan köleyi efendisine eşit saymıyorsunuz da yaratılmış olanı yaratıcısına nasıl eşit görürsünüz?” manasında bir eleştiri ve uyarı anlamı taşımaktadır. “Kendinizden bir örnek veriyor” ifadesini, “kendi telakkinizden, efendi-köle uygulamanızdan”, kolay tahlil edebileceğiniz bir örnek veriyor” şeklinde yorumlamak mümkün olduğu gibi, bunun “Unutmayın ki siz nihayet yaratılmış, âciz varlıklarsınız, buna rağmen Allah iyi bir muhâkeme yapmanıza fırsat vermek üzere sizi bile bu mukayesede temel alma lutfunda bulunmaktadır” gibi bir anlam taşıdığı (Râzî, XXV, 118) ve insanları Allah’a karşı edebe davet etmeyi amaçladığı düşünülebilir.
Âyetin “elinizin altında bulunan köleleriniz” şeklinde tercüme ettiğimiz kısmını yorumlarken öncelikle Kur’an’ın geldiği dönemde yaygın ve yerleşik bir uygulaması bulunan köleliğin hatırlanması gerekir. Beşerî ilişkiler içinde “sahiplik” kavramının en üst düzeyde kullanımına imkân vereni efendilik-kölelik ilişkisidir. Fakat bunda dahi birincisi diğerinin varlık sebebi, yaratıcısı olmak bir yana, –İslâmî kurallara göre– onun üzerinde ölüm dirim hakkına sahip değildir, hatta birçok konuda birbirleriyle eşit tutulmuşlardır; ontolojik açıdan da aralarında bir fark bulunmamaktadır. Kaldı ki “size verdiğimiz rızıklarda” ifadesinin içerdiği uyarıya dikkat edilirse, size ait olan şeyler gerçekte sizin değil Allah’ın size vermiş olduklarıdır, O’na ait olanlar ise hakiki anlamda da O’nundur. Böyle olduğu halde efendiler kölelerinin kendileriyle eşit haklara sahip olmasına rıza gösterirler mi ve diğer hür ortaklarıyla olan ilişkilerinde olduğu gibi onlardan çekinirler mi? Meselâ kârın bölüşümünde ortaklarının haksızlık yapmasından endişe ettikleri gibi kölelerinin de böyle bir hak gasbında bulunabileceğinden endişe ederler mi? Asla! Zaten onlarla bir paylaşım içine girmeye razı olmazlar ki! Bu hususları göz önüne aldıktan sonra cevaplanması gereken soru şu olmaktadır: Peki evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı, gerçek sahibi ve mâliki olan Allah Teâlâ’ya O’nun bu yarattıklarından bazılarını ortak saymak büyük bir tutarsızlık değil midir? 28. âyetin “Birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz” şeklinde çevrilen kısmı, “O taptıklarınızın ne yarar ne zarar verme gücü olmadığına göre birbirinizden korktuğunuz gibi onlardan niye korkasınız ve korkup da onlara niye tapasınız ki!” şeklinde de açıklanmıştır. Yine bu kısma “Kendinizi saydığınız gibi saydığınız” anlamı da verilmiş ve şöyle bir yorum yapılmıştır: Sizin tanrılık yakıştırdığınız varlıklar için, “Onlar Allah katında bizim için şefaatçi oluyorlar, bu sebeple onlara tapıyoruz” şeklindeki bahaneniz de tutarsızdır, çünkü siz, kendiniz gibi hür kimselere gösterdiğiniz saygıyı kendinizle aynı nitelikleri taşıyan kölelerinize göstermiyorsunuz ki yine Allah Teâlâ’nın mülkiyetinde olan fakat O’nunla hiçbir benzerliği bulunmayan varlıklara aynı hürmeti gösteresiniz! (Râzî, XXV, 118-119).
Öte yandan bu temsilin anlaşılması için konuyu daima hukukî bir statü olarak efendi-köle ilişkisi çerçevesinde ele almak zaruri değildir. Hatta temsilin teması açısından, “sahiplik” fikri ve duygusunun daha zayıf ve sınırlı olduğu ilişkilerden yararlanılması evleviyetle mümkündür. Meselâ bir fabrikanın sahibi orada çalıştırdığı işçilerin emeğini satın aldığı ve bu emeğe mâlik olduğu fikri ve duygusuyla hareket eder; sosyal mülâhazalarla işçi hakları konusunda ne kadar mesafe alınırsa alınsın, onların kendisine ait bütün mal varlığı hatta sırf o fabrikanın mülkiyeti üzerinde eşit haklara sahip olmasına razı olmaz. Yine, âyetin anlamının Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekke müşriklerinin şirk tarzı ile sınırlı düşünülmemesi gerekir. Âyetin bütün zamanlar ve coğrafyalar için geçerli olan mesajı şudur: Hangi saikle ve hangi biçimde olursa olsun, Allah’ın yegâne yaratıcı olduğu, mutlak iradesini hiçbir gücün sınırlayamayacağı gerçeği ile bağdaşmayan her inanç ve O’ndan başkasına kulluk etme veya kullukta başkasını aracı kılma anlamı taşıyan her davranış şirktir ve âyette vurgulanan çelişkiyi taşır.
29. âyetin “zulme saplanmış olanlar” şeklinde çevrilen kısmı ile şirke saplanıp kalmış olanların kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü zulüm, her şeyi yerli yerince yapmak ve her hak sahibine hakkını vermek demek olan adaletin zıddıdır; şirk de sadece Allah’ın hakkı olan tanrılık sıfatında başkalarını O’na ortak etmek anlamına geldiğinden çok büyük bir haksızlıktır, meselâ Lokman sûresinin 13. âyetinde bu husus açık bir şekilde ifade edilmiştir (Zemahşerî, III, 204). “Allah’ın şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir?” ifadesinden Allah’ın hiçbir sebebe bağlı olmadan bazı kimseleri şaşırttığı düşünülmemelidir; zira bu ve başka birçok âyetteki açıklamalar ışığında, mezkûr ifadeyle şu mânanın kastedildiği ortadadır: Bütün uyarı ve delillere rağmen, bir bilgiye dayanmadan, sırf kişisel arzu ve hevesleri peşinde gitmeyi yeğledikleri için bu haksız tutumlarında ısrar eden kimseleri Allah kendi şaşkınlıkları ile baş başa bırakır, bu durumda artık onları kimse doğruya eriştiremez.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 310-312
بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ
Fiil cümlesidir. بَلْ idrâb ve atıf harfidir.Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb denir. "Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki" anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi, bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّبَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ 'dur. Îrabdan mahalli yoktur.
ظَلَمُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اَهْوَٓاءَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِغَيْرِ car mecruru mahzuf hale mütealliktir. عِلْمٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. مَنْ istifham ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur. يَهْد۪ي fiili, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَهْد۪ي fiili ى üzere mukadder damme ile merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ , mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اَضَلَّ اللّٰهُ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
اَضَلَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup damme ile merfûdur.
وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
مِنْ harfi zaiddir. نَاصِر۪ينَ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
نَاصِر۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
مِنْ , nefy, nehiy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, mef’ul ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M.Meral Çörtü Nahiv s.341)
نَاصِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan نصر fiilinin çoğul ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Türkçemizdeki himaye eden, kollayan, yardım eden gibi kelimelerin karşılığı olan نَاصِرٌ kelimesi Kur'an-ı Kerim’de نَاصِرُونَ ve اَنْصَارُ şeklinde iki farklı cemi kipi ile gelmektedir. Bunlardan cemi müzekker salim kipi ile gelen نَاصِرُونَ kelimesi sekiz yerde, cemi kıllet kipi ile gelen اَنْصَارُ kelimesi de on bir ayette geçmektedir.
نَاصِرُونَ ; Âl-i İmran, 3/22, 56, 91, 150; Nahl, 16/37; Ankebût, 29/25; Rûm, 30/29; Casiye, 45/34; اَنْصَارُ; Bakara, 2/270; Âl-i İmran, 3 /52, 192; Maide, 5/72; Nuh, 71/25; Tevbe, 9/100, 117; Saff, 61/14. (Abdurrahman Güney, Arap Dili Ve Belâgatı Açısından Kur'an’da Sözcüklerin Çoğul Halleri)
بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ
Ayet fasılla gelmiş istînâf cümlesidir. بَلِ , idrâb harfidir. İntikal için gelmiştir.
بَلِ , atıf edatlarındandır. Ancak diğer atıf edatları gibi hüküm bakımından atıf görevi görmez. Bu edat, sadece matufu îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
اتَّبَعَ fiilinin faili konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan ظَلَمُٓوا , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olmasının yanında o kişilere tahkir ifade eder.
بِغَيْرِ عِلْمٍۚ car mecruru, الَّذ۪ينَ ’nin mahzuf haline mütealliktir.
اتَّبَعَ fiili اِفْتِعال babındadır. Sülasisi تبَعَ ’dır. اِفْتِعال babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. اِفْتِعال kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
هْوَٓاءَ : Nefsin şehvetlere meyli demektir ki, keyif de denir. Burada "bilgisizce" kaydından anlaşılıyor ki, heva iki kısımdır: Birisi ilme uygun olan, birisi de olmayandır. İlme uygun olan heva, Hakk'ın nazarında yaratılış gayesine uygun düşen meyillerdir. Çünkü şehvetlerin yaratılışı da boşuna değil, onlar insanları yaratılışlarının gayesine erdirmek için Allah tarafından birer yönlendirici ve sebeptir. Ancak şeytanî olan insan zekası, onu gayesinden çevirerek ilmin zıddına olarak sırf zevk için boşuna da israf eder. Mesela iffetli olmak ve çoğalmak niyetiyle evlenme arzusu, yaratılış gayesine uygun ve dolayısıyla ilme mutabık bir meyildir. Zina ve gayrı meşru münasebet meyli ise ilme aykırı sadece bir hevadır. Çoğunlukla da heva böyle şeylere denir. Ve işte müşrikler bir şey bildiklerinden dolayı değil, ilme uymayan hevaları ardında koştuklarından dolayı, kendilerini heveslere esir ederek haksızlıkla, zalimlikle şirke saptılar. Maliki milkine ortak etmek, eşit tutmak haksızlığıyla Allah'a milkinden, yaratıklarından ortaklar uydurarak onlara taptılar. Onları, kendilerinin maliki imiş gibi tuttular da hürriyetlerini onlara verdiler. Artık Allah'ın şaşırdığını kim yola getirir? Önce hevalarına uyma, kendi fiilleri olarak gösterilmiş, kendilerine nispet edilmiş iken burada şaşırmak, saptırmak Allah'a isnad edilmiştir. Çünkü onlarda o hevaları yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi, arzularına göre sapıklığı, şaşkınlığı yaratan da O'dur. Bu sapıklığa düşürme de kalplerin mühürlenip kapanma derecesine gelmiş bulunursa hiçbir şekilde hidayet ihtimali kalmaz. (Elmalılı)
فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
Cümle فَ ile istînâfa atfedilmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olsa da cümlenin meydan okuma, korkutma anlamında olduğu açıktır. Soru anlamından çıkan bu terkip mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için bu istifham cümlesinde tecâhül-i ârif sanatı, ayrıca lafz-ı celâlde tecrid sanatı vardır.
Nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَنْ istifham harfi, ref mahallinde mübtedadır. يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ cümlesi, haberdir.
يَهْد۪ي fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası olan اَضَلَّ اللّٰهُۜ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ , mevsûlün sılasına matuftur.
Faide-i haber inkarî kelam olan cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. نَاصِر۪ينَ , muahhar mübtedadır.
Zaid harf مِنْ ‘in dahil olduğu نَاصِر۪ينَ kelimesine “hiçbir” anlamı katmıştır.
Nefiy siyakında nekre, umum ve şümule delalet eder. (Dr. Salâh Abdu'l-Fettâh el-Hâlidî, Vakafât Düşündüren ayetler, s. 78)
يَهْد۪ي - اَضَلَّ kelimeleri arasında tıbâk-ı icâb, اتَّبَعَ - اَضَلَّ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Olumlu cümleye olumlu cümle ile olumsuz cümleye de olumsuz cümle ile atıf esastır. Bu ayette mana: لا يهدى (Kimse yola getiremez) şeklinde olumsuz olduğundan, sarahaten olumsuz bir cümle olan وما لهم , istifham cümlesi olan فَمَنْ يَهْد۪ي ‘ye atfedilmiştir. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifham Üslubu)
Burada şaşırıp saptırmaktan maksat, kalpleri mühürleyecek derecede kesin dalalet (sapıklık) demek olur. Bakara Suresinde "Allah onların kalplerini mühürledi." (Bakara, 2/7) Onlara yardımcılardan eser de yoktur. Yola gelmesi ihtimali kalmamış olan o zalimleri ne dünyada o şaşkınlığından, ne de ahirette onun gereği olan azaptan kurtaracak hiçbir yardımcı da yoktur. Yani o taptıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. (Elmalılı)