وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذْ | ve hani |
|
2 | قَالَ | demişti ki |
|
3 | لُقْمَانُ | Lokman |
|
4 | لِابْنِهِ | oğluna |
|
5 | وَهُوَ | O |
|
6 | يَعِظُهُ | öğüt vererek |
|
7 | يَا بُنَيَّ | yavrum |
|
8 | لَا | asla |
|
9 | تُشْرِكْ | ortak koşma |
|
10 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
11 | إِنَّ | çünkü |
|
12 | الشِّرْكَ | ortak koşmak |
|
13 | لَظُلْمٌ | bir zulümdür |
|
14 | عَظِيمٌ | büyük |
|
Lokmân, Kur’an-ı Kerîm’de ismi sadece bu sûrede geçen, aynı zamanda sûrenin de ismiyle anıldığı sâlih bir kişidir. Âlimlerin çoğunluğu, Lokmân’ın peygamber olmadığını, ancak Allah’ın kendisini bilgi ve hikmetle şereflendirdiğini belirtirler. İslâm öncesi Arap toplumunda da onun bilge bir kişi olduğu kabul edilir, saygıyla anılırdı. İslâm tarihi kaynaklarında ve tefsirlerde soyu, milliyeti, hayatı ve sözleriyle ilgili güvenilirliği tartışmalı çeşitli rivayetler vardır (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Lokmân”, DİA, XXVII, 205-206).
Müfessirler 12. âyette Lokmân’a verildiği bildirilen hikmet kelimesini, “din konusunda derin bilgi, sahih inanç, akıl, yerinde ve doğru konuşma, isabetli görüş ve davranış” olarak açıklamışlardır (Taberî, XXI, 67; İbn Atıyye, IV, 346). Hikmet hem doğru bilgi, inanç ve düşünceyi hem de bu zihnî birikimin mümkün olan en mükemmel şekilde hayata geçirilmesini ifade eder.
Bilgi birikimi olan bir insan bu birikimini doğru, yerinde ve gerektiği ölçüde kullanmaz yahut yanlış yerlerde kullanırsa bu insana âlim denebilirse de hakîm denemez; çünkü hikmet kavramı, “bilgiyi yerli yerince kullanma” anlamına da gelir. Buna göre bilgisini doğru ve gerektiği şekilde kullanmayan insan, bilginin şükrünü yerine getirmemiş olur; bilgisini belirtildiği şekilde kullanan ise şükür ödevini yerine getirdiği gibi bunun faydasını da yine kendisi görmüş, yani bilgisini değerlendirmiş ve sonuçta onu kendisi için faydalı hale getirmiş olur. 12. âyette “O’na şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur...” buyurulurken bu gerçeğe de işaret edilmiştir.
Lokmân’a verilen hikmetin çerçevesi çizilirken tevhid inancının başta geldiği görülmektedir. Esasen bu, şükrün de birinci şartıdır; bu sebeple Lokmân, kendisi Allah’ın birliğine inandığı gibi oğluna da şirkten uzak durmayı öğütlemiştir. Âdil olmayan hakîm olamaz; adalet, “her şeyi yerli yerince yapmak, herkese hakkını vermek”tir. Herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşan yani Allah’tan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyen kişi, Allah’ın hakkı olan tanrılığı başkasına vermiş, böylece haksızlık (zulüm) yapmış demektir; üstelik bu tutum, haksızlıkların en büyüğüdür. Bu sebeple âyette “O’na ortak koşmak çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuştur. Esasen İslâm’ın en başta şirki ortadan kaldırmayı hedeflemesi de Allah’a ortak koşmanın, bütün kötülüklerin başında geldiği ve diğer birçok kötülüğün temel sebebi olduğu anlayışına dayanır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 336-337
وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. اِذْ zaman zarfı, mahzuf olan اذكر fiiline mütealliktir.
إِذْ : Yalnız cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.
a. إِذْ mef'ûlun fih, mef'ûlun bih, mef'ûlun leh olur.
b. إِذْ ’den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.
c. بَيْنَا ve بَيْنَمَا ’dan sonra gelirse mufâcee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.
d. Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. لُقْمٰنُ kelimesi قَالَ fiilinin failidir. Gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
لِابْنِه۪ car mecruru قَالَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. هُوَ يَعِظُهُ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal cümlede failin, mef'ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müsbet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَعِظُهُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mekulü’l-kavl, يَا بُنَيَّ ’dur. قَالَ fiilinin mef'ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
يَا nida, بُنَيَّ münadadır.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef'ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada irab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfu üzere mebni, mahallen mansubtur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُشْرِكْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri انت ’dir. بِاللّٰهِۜ car mecruru تُشْرِكْ fiiline mütealliktir.
تُشْرِكْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındadır. Sülâsîsi شرك ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. الشِّرْكَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
اِنَّ ’nin haberi ظُلْمٌ olup lafzen merfûdur. عَظ۪يمٌ kelimesi ظُلْمٌ sıfat olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır.
Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar:Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı اِذْ ’in, takdiri, اذكر [Hatırla, düşün.] olan müteallakı mahzuftur. Bu takdire göre cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Zaman ismi olan اِذْ ’in mastara değil de fiil cümlesine muzaf olmasıyla bu vaktin tazimi anlaşılır. Fiil teceddüde ve şimdiki zamana delalet eder. (Aşur, Hac Suresi 26)
Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelam olan قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ cümlesi اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.
وَهُوَ يَعِظُهُ cümlesi haldir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ cümlesi, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı olan لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِ cümlesi ise nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
ابْنِه۪ - بُنَيَّ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Bu cümle önceki ayetten anlaşılan manaya atfedilmiş olup takdiri [Biz Lokman'a kendisi için O'na şükreder ve başkasına nasihat eder kıldığımızda hikmeti verdik] şeklindedir. Çünkü insanın en üstün mertebesi kamil olması ve başkasını kamil hale getirmesiyledir. Allah Teâlâ'nın Lokman'a şükret buyurması onun kemaline; [Hani Lokman oğluna -o öğüt verirken- şöyle demişti…] sözü de başkalarını kemale erdirdiğine işaret eder.
Âşûr bu konuda şöyle bir açıklama yapmıştır: Bu ayet, آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ [Biz Lokman’a hikmet verdik] şeklindeki 12. ayete matuftur. Çünkü وَ harfi, fiilin naibidir ve bu cümle Lokman'a verilen hikmetlerin bir kısmını açıklar. Şöyle takdir edilebilir: Oğluna vaaz ederken ona hikmet verdik. Çünkü oğluna söylediği bu sözler esnasında ona hikmet verilmişti. Muhakkak ki onun bu sözleri hikmetlidir. Onun bütün hallerinde hikmet vardır çünkü ona hikmet verilmiştir.
اِذْ , atıf harfi olan وَ ’ın delalet ettiği mukadder bir fiile mütealliktir. Şöyle takdir edilir:
آتيناه الحكمة إذ قال لابنه [Oğluna söylerken ona hikmet verdik.] Bu iz harfinin mahzuf bir أذكر [Hatırla] fiilinin müteallıkı olması da caizdir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 415)
وَهُوَ يَعِظُهُ [O öğüt verirken] Buradaki وَ harfi hal veya istinaf içindir. Hal olursa [Lokman oğluna vaaz ederek dedi ki...] anlamında olur. İstinaf olursa [Bu onun şanıdır yani Lokman'ın şanı oğluna vaaz etmektir] manasında olur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 416)
Ragıb'ın açıklamasına göre vaaz الوَعْظَ, korkutmaya yakın bir sıkıştırmadır. İmam Halil ise kalbi inceltecek şekilde hayrı hatırlatmak demiştir. (Elmalılı)
Hz. Lokman, Enam yahut Eşkem adındaki oğluna böyle öğüt vermişti. Deniyor ki: Hz. Lokman'ın oğlu kâfir idi. Hz. Lokman durmadan ona öğüt verdi ve sonunda Müslüman oldu. (Ebüssuûd)
بُنَيَّ [Oğulcağızım.] Lokman vaazına sevgi, şefkat ve merhametli bir üslupla başlamıştır. Kalbini yumuşatmak için küçültme ismi kullanmış ve oğlunu kendine izafe etmiştir. Böylece tavsiyesini kabul etmesine engel olabilecek her türlü engeli kaldırmak istemiştir. Yumuşak üslup kilitli kalpler ve kapıları açar, asi nefisleri yumuşatır, teklif ve nasihatlerin kabul edilmesini sağlar. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 416)
Âşûr şöyle demiştir: يَا بُنَيَّ [Oğulcağızım.] sözü şefkatten kinaye ve duyulan sevgi dolayısıyla yetişkin muhatabı küçük bir çocuk yerine koyma üslubuyla gelmiştir. Bu, öğüt ve nasihat makamıdır. Saf, samimi nasihat ve hayrını istemekten kinayedir. Verilen öğüde uymaya teşvik eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 417)
Burada şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ, bu hadiseden, akrabası olanı da olmayanı da irşada çalışan Hz. Peygamberin (s.a.) üstünlüğü anlaşılsın diye Lokman’dan (a.s.) bahsetmiş ve çocuğunu irşada çalıştığı için de onun bu gayretini takdir etmiştir. Çünkü kişinin kendi çocuğunu eğitip irşad etmesi, zaten alışılagelen bir şeydir. Ama yabancılara talim edip öğretmek hususunda birtakım sıkıntılara katlanmak ise böyle değildir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
Ayetin son cümlesi ta’liliye olarak fasılla gelmiştir. Cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekit ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عَظ۪يمٌ kelimesi, ظُلْمٌ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
عَظ۪يمٌ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
الشِّرْكَ - تُشْرِكْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Şirk zulümdür; bir şeyi hakkı olmayan yere koymak sebebiyle zulüm, kendisinden başka nimet veren olmayan zat (Allah) ile hiçbir nimeti olmayanları (kulu) bir tutmak sebebiyle de büyüktür.
Lokman (a.s.) vaazına, en mühim olanla başlamış -ki bu şirk koşmaktan men etmektir- ve “Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür” buyurmuştur. Bunun bir zulüm olması hususuna gelince çünkü bu, ya “Celâlim hakkı için biz, Ademoğullarını şerefli kıldık” (İsra Suresi, 70) ifadesi ile ikram edilen o kıymetli nefsi, adî şeylere ibadet etmeye hasrettiği veya ibadeti, olması gerekli olan yerin dışına koyarak orada istimal ettiği yer de, Allah'ın rızasının ve yolunun dışındaki yerler ve hususlardır. Bu zulmün “büyük” olarak nitelenmesi ise o kimsenin bu işi, uygun olmayan bir yere yöneltmiş olması ve bu yerin de o işin mahalli olmaması sebebiyledir. Bu böyledir, zira bir kimse, Zeyd'in malını alır da Amr'a verirse Zeyd'in malını Amr'ın eline koyarak onun eline geçmesini sağladığı için, bu bir zulüm olur. Ancak ne var ki bu malın, Amr'ın mülkü olması yahut da daha önce olmuş olan bir alışverişten veya sonradan zuhur eden bir mülk edindirme ile Amr'ın mülkü haline gelmiş olabilir. Şirk koşmak ise mabûdiyyeti, tapınılırlığı, Allah'ın dışındakilere verme ile olur. Halbuki O'nun dışındakiler, hiçbir zaman mâbûd olamazlar. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)