بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا لُقْمٰنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِۜ وَمَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَقَدْ | ve andolsun |
|
2 | اتَيْنَا | biz verdik |
|
3 | لُقْمَانَ | Lokman’a |
|
4 | الْحِكْمَةَ | hikmet |
|
5 | أَنِ | için |
|
6 | اشْكُرْ | şükretmesi |
|
7 | لِلَّهِ | Allah’a |
|
8 | وَمَنْ | ve kim |
|
9 | يَشْكُرْ | şükrederse |
|
10 | فَإِنَّمَا | şüphesiz |
|
11 | يَشْكُرُ | şükreder |
|
12 | لِنَفْسِهِ | kendisi için |
|
13 | وَمَنْ | ve kim |
|
14 | كَفَرَ | inkar ederse |
|
15 | فَإِنَّ | şüphesiz |
|
16 | اللَّهَ | Allah |
|
17 | غَنِيٌّ | zengindir |
|
18 | حَمِيدٌ | övülmüştür |
|
Lokmân, Kur’an-ı Kerîm’de ismi sadece bu sûrede geçen, aynı zamanda sûrenin de ismiyle anıldığı sâlih bir kişidir. Âlimlerin çoğunluğu, Lokmân’ın peygamber olmadığını, ancak Allah’ın kendisini bilgi ve hikmetle şereflendirdiğini belirtirler. İslâm öncesi Arap toplumunda da onun bilge bir kişi olduğu kabul edilir, saygıyla anılırdı. İslâm tarihi kaynaklarında ve tefsirlerde soyu, milliyeti, hayatı ve sözleriyle ilgili güvenilirliği tartışmalı çeşitli rivayetler vardır (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Lokmân”, DİA, XXVII, 205-206).
Müfessirler 12. âyette Lokmân’a verildiği bildirilen hikmet kelimesini, “din konusunda derin bilgi, sahih inanç, akıl, yerinde ve doğru konuşma, isabetli görüş ve davranış” olarak açıklamışlardır (Taberî, XXI, 67; İbn Atıyye, IV, 346). Hikmet hem doğru bilgi, inanç ve düşünceyi hem de bu zihnî birikimin mümkün olan en mükemmel şekilde hayata geçirilmesini ifade eder.
Bilgi birikimi olan bir insan bu birikimini doğru, yerinde ve gerektiği ölçüde kullanmaz yahut yanlış yerlerde kullanırsa bu insana âlim denebilirse de hakîm denemez; çünkü hikmet kavramı, “bilgiyi yerli yerince kullanma” anlamına da gelir. Buna göre bilgisini doğru ve gerektiği şekilde kullanmayan insan, bilginin şükrünü yerine getirmemiş olur; bilgisini belirtildiği şekilde kullanan ise şükür ödevini yerine getirdiği gibi bunun faydasını da yine kendisi görmüş, yani bilgisini değerlendirmiş ve sonuçta onu kendisi için faydalı hale getirmiş olur. 12. âyette “O’na şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur...” buyurulurken bu gerçeğe de işaret edilmiştir.
Lokmân’a verilen hikmetin çerçevesi çizilirken tevhid inancının başta geldiği görülmektedir. Esasen bu, şükrün de birinci şartıdır; bu sebeple Lokmân, kendisi Allah’ın birliğine inandığı gibi oğluna da şirkten uzak durmayı öğütlemiştir. Âdil olmayan hakîm olamaz; adalet, “her şeyi yerli yerince yapmak, herkese hakkını vermek”tir. Herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşan yani Allah’tan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyen kişi, Allah’ın hakkı olan tanrılığı başkasına vermiş, böylece haksızlık (zulüm) yapmış demektir; üstelik bu tutum, haksızlıkların en büyüğüdür. Bu sebeple âyette “O’na ortak koşmak çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuştur. Esasen İslâm’ın en başta şirki ortadan kaldırmayı hedeflemesi de Allah’a ortak koşmanın, bütün kötülüklerin başında geldiği ve diğer birçok kötülüğün temel sebebi olduğu anlayışına dayanır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 336-337
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا لُقْمٰنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
اٰتَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
لُقْمٰنَ mef'ûlün bih olup fetha ile mansubdur. لُقْمٰنَ kelimesi gayri munsarif olduğu için tenvin almamıştır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar. Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْحِكْمَةَ ikinci mef'ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
اَنِ tefsiriyyedir. اشْكُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri انت ’dir. لِلّٰهِ car mecruru اشْكُرْ fiiline mütealliktir.
اٰتَيْنَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi أتى ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَمَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. مَنْ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَشْكُرْ fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
اِنَّمَا kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
يَشْكُرُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. لِنَفْسِه۪ car mecruru يَشْكُرُ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَنْ şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.
كَفَرَ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Aynı zamanda mübtedanın haberidir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. ٱللَّهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.
غَنِيٌّ kelimesi إِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. حَم۪يدٌ kelimesi إِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.
غَنِيٌّ ve حَم۪يدٌ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا لُقْمٰنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِۜ
وَ , istînâfiyyedir. لَ , cümlenin, mahzuf bir kasemin cevabı olduğunun işaretidir. Kasem cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte terkip, kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
Kasem ve قَدْ ile tekid edilmiş cevap cümlesi olan وَلَقَدْ اٰتَيْنَا لُقْمٰنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِۜ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
اٰتَيْنَا fiilinin azamet zamirine isnadı, tazim ifade eder.
اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِ cümlesine dahil olan اَنِ tefsir harfidir. اعْبُدُوا اللّٰهَ cümlesi tefsiriyedir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Bu ayetteki hikmet’i; söz ve fiili güzel yapmak, bir şeyi söz ve fiille yerine getirmek şeklinde açıkladıktan sonra Lokman’a da böyle bir hikmet verildiğini ifade etmektedir. Söyledikleri ile yaptıkları bağdaşmayan kişilerin hikmetin en büyüğü ile konuşsalar dahi etkili olamayacaklarını vurgulamaktadır. Başkalarına öğüt vermeden önce kendileriyle başlamaları gerektiği noktasında günümüz davetçilerine ve vaizlerine mesaj verildiğini söylemektedir. Hikmet vermek آتينا (verdik) şeklinde Allah'ın zatına isnad edilmiştir. Çünkü hikmet hayırdır. Kur'an-ı Kerim'de genel olarak hayrın verilmesi, hatta hayırlı fiiller Allah'a isnad edilir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, Lokman Suresi)
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا فاشكر الله şeklinde gelseydi, birkaç mana değil, sadece tek bir mana ifade ederdi. O da hikmetin şükür sebebi olma manasıdır.
Üstelik bu durumda cümlenin manaya delaleti zayıf olurdu. Hikmet verilen kişi Lokman, şükretmesi emredilen kişi başkasıymış gibi anlaşılabilirdi. Yani “Ey muhatap! Biz Lokman'a hikmeti verdik, sen de ona hikmeti verdiğimiz için şükret!” manasında olabilirdi. Böylece kişiden kendisine verilen nimet için değil, başkasına verilen nimet için şükretmesi istenmiş olurdu.
Burada أن أشرك لنا (Bize şükret diyerek) değil, أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ (Allah'a şükret diyerek) buyurulmuştur. Bu iltifat sanatıyla hikmeti verenin Allah olduğuna delalet edilmiştir. Genel olarak Kur'an tabirlerde görülen şey Allah Teâlâ’nın kendisinden çoğul zamirle bahsettiği vakit, ya öncesinde, ya da sonrasında tek olduğuna, hiçbir ortağı olmadığına işaret etmek üzere tekil zamir kullanmasıdır. Bu kaide Kur'an'ın tamamında geçerlidir, tek bir istisnası bile yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, Lokman Suresi)
Ayetteki, “Biz Lokmana da... hikmet verdik” ifadesi, amelin ilme uygunluğundan ibarettir. Binaenaleyh kendisine, amel-ilim uygunluğu nasip edilen kimseye, hikmet verilmiş demektir. Binaenaleyh o hikmeti, kendisine Allah'ın hikmetinin dahil olduğu konularda tarif etmek istersek, “Hikmet, amelin (işin-fiilin), malum olana (yani Allah'ça bilinenlere) uygun olarak gerçekleşmesi, yapılmasıdır” deriz. (Fahreddin er-Râzî)
وَمَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ
وَ istînâfiyyedir. Şart üslubunda haberî isnaddır.
Şart cümlesi olan مَنْ شَكَرَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. مَنْ şart ismi mübteda, يَشْكُرْ cümlesi, mübtedanın haberidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eder. Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَ , şartın cevabının başına gelen rabıtadır. اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiş cevap cümlesi فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ , müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümledeki kasr, يَشْكُر maksur/ sıfat, لِنَفْسِه۪ۚ maksurun aleyh/mevsûf olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Şükrün sadece ve sadece insanın kendisi için olduğu kasr üslubuyla kesin olarak bildirilmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
اِنَّمَا kasr edatı, siyakında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir. Muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Bu edatla kasr, müspet siyâkında gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَنْ كَفَرَ cümlesi, aynı üslupla gelerek …مَنْ يَشْكُرْ cümlesine tezat nedeniyle atfedilmiştir.
Müsnedin mazi sıygada gelmesi, hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
مَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ dedikten sonra sadece مَنْ كَفَرَ lafzıyla yetinilmiş, cümlede فَاِنَّمَا يَكْفُرُ لِنَفْسِه۪ۚ ifadesi öncesinden anlaşıldığı için hazfedilmiştir. Bu ihtibak sanatıdır.
İhtibak, sözden düşürülmüş olan kelime veya ifadelerin, zikredilen kelime veya ifadeden hareketle tespit edilerek yerine konulmasıdır. (Suyûtî, İtkân, II, 831)
مَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ cümlesiyle, مَنْ كَفَرَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
يَشْكُرُ - كَفَرَ kelimeleri arasında tıbâkı hafiy sanatı vardır.
يَشْكُرْ - يَشْكُرُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Hakk Teâlâ, bu şükürden, sadece şükredenin faydası olacağını, “Kim şükrederse ancak kendi faydası için şükreder” buyurarak; nankörlüğün de yine ancak nanköre (kâfire) zarar vereceğini, “Kim de nankörlük ederse şüphe yok ki Allah ganîdir, hamîddir” buyurarak açıklamıştır. Bu, “Allah, hiçbir şükre muhtaç değildir ki kâfirin küfrân-ı nimetinden (nankörlüğünden) ötürü zarara uğrasın. Çünkü O, insan kendisine şükretse de etmese de zatı gereği hamde layıktır” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ
Ayetin son cümlesi وَ ’la önceki şart cümlesine atfedilmiştir. Şart üslubunda haberî isnaddır. Atıf sebebi tezattır. Cümleler arasında inşâî olmak bakımından da mutabakat vardır.
Şart cümlesi olan مَنْ كَفَرَ, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. مَنْ şart ismi mübteda, كَفَرَ şart cümlesi ve mübtedanın haberidir. Müspet mazi fiil sıygasında gelmiştir. Haberin mazi sıygada fiil cümlesi olması, hükmü takviye, hudûs, sebat, istikrar ve temekkün ifade eder.
Rabıta harfi فَ ile gelen فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ cümlesi, cevaptır. إِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Haber olan iki vasfın, aralarında وَ olmadan gelmesi her ikisinin birden müsnedün ileyhte mevcut olduğuna işaret eder. Bu iki kelime de mübalağa ifade eder.
Bu iki vasfın birbiriyle uyumunda mürâât-ı nazîr, ayetin içeriğiyle olan uyumunda teşabüh-i etrâf sanatları vardır.
Ayette lafzı celalin ve مَنْ ’lerin tekrarında ıtnab ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Önceki şart cümlesinin mukabili olarak şartın cevabının, “kendi nefsi için küfretmiş olur” şeklinde gelmesi beklenirken, mukabeleden vazgeçilerek “Allah ganidir, hamiddir” cümlesinin gelmesi muhatabı beklemediği bir sonuçla yüz yüze getirerek manayı tekit etmiş ve kalıcı bir etki bırakmış oldu.
Bu zıd manaların zikredilerek muhatabın beklemediği bir sonuçla yüz yüze gelmesi manayı te’kîd eder, etkin bir şekilde kalıcı olmasını sağlar. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî İlmi)
غَنِيٌّ - حَم۪يدٌ vezinleri, mübalağa sıygalarıdır. Çünkü فعيل ve فعلّ vezni, mübalağa sıygalarıdır. (Yani çok zengin, çok övgüye layık) demektir.
يَشْكُرُ - اشْكُرْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve önemini vurgulamak için üç kez yapılan tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
كَفَرَ - يَشْكُرُ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafiy sanatı vardır.
İlk cümlede şart fiili muzari olarak gelerek şükrün tekrarlandığına delalet etmiştir. Bize verilen her nimet için Allah'a şükretmek gerekir. Bunun için şükür tekrarlanır. İkinci cümlede ise şart fiili olan كفر mazi fiil olarak gelmiştir. Çünkü küfür, şükür gibi tekrarlanmaz. Bir kere olur ve Allah dilemedikçe sahibinde devamlı olarak kalır.
Kur'an-ı Kerim'in şart fiillerini kullanımı çoğunlukla böyledir. Tekrarlanan olaylarda muzari fiil, tekrarlanmayan durumlarda ise mazi fiil gelir.
Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Şükür müstakbel, küfür ise mazi sıygasıyla gelmiştir ama şart harfi mazi ile muzariyi aynı manaya getirir.
Şükür fiilinin muzari olarak gelmesi, her nimet geldiğinde şükrün tekrarlanması gerektiğine işaret eder. İnkarın ve küfrün ise sona erdirilmesi ve terk edilmesi gerekir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, Lokman Suresi)
Cenab-ı Hakk, yapılacak hiçbir şükrün mükemmel manada olamayacağına dikkat çekmek için, şükre muzârî sıygasıyla işaret etmiştir. Ama inkâr (nankörlük), tam olarak tahakkuk eder. Dolayısıyla bunu da mazî sıygasıyla beyan etmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذْ | ve hani |
|
2 | قَالَ | demişti ki |
|
3 | لُقْمَانُ | Lokman |
|
4 | لِابْنِهِ | oğluna |
|
5 | وَهُوَ | O |
|
6 | يَعِظُهُ | öğüt vererek |
|
7 | يَا بُنَيَّ | yavrum |
|
8 | لَا | asla |
|
9 | تُشْرِكْ | ortak koşma |
|
10 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
11 | إِنَّ | çünkü |
|
12 | الشِّرْكَ | ortak koşmak |
|
13 | لَظُلْمٌ | bir zulümdür |
|
14 | عَظِيمٌ | büyük |
|
وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. اِذْ zaman zarfı, mahzuf olan اذكر fiiline mütealliktir.
إِذْ : Yalnız cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.
a. إِذْ mef'ûlun fih, mef'ûlun bih, mef'ûlun leh olur.
b. إِذْ ’den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.
c. بَيْنَا ve بَيْنَمَا ’dan sonra gelirse mufâcee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.
d. Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. لُقْمٰنُ kelimesi قَالَ fiilinin failidir. Gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
لِابْنِه۪ car mecruru قَالَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. هُوَ يَعِظُهُ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal cümlede failin, mef'ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müsbet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَعِظُهُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mekulü’l-kavl, يَا بُنَيَّ ’dur. قَالَ fiilinin mef'ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
يَا nida, بُنَيَّ münadadır.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef'ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada irab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfu üzere mebni, mahallen mansubtur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُشْرِكْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri انت ’dir. بِاللّٰهِۜ car mecruru تُشْرِكْ fiiline mütealliktir.
تُشْرِكْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındadır. Sülâsîsi شرك ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. الشِّرْكَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
اِنَّ ’nin haberi ظُلْمٌ olup lafzen merfûdur. عَظ۪يمٌ kelimesi ظُلْمٌ sıfat olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır.
Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar:Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı اِذْ ’in, takdiri, اذكر [Hatırla, düşün.] olan müteallakı mahzuftur. Bu takdire göre cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Zaman ismi olan اِذْ ’in mastara değil de fiil cümlesine muzaf olmasıyla bu vaktin tazimi anlaşılır. Fiil teceddüde ve şimdiki zamana delalet eder. (Aşur, Hac Suresi 26)
Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelam olan قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ cümlesi اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.
وَهُوَ يَعِظُهُ cümlesi haldir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ cümlesi, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı olan لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِ cümlesi ise nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
ابْنِه۪ - بُنَيَّ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Bu cümle önceki ayetten anlaşılan manaya atfedilmiş olup takdiri [Biz Lokman'a kendisi için O'na şükreder ve başkasına nasihat eder kıldığımızda hikmeti verdik] şeklindedir. Çünkü insanın en üstün mertebesi kamil olması ve başkasını kamil hale getirmesiyledir. Allah Teâlâ'nın Lokman'a şükret buyurması onun kemaline; [Hani Lokman oğluna -o öğüt verirken- şöyle demişti…] sözü de başkalarını kemale erdirdiğine işaret eder.
Âşûr bu konuda şöyle bir açıklama yapmıştır: Bu ayet, آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ [Biz Lokman’a hikmet verdik] şeklindeki 12. ayete matuftur. Çünkü وَ harfi, fiilin naibidir ve bu cümle Lokman'a verilen hikmetlerin bir kısmını açıklar. Şöyle takdir edilebilir: Oğluna vaaz ederken ona hikmet verdik. Çünkü oğluna söylediği bu sözler esnasında ona hikmet verilmişti. Muhakkak ki onun bu sözleri hikmetlidir. Onun bütün hallerinde hikmet vardır çünkü ona hikmet verilmiştir.
اِذْ , atıf harfi olan وَ ’ın delalet ettiği mukadder bir fiile mütealliktir. Şöyle takdir edilir:
آتيناه الحكمة إذ قال لابنه [Oğluna söylerken ona hikmet verdik.] Bu iz harfinin mahzuf bir أذكر [Hatırla] fiilinin müteallıkı olması da caizdir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 415)
وَهُوَ يَعِظُهُ [O öğüt verirken] Buradaki وَ harfi hal veya istinaf içindir. Hal olursa [Lokman oğluna vaaz ederek dedi ki...] anlamında olur. İstinaf olursa [Bu onun şanıdır yani Lokman'ın şanı oğluna vaaz etmektir] manasında olur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 416)
Ragıb'ın açıklamasına göre vaaz الوَعْظَ, korkutmaya yakın bir sıkıştırmadır. İmam Halil ise kalbi inceltecek şekilde hayrı hatırlatmak demiştir. (Elmalılı)
Hz. Lokman, Enam yahut Eşkem adındaki oğluna böyle öğüt vermişti. Deniyor ki: Hz. Lokman'ın oğlu kâfir idi. Hz. Lokman durmadan ona öğüt verdi ve sonunda Müslüman oldu. (Ebüssuûd)
بُنَيَّ [Oğulcağızım.] Lokman vaazına sevgi, şefkat ve merhametli bir üslupla başlamıştır. Kalbini yumuşatmak için küçültme ismi kullanmış ve oğlunu kendine izafe etmiştir. Böylece tavsiyesini kabul etmesine engel olabilecek her türlü engeli kaldırmak istemiştir. Yumuşak üslup kilitli kalpler ve kapıları açar, asi nefisleri yumuşatır, teklif ve nasihatlerin kabul edilmesini sağlar. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 416)
Âşûr şöyle demiştir: يَا بُنَيَّ [Oğulcağızım.] sözü şefkatten kinaye ve duyulan sevgi dolayısıyla yetişkin muhatabı küçük bir çocuk yerine koyma üslubuyla gelmiştir. Bu, öğüt ve nasihat makamıdır. Saf, samimi nasihat ve hayrını istemekten kinayedir. Verilen öğüde uymaya teşvik eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 417)
Burada şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ, bu hadiseden, akrabası olanı da olmayanı da irşada çalışan Hz. Peygamberin (s.a.) üstünlüğü anlaşılsın diye Lokman’dan (a.s.) bahsetmiş ve çocuğunu irşada çalıştığı için de onun bu gayretini takdir etmiştir. Çünkü kişinin kendi çocuğunu eğitip irşad etmesi, zaten alışılagelen bir şeydir. Ama yabancılara talim edip öğretmek hususunda birtakım sıkıntılara katlanmak ise böyle değildir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
Ayetin son cümlesi ta’liliye olarak fasılla gelmiştir. Cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekit ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عَظ۪يمٌ kelimesi, ظُلْمٌ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
عَظ۪يمٌ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
الشِّرْكَ - تُشْرِكْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Şirk zulümdür; bir şeyi hakkı olmayan yere koymak sebebiyle zulüm, kendisinden başka nimet veren olmayan zat (Allah) ile hiçbir nimeti olmayanları (kulu) bir tutmak sebebiyle de büyüktür.
Lokman (a.s.) vaazına, en mühim olanla başlamış -ki bu şirk koşmaktan men etmektir- ve “Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür” buyurmuştur. Bunun bir zulüm olması hususuna gelince çünkü bu, ya “Celâlim hakkı için biz, Ademoğullarını şerefli kıldık” (İsra Suresi, 70) ifadesi ile ikram edilen o kıymetli nefsi, adî şeylere ibadet etmeye hasrettiği veya ibadeti, olması gerekli olan yerin dışına koyarak orada istimal ettiği yer de, Allah'ın rızasının ve yolunun dışındaki yerler ve hususlardır. Bu zulmün “büyük” olarak nitelenmesi ise o kimsenin bu işi, uygun olmayan bir yere yöneltmiş olması ve bu yerin de o işin mahalli olmaması sebebiyledir. Bu böyledir, zira bir kimse, Zeyd'in malını alır da Amr'a verirse Zeyd'in malını Amr'ın eline koyarak onun eline geçmesini sağladığı için, bu bir zulüm olur. Ancak ne var ki bu malın, Amr'ın mülkü olması yahut da daha önce olmuş olan bir alışverişten veya sonradan zuhur eden bir mülk edindirme ile Amr'ın mülkü haline gelmiş olabilir. Şirk koşmak ise mabûdiyyeti, tapınılırlığı, Allah'ın dışındakilere verme ile olur. Halbuki O'nun dışındakiler, hiçbir zaman mâbûd olamazlar. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِۚ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْناً عَلٰى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ ف۪ي عَامَيْنِ اَنِ اشْكُرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيْكَۜ اِلَيَّ الْمَص۪يرُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَوَصَّيْنَا | ve biz tavsiye ettik |
|
2 | الْإِنْسَانَ | insana |
|
3 | بِوَالِدَيْهِ | ana babasını |
|
4 | حَمَلَتْهُ | onu taşımıştır |
|
5 | أُمُّهُ | anası |
|
6 | وَهْنًا | zayıflık |
|
7 | عَلَىٰ | üstüne |
|
8 | وَهْنٍ | zayıflıkla |
|
9 | وَفِصَالُهُ | ve onun sütten kesilmesi |
|
10 | فِي | içindedir |
|
11 | عَامَيْنِ | iki yıl |
|
12 | أَنِ | ki |
|
13 | اشْكُرْ | şükret |
|
14 | لِي | bana |
|
15 | وَلِوَالِدَيْكَ | ve anana-babana |
|
16 | إِلَيَّ | banadır |
|
17 | الْمَصِيرُ | dönüş |
|
Sûrenin Lokmân’a ayrılan bölümünde, araya ana babaya itaat konusundaki bu iki âyetin girmesiyle ilgili iki farklı açıklama yapılmıştır. Bir yoruma göre bu iki âyet de Lokmân’a ait sözlerdir. Buna göre âyetin başında “Allah bana buyurdu ki...” şeklinde bir ifade takdir etmek gerekir. Diğer bir yoruma göre bu âyetler araya sokulmuş bir açıklama (i‘tirâzıyye) mahiyetinde olup amaç, ana babaya saygının önemini, ayrıca bunun sınırını ve Allah’a saygıyla ilişkisini ortaya koymaktır.
“Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur” şeklinde çevirdiğimiz ifade, emzirmenin normal süresi iki yıl kadar olmakla birlikte bunun mutlaka tamamlanması gerekmediğine, ana baba isterlerse çocuğun iki yıl dolmadan da sütten kesilebileceğine işaret eder (ayrıca bk. Bakara 2/233).
“(Ey insan), hem bana hem ana babana minnet duymalısın” buyurularak Allah’a minnettarlıkla ana babaya minnettarlığın birlikte emredilmesinin sebebi, Allah’ın insanı var edip onu nimetleriyle rızıklandırması, ana babanın da insanın hem dünyaya gelmesine vesile olması hem de hayatının en zayıf dönemlerinde, çocukluğunda, hastalığında ona kol kanat germesi, yetiştirip büyütmesi, beslemesi ve eğitmesidir (Râzî, XXV, 147; Şevkânî, IV, 273). Âyette annenin fedakârlığına özel bir vurgu yapıldığı görülmekte, dolaylı olarak onun daha çok ilgi ve sevgi beklediğine işaret edilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de, “Yâ Resûlellah! Kime iyilik etmeliyim?”şeklindeki bir soruya, “annene” diye cevap vermiş; “Sonra kime?” denilince yine “annene” demiş; üçüncü defa tekrarlanan soruya da aynı cevabı vermiş; nihayet dördüncüsünde “babana” buyurmuştur (Müsned, V, 3, 5; Tirmizî, “Birr”, 1). Ancak Allah’ın hakkı bütün hakların önünde olduğu için ana baba çocuklarını bu hakkı ihlâl etmeye yani onu tevhid inancından sapmaya veya Allah’ın açıkça yasakladığı başka işler yapmaya zorlarlarsa kesinlikle onların bu baskısına boyun eğilmeyecek; bununla birlikte meşrû ve mâkul olan istekleri yerine getirilecektir (ayrıca bk. Ankebût 29/8).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 337-338
وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِۚ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. İtiraziyye olması da caizdir. Ve (و): Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَصَّيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. الْاِنْسَانَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
بِوَالِدَيْهِ car mecruru وَصَّيْنَا fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَصَّيْنَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi وصى ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْناً عَلٰى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ ف۪ي عَامَيْنِ اَنِ اشْكُرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيْكَۜ
Fiil cümlesidir. حَمَلَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. Muttasıl zamir هُ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اُمُّهُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. وَهْناً hal olup fetha ile mansubdur. عَلٰى وَهْنٍ car mecruru وَهْناً ’in mahzuf sıfatına mütealliktir.
وَ atıf harfidir. فِصَالُهُ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. ف۪ي عَامَيْنِ car mecruru mahzuf habere mütealliktir.
اَنِ tefsiriyyedir. اشْكُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri انت ’dir. ل۪ي car mecruru اشْكُرْ fiiline mütealliktir. لِوَالِدَيْكَ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
لِوَالِدَيْكَ car mecruru اشْكُرْ fiiline müteallık olup müsenna olduğu için ي ile mecrurdur. İzafetten dolayı ن harfi hazf edilmiştir. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلَيَّ الْمَص۪يرُ
اِلَيَّ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَص۪يرُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
الْمَص۪يرُ۟ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِۚ
وَ istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, s. 107)
وَصَّيْنَا fiili azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Ayet-i kerimede أوصى fiili yerine şeddeli olan وصّى fiili tercih edilmiştir. Bunun sebebi bu vasiyeti mübalağalı olarak bildirmektir. Kur'an'ın وصّى fiilini dini ve manevi konularda, أوصى fiilini ise maddi konularda kullandığını görüyoruz.
Vasiyet etme fiili Allah Teâlâ'ya isnad edilerek ووصينا buyurulmuştur. Allah Teâlâ sadece hayırlı ve mühim fiilleri kendisine isnad eder. Dolayısıyla bu isnad, bu vasiyetin ne kadar önemli olduğuna delalet eder. Ayrıca burada tazim ifade eden çoğul zamiri gelmiştir. Arkadan cümle أَنِ اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ إِلَيَّ الْمَصِيرُ (Bana ve ana babana şükret. [Dönüşün ancak banadır (dedik)] şeklinde tekil zamirle devam etmiştir. أن اشكر لنا..... وإلينا buyurulmamıştır. Daha önce değindiğimiz gibi bu da Kur'anî kullanım özelliklerinden biridir. Allah Teâlâ ne zaman kendisine delalet eden azamet zamiri kullansa, bunun öncesinde veya sonrasında kendisinin tek olduğuna, hiçbir ortağı olmadığına delalet eden tekil bir zamir gelmiştir. Bu üslubda bu vasiyet emrini Allah'ın verdiğine, indirenin O olduğuna, tebliğ edenin ise O’nun peygamberi olduğuna işaret vardır. Fiil çoğul zamiri ile gelerek buna da delalet edilmiştir, Allahu alem. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 419-421)
Ayet-i kerimede بأبويه değil بوالديه buyurulmuştur. Bunun birçok sebebi vardır. الوالدين kelimesi الوالد ve الوالدة kelimelerini birarada ifade eden tesniye kalıbıdır. Bu kelimede الوالد manası baskındır. Bunun için müzekker haliyle tesniye kalıbına girmiştir. الأبوين kelimesi ise الأب ve الأم kelimelerini birarada ifade eden tesniye kalıbıdır. Bu kelimede الأب lafzı baskındır. Bunun için الأبوين olmuştur. Her iki kelimede de müzekker kelime baskındır. Ancak الوالدين kelimesi الولادة /Doğmak kelimesinden müştaktır. Her ne kadar tesniye kalıbında müzekker hali baskın olsa da, doğmak fiili anneden yani kadından olur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 421)
Ayrıca الوالد kelimesi sadece baba için kullanılırken, الأب kelimesi, baba yanında amca dede vs. için de kullanılır.
Bu kelam, Hz. Lokman’ın tavsiyesi arasında bir ara cümlesi gibi olup tavsiyedeki şirk nehyini tekid etmektedir. (Nitekim bu kelâmın sonunda, bana ve ana-babana şükret, denilmektedir.)
Kelamın bir kısmı, özellikle ana hakkındaki vasiyeti tekid etmektedir. (Ebüssuûd)
حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْناً عَلٰى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ ف۪ي عَامَيْنِ
İtiraziyye olarak fasılla gelen cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Masdar olan وَهْناً kelimesi, اُمُّهُ ’dan haldir. Hal, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır. عَلٰى وَهْنٍ car-mecruru وَهْناً ’in mahzuf sıfatına mütealliktir.
وَفِصَالُهُ ف۪ي عَامَيْنِ cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiştir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. ف۪ي عَامَيْنِ mahzuf habere mütealliktir.
وَهْنٍ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l- acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اُمُّهُ - بِوَالِدَيْهِۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ şeklinde insana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettikten sonra, حَمَلَتْهُ اُمُّهُ [Annesi onu taşıdı.] cümlesinin gelmesi, umûmdan sonra hususun zikri kabilindendir. Bu, hususi olarak zikredilene daha fazla önem verildiğini ifade eder. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
İtiraz, belâgatçılara göre itnâb yollarındandır. Bazı alimler itirâz’a “isabetü’l-mikdar” adını vermişlerdir. İtiraz mana bakımından bir birine bağlı olan iki söz arasına veya sadece bir sözün içerisine bir gaye için îrabda yeri olmayan bir veya daha fazla ara cümle getirmektir. (Kazvînî, 2002, s. 151) İtiraziyye cümlesinin bu tarifte belirtildiği gibi îrabdan mahalli yoktur. (Kanatbek Orozobekov, Arapçada İ’tirâziyye Cümlesi)
اَنِ اشْكُرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيْكَۜ
Fasılla gelen cümlede اَنِ tefsir harfidir. اشْكُرْ ل۪ي cümlesi tefsiriyedir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
وَوَصَّيْنَا fiilindeki azamet zamirinden, ل۪ي ’de mütekellim zamirine dönüşte iltifat sanatı vardır.
Tesniye kalıbında gelen ana-babanın önemine binaen بِوَالِدَيْهِۚ ve وَالِدَيْكَۜ şeklinde tekrar edilmesinde, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَنِ اشْكُرْ diye başlayan cümle vasiyetin açıklamasıdır. Vasiyetle, vasiyeti açıklayan cümle arasına, حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْناً عَلٰى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ ف۪ي عَامَيْنِ [Annesi, onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur.] ara cümlesi getirilmiştir. Anne babadan bahsedilirken bu ara cümlede, özellikle annenin zikredilmesi, çocuğu için katlandığı zorluğu ve hakkının büyüklüğünü gerektiren şeyi ortaya koymak içindir. Annenin katlandığı bu zorluklar sebebiyledir ki Peygamber Efendimiz, “Annene iyilik et, sonra annene, sonra annene, bundan sonra da babana!” buyurmuştur. İfadeleriyle ayeti izah eden Beyzâvî, itiraz cümlesinin, annenin daha fazla hak sahibi olduğunu vurgulamak için getirildiğine işaret eder. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
13 ve 16. ayetlerde istiṭrât sanatı vardır. Lokman'ın (a.s.) oğluna verdiği vasiyetten Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği vasiyete geçilmiştir. Aralarındaki münasebet açıktır. Daha sonra yine Lokman'ın vasiyetine dönerek konuya devam edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi ve Hasan Uçar, Kur'an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Rivayet edildiğine göre Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) ile anası hakkında inmiştir. Şöyle ki: Adı geçen anasına itaat eden bir kimseydi. İslâm'a girdiği zaman anası: “Ey Sad! Sen ne yaptın? Eğer sen bu yeni dini bırakmazsan yemin olsun ki ben yemem, içmem, nihayet ölürüm. Sen de benim yüzümden ‘Hey anasının katili!’ diye kötü bir isimle anılırsın demiş. O da: ‘Yapma ana, ben bu dini hiçbir şey için terk etmem’ demiş. Anası da iki gün, iki gece yememiş, kuvvetten düşmüş. Bunu gören Sa'd, ‘Anneciğim! Bilesin ki vallahi yüz canım olsa da birer birer çıksa, ben bu dini hiçbir şey için terk edemem, artık dilersen ye, dilersen yeme!’ demiş. Bunun üzerine anası yemeğini yemiş. İşte bu iki ayet veyahut ikinci ayet bu sebeple inmiştir.” (Elmalılı)
Çocuğun sütten kesilmesi, üç sene bitimindedir. Şafiî'ye göre emzirme müddeti budur. Ebu Hanife'ye göre ise bu süre otuz aydır. Bunun izahı yerinde geçti.
Bu ayette olduğu gibi ana hakkına öncelik verilmesinden dolayıdır da Peygamberimiz, kendisine: “Kime itaat edeyim?” diye soran şahsa: “Anana! Sonra yine anana! Sonra yine anana!” demiş; ondan sonra da “Sonra babana!” demiştir. (Ebüssuûd)
اِلَيَّ الْمَص۪يرُ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. اِلَيَّ, mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَص۪يرُ, muahhar mübtedadır.
Car-mecrurun takdimi kasr ifade eder. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Dönüş takdîm kasrıyla Allah’a tahsis edilmiştir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. اِلَيَّ, hem mevsûf hem de maksûrun aleyhdir. الْمَص۪يرُ , hem sıfat hem de maksûrdur. Yani [Bütün insanların hepsinin varış yeri sadece ve sadece banadır.]
اِلَيَّ الْمَص۪يرُ [Dönüş ancak banadır] cümlesinde, sonra gelmesi gerekenin öne alınması hasr ifade etmek içindir. [Başkasına değil, sadece banadır] demektir. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Bu cümlede haber olarak gelen câr-mecrûr takdim edilmiştir. Bu da hasr ifade eder. Yani Allah'tan başka dönülecek bir zat yoktur. Bu da şirk inancını iptal eder. Dönülecek, varılacak tek yer Allah'ın yanıdır, başkası yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 425)
Bu cümle, emre uymanın zorunlu olmasının illet ve sebebini beyan etmektedir. Yani son dönüş, başkasına değil, ancak banadır. O zaman senden sâdır olan şükrün veya küfrün karşılığını vereceğim. (Ebüssuûd)
اِلَيَّ الْمَص۪يرُ va’d ve vaid’dir. (Âşûr)
وَاِنْ جَاهَدَاكَ عَلٰٓى اَنْ تُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفاًۘ وَاتَّبِعْ سَب۪يلَ مَنْ اَنَابَ اِلَيَّۚ ثُمَّ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِنْ | ve eğer |
|
2 | جَاهَدَاكَ | seni zorlarlarsa |
|
3 | عَلَىٰ | için |
|
4 | أَنْ |
|
|
5 | تُشْرِكَ | ortak koşman |
|
6 | بِي | bana |
|
7 | مَا | bir şeyi |
|
8 | لَيْسَ | olmayan |
|
9 | لَكَ | senin |
|
10 | بِهِ | hakkında |
|
11 | عِلْمٌ | bilgin |
|
12 | فَلَا | asla |
|
13 | تُطِعْهُمَا | onlara ita’at etme |
|
14 | وَصَاحِبْهُمَا | ve onlarla geçin |
|
15 | فِي |
|
|
16 | الدُّنْيَا | dünyada |
|
17 | مَعْرُوفًا | iyilikle |
|
18 | وَاتَّبِعْ | ve uy |
|
19 | سَبِيلَ | yoluna |
|
20 | مَنْ | kimsenin |
|
21 | أَنَابَ | yönelen |
|
22 | إِلَيَّ | bana |
|
23 | ثُمَّ | sonra |
|
24 | إِلَيَّ | banadır |
|
25 | مَرْجِعُكُمْ | dönüşünüz |
|
26 | فَأُنَبِّئُكُمْ | size haber vereceğim |
|
27 | بِمَا | şeyleri |
|
28 | كُنْتُمْ | olduklarnız |
|
29 | تَعْمَلُونَ | yapıyor(lar) |
|
وَاِنْ جَاهَدَاكَ عَلٰٓى اَنْ تُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. جَاهَدَا şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Tesniye elifi fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كَ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, عَلٰٓى harf-i ceriyle birlikte جَاهَدَاكَ fiiline mütealliktir.
تُشْرِكَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. ب۪ي car mecruru تُشْرِكَ fiiline mütealliktir. مَا müşterek ism-i mevsûl mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَيْسَ camid nakıs fiildir. كَانَ gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder. لَكَ car mecruru لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir.
بِهٖ car mecruru عِلْمٌ ’un mahzuf haline mütallıktır. عِلْمٌ kelimesi لَيْسَ ’nin muahhar ismi olup lafzen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تُطِعْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Muttasıl zamir هُمَا mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
جَاهَدَاكَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جهد ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Musareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef'ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تُشْرِكَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındadır. Sülâsîsi شرك ’dir.
تُطِعْهُمَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındadır. Sülâsîsi طوع ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفاًۘ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. صَاحِبْهُمَا sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri, أنت ’dir. Muttasıl zamir هُمَا mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur. فِي الدُّنْيَا car mecruru صَاحِبْهُمَا fiiline mütealliktir.
مَعْرُوفاً mahzuf mef'ûlun mutlakın sıfatıdır.
مَعْرُوفاً sülâsisi mücerredi عرف olan fiilin ism-i mef'ûlüdür.
وَاتَّبِعْ سَب۪يلَ مَنْ اَنَابَ اِلَيَّۚ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. تَّبِعْ mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
سَب۪يلَ mef'ûlun bih olup fetha üzere mebnidir. مَنْ müşterek ism-i mevsûl muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası اَنَابَ اِلَيَّ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اَنَابَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. اِلَيَّ car mecruru اَنَابَ fiiline mütealliktir.
اتَّبِعْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اَنَابَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi نوب ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
ثُمَّ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلَيَّ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مَرْجِعُكُمْ, muahhar mübtedadır. Muttasıl zamir كُمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. اُنَبِّئُ merfû muzaridir. Faili müstetir olup takdiri انا ’dir. Muttasıl zamir كُمُ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl, بِ harf-i ceriyle birlikte اُنَبِّئُ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası كُنْتُمْ ’un dahil olduğu isim cümlesidir.
كُنْتُمْ nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. تُمْ muttasıl zamiri كُنْتُمْ ’un ismi olarak mahallen merfûdur.
تَعْمَلُونَ fiili كُنْتُمْ ’un haberi olarak mahallen mansubtur.
تَعْمَلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
اُنَبِّئُ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi نبأ ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.وَاِنْ جَاهَدَاكَ عَلٰٓى اَنْ تُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا
Ayet, önceki ayetteki … وَوَصَّیۡنَا cümlesine matuftur. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. İki cümle haber ve inşâ olma bakımından lafzen ihtilâf etmekle birlikte aralarında manen ittifak mevcuttur. Şart cümlesi olan جَاهَدَاكَ عَلٰٓى اَنْ تُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 106)
اِنْ şart harfi, asıl şart edatlarındandır. Çoğu zaman şartın vukuunda şek ifade eder.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki تُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ cümlesi, masdar tevilinde, başındaki harfi cerle birlikte جَاهَدَاكَ fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
تُشْرِكَ fiilinin mef'ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası olan لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ , nakıs fiil لَيْسَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber, ibtidaî kelamdır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَكَ , nakıs fiil لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. عِلْمٌ, muahhar ismidir.
عِلْمٌ ’daki tenvin nev ve taklil ifade eder.
فَ karinesiyle gelen فَلَا تُطِعْهُمَا, cevap cümlesidir. Nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Müfessirimiz Beyzâvî bu ayetin tefsirinde şu açıklamayı yapar: Lokman’ın, oğluna yönelik genel vasiyeti arasında zikredilen bu iki ayet (Lokman Suresi, 14-15), ara cümle olarak, vasiyetteki şirk yasağını tekid etmek için araya girmiştir. Sanki Yüce Allah: (Biz de onun tavsiye ettiği gibi tavsiye ettik) demiştir. Bu hususta ebeveynin zikredilmesi mübalağa içindir. Zira o ikisi saygı ve itaati hak etmede Allah’tan sonra geldikleri halde (onlar istedi diye) Allah'a şirk koşulamıyorsa diğerleri için hiç koşulamaz. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
Burada بنا (Bize) değil, بي (Bana) şeklinde tekil zamir gelmiştir. Çünkü makam tevhid makamı ve şirki olumsuzlama makamıdır. Böyle yerlerde her zaman tekil zamir kullanılmıştır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 426)
Allah Teâlâ, Lokman’ın (a.s.), oğluna nasihatini keserek bu iki ayeti zikrettikten sonra tekrar onun vasiyetine dönmüştür. Bunun hikmeti, çocukların, anne ve babalarının itaatlerine önemini belirtmek bir de Lokman'ın, oğluna yaptığı vasiyetin birinci maddesi olan “Allah’a ortak koşmama” emrini pekiştirmektir. Öyle ki anne babaya itaat, iyiliklerde söz konusudur. Allah’a itaat edilmeyen yerde kula itaat yoktur. Nitekim Resulullah Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’a isyanda hiçbir kimseye itaat yoktur. İtaat ancak iyiliktedir.” (Buhari, Kitabu’l Ahbar el-Ahad, bab: 1 / Müslim, Kitabu el-İman, bab: 39,1 ladis no: no: 1840 / Ebû Davud, K. el-Cihad, bab: 87, Hadis no: 2625 (Taberî)
وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفاًۘ وَاتَّبِعْ سَب۪يلَ مَنْ اَنَابَ اِلَيَّۚ
وَ atıftır. Cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şartın cevabına hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Cümleler arasında lafzen ve manen ittifak mevcuttur.
Aynı üsluptaki وَاتَّبِعْ سَب۪يلَ مَنْ اَنَابَ اِلَيَّ cümlesi, makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
فِي الدُّنْيَا anlamı zenginleştirmek için yapılmış ıtnabtır.
سَب۪يلَ için muzâfun ileyh konumundaki müşterek mevsûl مَنْ ’in sılası olan اَنَابَ اِلَيَّ cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümledeki fiiller mazi sıygada gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
مَعْرُوفاًۘ , mahzuf mef'ûlü mutlakın naibi olarak onun sıfatıdır. Takdiri, صحابا معروفا [İyi bir arkadaşlık] gibidir.
لَا تُطِعْهُمَا - وَاتَّبِعْ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: فِي الدُّنْيَا ibaresinin dini konularda değil, dünyevi konularda onlara şefkatli muamele yapmaya işaret ettiği söylenmiştir. Ayet-i kerimede, başka bir ayette (Bakara Suresi, 231) eşler hakkında buyurulduğu gibi بمعروف veya بالمعروف değil, معروفاً buyurulmuştur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 426)
Cenab-ı Hakk burada, “Bana dönenlerin yoluna uy!” buyurmuştur ki bu: “Onlara, cisminle, bedeninle sahip çık. Çünkü onların hakkı, senin bedenin üzerindedir. Fakat aklınla da Peygamberin (s.a.) yoluna uy. Çünkü peygamber de tıpkı babanın, senin bedenini eğitip büyütmesi gibi senin aklını ve ruhunu eğitip büyütmektedir” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
ثُمَّ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
Cümle mukadder ta’liliyye cümlesine terâhî ve tertib ifade eden ثُمَّ ile atfedilmiştir. Takdiri, … فإنّكم ميّتون [Çünkü siz muhakkak öleceksiniz] şeklindedir.
Sübut ve istimrar ifade eden cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
اِلَيَّ mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مَرْجِعُكُمْ muahhar mübtedadır. Bu takdim hasr ifade eder. Dönüşünüz sadece banadır, başkasına değil anlamını verir.
اِلَيَّ , maksurun aleyh/sıfat, مَرْجِعُكُمْ, maksur/mevsûf olmak üzere kasr-ı mevsûf, ale’s-sıfattır.
Çünkü mecrur haber, vasıf kuvvetindedir. Haber olarak gelen mecrurlar, zarflar mübtedanın bununla vasıflandığını ifade ederler. Nahiv alimlerinin açıkladığı gibi kelamda كائِنٍ benzeri bir müstekar takdiriyle husul ve subut ifade eder. (Âşûr, Şuara Suresi 113)
Cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedin ileyh olan مَرْجِعُكُمْ, veciz ifade kastıyla izafet formunda gelmiştir.
فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ cümlesi, atıf harfi فَ ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَاُنَبِّئُكُمْ fiilinin azamet zamirine isnadı, tazim ifade eder.
Fiilin Allah Teâlâ’ya isnadı, istimrârın/devâmlılığın karinesidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا , harfi-cerle birlikte اُنَبِّئُكُمْ fiiline mütealliktir. Sılası olan كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ cümlesi, كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَانُ ’nin haberi تَعْمَلُونَ ’nin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
كَانُ ’in haberi muzari fiil olduğunda genellikle devam edegelen maziye, âdet haline gelmiş davranışlara delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
Cümle “Amellerinizi size haber vereceğim” anlamının yanında “haber verilmekle kalmaz, gereken karşılığı görürsünüz” manası da taşımaktadır. Lazım zikredilmiş, melzum kastedilmiştir. Mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
يَا بُنَيَّ اِنَّـهَٓا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ اَوْ فِي السَّمٰوَاتِ اَوْ فِي الْاَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَط۪يفٌ خَب۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا بُنَيَّ | yavrum |
|
2 | إِنَّهَا | onlar |
|
3 | إِنْ | eğer |
|
4 | تَكُ | bir şey olsa |
|
5 | مِثْقَالَ | ağırlığınca |
|
6 | حَبَّةٍ | danesi |
|
7 | مِنْ |
|
|
8 | خَرْدَلٍ | hardal |
|
9 | فَتَكُنْ | ve bulunsa |
|
10 | فِي | -nın içinde |
|
11 | صَخْرَةٍ | bir kaya- |
|
12 | أَوْ | veya |
|
13 | فِي |
|
|
14 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
15 | أَوْ | veya |
|
16 | فِي |
|
|
17 | الْأَرْضِ | yerde |
|
18 | يَأْتِ | mutlaka getirir |
|
19 | بِهَا | onu |
|
20 | اللَّهُ | Allah |
|
21 | إِنَّ | çünkü |
|
22 | اللَّهَ | Allah |
|
23 | لَطِيفٌ | latiftir |
|
24 | خَبِيرٌ | haber alır |
|
Lokmân’ın oğluna yönelttiği bu öğütler de Allah’ın ona verdiği hikmetin meyveleridir. Kuşkusuz insanın yaptığı her şey –ne kadar saklanırsa saklansın– Allah’ın mutlaka onu bildiği, dolayısıyla onun hesabını soracağı inancı ve bilinci ile bundan doğan sorumluluk duygusu ve kaygısı ahlâkî hayatın temelidir. Nitekim meşhur bir özdeyişte “Hikmetin başı Allah korkusudur” denilmiştir. Büyük şairimiz Mehmed Âkif’in, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır” şeklindeki beyti de bu gerçeğin güzel bir ifadesidir.
İnsanın iyi ve itaatkâr bir kul olduğunu gösteren üç örnek davranışın sıralandığı 17. âyetteki “namaz” Allah’a kulluk ödevini, “iyi olanı emredip kötü olana karşı koymak” toplumsal davranışlar karşısındaki kulluğun gerektirdiği yapıcı tutumu, “sabır” ise maddî ve sosyal çevreden gelen sıkıntıları, belâları birer imtihan bilip metanetle karşılama olgunluğunu yansıtır. Âyetteki “İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir” ifadesi, bu müsbet davranışların, kulluktaki kemali gösteren birer örnek olduğunu, hayatın şartları içinde yerine getirilmesi gereken böyle daha başka yüksek davranışlar da bulunduğunu gösterir. 18-19. âyetlerde ise kaçınılması gereken olumsuz davranışlardan örnekler verilmektedir. Bu örneklerin, özellikle kendini beğenmişlerin, başka insanları aşağılayıcı tutumlarından seçilmiş olması ve bunların Allah sevgisinden mahrum kalacakları uyarısında bulunulması, Kur’an’ın insan onuruna verdiği değeri yansıtması bakımından özellikle dikkat çekicidir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 338
Sahara صخر : صَخْرٌ sert taştır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de tek bir isim kalıbında 3 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekli (Kubbetu's) Sahra'dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَا بُنَيَّ اِنَّـهَٓا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ اَوْ فِي السَّمٰوَاتِ اَوْ فِي الْاَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللّٰهُۜ
يَا nida harfidir. بُنَيَّ münadadır. Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef'ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada irab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfu üzere mebni, mahallen mansubtur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nidanın cevabı اِنَّـهَٓا اِنْ تَكُ ’dur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. هَٓا muttasıl zamir اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّ ’nin haberi اِنْ تَكُ olarak mahallen merfûdur. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir.
تَكُ fiili şart fiili olup نَ ’un hazfiyle meczum muzari nakıs fiildir. تَكُ ’nun ismi müstetir olup takdiri هى ’dir.
تَكُ ’nün aslı تَكُونَ ’dir. Şart edatı اِنْ ’den dolayı نَ ’un harekesi hazfedilmiş, sonra da iki sakin bir araya geldiği için و hazf edilmiştir. İllet harfi وَ ’a benzediğinden tahfif için نْ hazf edilmiştir. Böylece geriye تَكُ lafzı kalmıştır.
مِثْقَالَ kelimesi تَكُ ’nun haberi olup fetha ile mansubdur. حَبَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مِنْ خَرْدَلٍ car mecruru mahzuf sıfata mütealliktir.
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَكُنْ nakıs meczum muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi müstetir olup takdiri أنت ’dir. ف۪ي صَخْرَةٍ car mecruru كَانَ ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
فِي السَّمٰوَاتِ ve فِي الْاَرْضِ atıf harfi اَوْ ile makabline matuftur.
Türkçede “veya, yahut, ya da, yoksa” kelimeleriyle karşılayabileceğimiz bu edat iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَأْتِ mahzuf ى üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. بِهَا car mecruru يَأْتِ fiiline mütealliktir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.
اِنَّ اللّٰهَ لَط۪يفٌ خَب۪يرٌ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.
لَط۪يفٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. خَب۪يرٌ kelimesi ikinci haber olup lafzen merfûdur.
لَط۪يفٌ ve خَب۪يرٌ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَا بُنَيَّ اِنَّـهَٓا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ اَوْ فِي السَّمٰوَاتِ اَوْ فِي الْاَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللّٰهُۜ
Lokman’ın oğluna nasihatlerinin bildirildiği ayet fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı olan اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ اَوْ فِي السَّمٰوَاتِ اَوْ فِي الْاَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللّٰهُۜ cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi olan اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ cümlesi, şart üslubunda haberî isnaddır.
Muzari sıygadaki كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ , şart cümlesidir.
Şart fiili تَكُ ’nun sonundaki nun hafiflik maksadıyla hazfedilmiştir. مِثْقَالَ haberidir.
حَبَّةٍ ve خَرْدَلٍ kelimelerindeki tenvin, kıllet ifade eder.
فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ cümlesi atıf harfi فَ ile şart cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. كان ’nin dahil olduğu, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. ف۪ي صَخْرَةٍ , nakıs fiil كان ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
فَ karinesi olmadan gelen يَأْتِ بِهَا اللّٰهُۜ , cevap cümlesi meczum muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur بِهَا , fail olan اللّٰهُۜ ’ya konudaki önemine binaen takdim edilmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
ف۪ي صَخْرَةٍ اَوْ فِي السَّمٰوَاتِ اَوْ فِي الْاَرْضِ [Yerde, gökte veya kayanın içinde] ifadesi “her yerde” sözünden, kinayedir.
تَكُ - تَكُنْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يَأْتِ fiilinin بِ harfi ceriyle, “getirdi” manasına gelmesi tazmin sanatıdır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
الْاَرْضِ - صَخْرَةٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اِنَّـهَٓا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ [Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında da olsa bir kayanın içinde bulunsa] ifadesi bir temsildir. Lokman (a.s.) bunu, Allah'ın ilminin her şeyi, küçük, büyük, iyi, kötü, kapsayacak şekilde geniş olduğuna misal getirdi. Çünkü Yüce Allah, en gizli yerlerdeki en küçük şeyi bilir. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ [Bir kayanın içinde bulunsa] Lokman (a.s.), günahın kendisinde bulunan gizliliğini, yerinin gizliliğiyle tamamladı. Buna tetmîm denir ki bu da bir edebî sanattır.
(Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Lokman, Allah'ın bir ortağının olamayacağını oğluna açıklamak için bu örneği (mesel) vermiş; onu ikna etmek için sadece nehiyle yetinmemiştir. Burada da babalara ve davetçilere; bir delil, hüccet ve gerekçe sunmaksızın emredip nehyetmemeleri konusunda mesajlar verilmektedir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 436)
Burada تك fiilindeki nun harfi hazfedilmiş ama arkadan gelen فتكن filinde hazfedilmemiştir. Sanırım bunun sebebi, ilk cümlede mekan belirsiz iken sonra bu mekanın belirlenmiş oluşudur. İlk cümlede bunun varlık ihtimali çok zayıftır. Yani mekanı olmayan kayıp bir toz tanesidir ve nun harfi hazf olmuştur. İkinci cümlede ise mekanı belirlenmiş, dolayısıyla nun harfi zikredilmiştir, Allahu alem. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 433)
Ayetteki فتكن ifadesinin fâ harfiyle getirilmesi, bir araya toplanmayı ifade etmek için olup “o tane küçük olsa ve küçüklüğünün yanı sıra bir kaya parçası gibi korunmuş bir yerde saklanmış dahi olsa o Allah'a yine de saklı kalmaz” demektir. Çünkü fâ, takîbiyye manasıyla beraber oluş anlamını ifade eder. (Fahreddin er-Râzî)
اِنَّ اللّٰهَ لَط۪يفٌ خَب۪يرٌ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Bu söz, Hz.Lokman’ın olabileceği gibi itiraz cümlesi de olabilir. (Âşûr)
اِنَّ ile tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi sübut ifade eder.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd, Nisa Suresi 81)
Allah'ın لَط۪يفٌ ve خَب۪يرٌ şeklindeki sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَط۪يفٌ - خَب۪يرٌۚ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Ayetin fasılası olan bu cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri, ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
يَا بُنَيَّ اَقِمِ الصَّلٰوةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَۜ اِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا بُنَيَّ | yavrum |
|
2 | أَقِمِ | kıl |
|
3 | الصَّلَاةَ | namazı |
|
4 | وَأْمُرْ | ve emret |
|
5 | بِالْمَعْرُوفِ | iyiliği |
|
6 | وَانْهَ | ve vazgeçir |
|
7 | عَنِ | -ten |
|
8 | الْمُنْكَرِ | kötülük- |
|
9 | وَاصْبِرْ | ve sabret |
|
10 | عَلَىٰ | başına |
|
11 | مَا | ne |
|
12 | أَصَابَكَ | geldiyse |
|
13 | إِنَّ | çünkü |
|
14 | ذَٰلِكَ | bunlar |
|
15 | مِنْ |
|
|
16 | عَزْمِ | yapılması gereken |
|
17 | الْأُمُورِ | işlerdendir |
|
يَا بُنَيَّ اَقِمِ الصَّلٰوةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَۜ
يَا nida harfidir. بَنِيَّ münadadır. Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef'ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada irab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfu üzere mebni, mahallen mansubtur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nidanın cevabı اَقِمِ الصَّلٰوةَ ’dur.
اَقِمِ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. الصَّلٰوةَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur. أْمُرْ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
أْمُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. بِالْمَعْرُوفِ car mecruru أْمُرْ fiiline mütealliktir. انْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ atıf harfi و ’la اَقِمِ fiiline matuftur.
انْهَ illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.بِالْمَعْرُوفِ car mecruru انْهَ fiiline mütealliktir. اصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَ atıf harfi و ’la اَقِمِ fiiline matuftur.
اصْبِرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. مَٓا müşterek ism-i mevsûl عَلٰى harfi ceriyle birlikte اصْبِرْ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası اَصَابَكَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اَصَابَكَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. Muttasıl zamir كَ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِۚ
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
ذٰلِكَ işaret ismi اِنَّ ’nin ismi olup mahallen mansubdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
مِنْ عَزْمِ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. الْاُمُورِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يَا بُنَيَّ اَقِمِ الصَّلٰوةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Lokman’ın (a.s.) sözlerine dahil olan ayet, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı ise olan اَقِمِ الصَّلٰوةَ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Aynı üsluptaki وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ ve وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ ve وَاصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَ cümleleri اَقِمِ الصَّلٰوةَ cümlesine, hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَٓا , harfi-cerle birlikte اصْبِرْ fiiline mütealliktir. Sılası olan اَصَابَكَ , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, s. 107)
الْمَعْرُوفِ - الْمُنْكَرِ ve انْهَ - أْمُرْ gruplarındaki kelimeler arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اصْبِرْ - اَصَابَ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs vardır.
وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ [İyiliği emret] وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ [Kötülükten nehyet] arasında mukabele sanatı vardır. Lokman (a.s.) iki lafzı, karşıt olarak söyledi. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Bu ayette lafzen ve manen inşa olan cümleler birbirine atfedilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cenab-ı Hakk, “iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış…” buyurmuştur ki bu, “Sen, Allah'a ibadet etmek suretiyle nefsin açısından kemale erdiğinde, başkalarını da kemale erdir... Çünkü peygamberlerin ve onların varisi olan ulemânın işi, kendilerinin kemâle ermesi ve başkalarını da kemale erdirmektir” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
Lokman oğluna şirki yasaklayıp selim akidenin esasını açıkladıktan sonra ibadetleri emretmiştir. İlk olarak en önemli ve gereklisi olan namazı emretmiştir. Namaz öyle bir ibadettir ki hiçbir özrü yoktur. Kişi kıyamet gününde önce namazdan sorguya çekilecektir. Sevgi ifade eden Oğulcağızım nidası tekrar edilmiştir ki davet kabul edilsin.
Burada صلّ (Namaz kıl) değil, أقم الصلاة (Namazı ikame et) buyurulmuştur ki namaz kıyamıyla, rükûsuyla, secdesiyle, kıraatiyle ve huşûsuyla en mükemmel haliyle, eksiksiz olarak yerine getirilsin.
Namazdan sonra da emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker emredilmiştir. Böylece biri nefisle, diğeri toplumla alakalı iki çeşit ibadet emredilmiştir.
Namaz kişiyi, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker ise toplumu tekamül ettirir. Toplumun kişi üzerindeki hakkı onu koruması, kişide hayır ve kuvvet kaidelerini yerleştirmesi, tahrip ve fesad unsurlarını yok etmesi, en güzel şekilde uygulayabilmesi için emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker yapmasıdır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 440), (Âşûr)
Lokman (a.s.) burada “emr-i ma'rûf”u, “nehy-i münker”den önce zikretmiştir. Lokman Suresi 13. ayetinde, ma'rufu emretmemiş ama onu münkerden nehyetmiştir. Çünkü tefsirde varid olduğuna göre onun oğlu müşrik idi. O da bu sebeple, ona va'z u nasihatta bulundu, Müslüman oluncaya kadar, ona olan nasihatini devam ettirdi. Ama burada ise oğluna, mutlak anlamda bir emir verdi. Dolayısıyla bu manadaki emirlerde, ma'rufun zikri münkerden önce gelir. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hakk, “Başına gelen şeylere sabret” buyurmuştur. Yani “Emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunanlar, eziyete maruz bırakılırlar. Ama Allah, bu konuda ona sabretmesini emretmiştir.” (Fahreddin er-Râzî)
اِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِۚ
Cümle ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi sübut ve istimrar ifade eder. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütallıktır.
اِنَّ ’nin isminin ismi işaret olarak gelmesi işaret edilenin önemini vurgulayarak tazim ifade eder.
İşaret isminde istiare vardır. Tecessüm ve cem’ ifade eden ذٰلِكَ ile duruma işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ذٰلِكَ ile muşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Duhan Suresi 57, s. 190)
Az sözle çok anlam ifade eden عَزْمِ الْاُمُورِۚ izafetinde, sıfat mevsûfuna muzaf olmuştur. Sıfat tamlaması, izafetin verdiği manayı karşılayamaz.
İzafette bu kişinin bu özelliği ile tanındığı, meşhur olduğu ve bu özelliğin onun tabiatı, karakteri haline geldiği manası vardır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri Ahkaf Suresi 20)
وَأْمُرْ - الْاُمُورِۚ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَزْمِ mastardır, mef'ûl manasınadır (معزوم). Fail manasına olması da câizdir ki فإذا عزم الأمر deyiminden gelir, iş ciddileştiği zaman demektir. (Beyzâvi, Âşûr)
Burada ayet-i kerime اِنَّ ile tekid edilmişken başka bir yerde niçin aynı cümle hem اِنَّ ile hem de lâm ile tekid edilmiştir? Bunun sebebi iki makamın birbirinden farklı oluşudur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 441)
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحاًۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَا | asla |
|
2 | تُصَعِّرْ | çevirme |
|
3 | خَدَّكَ | yüzünü |
|
4 | لِلنَّاسِ | insanlardan |
|
5 | وَلَا | ve |
|
6 | تَمْشِ | yürüme |
|
7 | فِي |
|
|
8 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
9 | مَرَحًا | böbürlenerek |
|
10 | إِنَّ | zira |
|
11 | اللَّهَ | Allah |
|
12 | لَا |
|
|
13 | يُحِبُّ | sevmez |
|
14 | كُلَّ | hepsini |
|
15 | مُخْتَالٍ | kendini beğenenleri |
|
16 | فَخُورٍ | övünenleri |
|
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحاًۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تُصَعِّرْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
خَدَّكَ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. لَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَمْشِ illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
فِي الْاَرْضِ car mecruru تَمْشِ fiiline mütealliktir. مَرَحاً hal olup fetha ile mansubdur.
Hal cümlede failin, mef'ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۚ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâl اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.
لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُحِبُّ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. كُلَّ mef'ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مُخْتَالٍ kelimesi hazfedilmiş mevsûfun sıfatı olup kesra ile mecrurdur. Takdiri, عبد مختال şeklindedir. فَخُورٍ ikinci sıfat olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsûfuna dört açıdan uyar:Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
HAKİKİ SIFAT: 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. MÜFRED OLAN SIFATLAR: Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi mef'ûl, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحاًۜ
Önceki ayetteki nidanın cevabına matuf olan ayet, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında lafzen ve manen mutabakat mevcuttur.
Aynı üslupla gelen وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحاً cümlesi de hükümde ortaklık nedeniyle nidanın cevabına atfedilmiştir.
Masdar vezninde gelerek mübalağa ifade eden مَرَحاً hal konumundadır. Hal, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Bu ayette zikredilen böbürlenmenin, davranışlarda; kibrin ise sözlerde görüldüğünü ve bu iki vasfın bir arada zikredildiğini belirtmektedir. Bunun da وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ [İyiliği emret ve kötülükten sakındır.] Lokman Suresi 17. ayetinden hemen sonra geldiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla iyiliği emredip kötülükten sakındıracak kişinin, önce kendisi mütevazı olmalı, daima güzel sözler ve davranışlar sergilemeli ve asla böbürlenip kibirlenmemelidir. Herkeste bulunması gereken bu vasıflar, davetçiler ve vaizlerde özellikle bulunmalıdır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 446)
فِي harfi zarfiyye ifade eder. Yani kibir ve kendini beğenmişlik dolayısıyla adeta yeri delmek ister gibidir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 443)
ولا تمش في الأرض مرحاً [Yeryüzünde kibr-ü azametle yürüme] ibaresi kibirdeki mübalağaya delalet eder. Çünkü hal olarak gelen kelime mastar şeklindedir, bu da mübalağa ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 443)
لَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ [Tes’ir el-had] ifadesinde istiâre vardır. Yanak bükmek eyleminde lazım (yanak bükmek) zikredilip melzum (kibir) kastedildiğinden kinâyedir. Es-Sâar الْصَعر kelimesinin asıl anlamı, develerin baş bölgesine isabet eden bir hastalık olup bu hastalık yüzünden hayvanların boyunları bükülür, hatta ters döner. Buna göre sanki Hz. Lokman oğluna, bu hasta develer gibi burnunu havaya kaldırmamasını, yüzünü kibirle çevirmemesini emretmiş oluyor. Yine kibirliliğin sıfatlarından biri de sanki semaya bağlanıp asılmış gibi gözünü havaya dikmektir. (Şerîf er-Râdî, Kur'an Mecazları, Elmalılı, Âşûr)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۚ
Ayetin son cümlesi nehiy için ta’liliye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Müsned olan لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۚ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudus teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadir Suresi 1)
مُخْتَالٍ ’deki tenvin, kesret, nev ve tahkir ifade eder. Menfî siyakta nekre umuma işarettir.
مختال kelimesi افتعال babındadır ve vasıftaki mübalağayı ifade eder.
مُخْتَالٍ için sıfat olan الفخور, mübalağa vezni olan فعول kalıbındandır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Olumsuz bir cümlede ismin fiile takdim edilmesi, fiilin bu isimdeki olumsuzluğunu ama başka isimlerdeki varlığını ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 186)
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَخُورٍ , مُخْتَالٍ ve تُصَعِّرْ - مَرَحاً kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekîd etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekit etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz (I) Kur'an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
فخور kibir ve gururdaki mübalağayı ifade eder. Bu iki vasfın niçin mübalağa kalıbında geldiği sorulabilir. Çünkü sevginin baskın olduğu bir hitapta böyle gelmemesi gerekir. Bu böyle vehmedildiği gibi değildir. Allah'ın mübalağalı olarak kötü vasıfta olanları sevmemesi, mübalağalı olmayan kötü vasıf sahiplerini sevdiğini göstermez. Bu vasıfların mübalağalı olarak gelmesi makamla alakalıdır. الفخور kelimesi mübalağa vezni olan فعول kalıbındandır. Bu manayı izhar etmekteki çokluğa ve mübalağaya delalet eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 442)
Ayette yer alan فَخُورٍ (çok övünen) kelimesi لِلْمُضغرِ خدكَ (kibirle yüzünü çeviren) ifadesinin mukabili, مُخْتَالٍ ( kendisini beğenen) kelimesi ise لِلْمَاشِى مَربًا (çalım satarak yürüyen) lafzının mukabili olduğu halde فَخُورٍ kelimesinin مُخْتَالٍ kelimesinden sonra zikredilmesi ayet sonlarının uyması içindir. Son ayetlerin fasılaları خَب۪يرٌ / فَخُورٍ / الْاُمُورِ / الْحَم۪يرِ۟ şeklindedir. Eğer bu nükte olmasaydı sözün akışına göre ifade فَخُورٍ مُخْتَالٍ şeklinde gelecekti. Çünkü فَخُورٍ kelimesinin mukabili وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ ayette önce مُخْتَالٍ kelimesinin mukabili وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحاًۜ ise sonra zikredilmiştir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
مُخْتَالٍ , insanlara kendisinin büyük olduğunu göstermek isteyen kimse demektir ki, bu, tekebbür ve büyüklenmedir. “Allah, fehûr'u فَخُورٍ yani kendi kendine büyüklenip gururlananı da sevmez” ayetindeki fehûr فَخُورٍ, kendisinin büyüklüğüne inanan kimseye denir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ayette, şöyle bir incelik bulunur: Allah, kişinin kendisinin kemale ermesi hususunu, başkalarını kemale erdirmekten önce zikretmiştir. Çünkü önce, “namazı dosdoğru kıl” demiş, daha sonra da “marufu emret” buyurmuştur. Halbuki nehy konusunda ise başkalarını kemale erdirmeyi ifade eden şeyi, kişinin kendi kemalini sağlayacak şeyden önce zikretmiştir. Çünkü O, önce “yüzünü çevirme” demiş, daha sonra “yeryüzünde şımarık yürüme” buyurmuştur. Çünkü müspet yani olumlu tarafta kemale ermemiş olan kimsenin, başkasını kemale erdirmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple kişinin kendi kemalini, başkalarını kemale erdirmesinden önce ele almıştır. Olumsuz tarafta ise başkasına büyüklük taslayan, zaten böbürlenmiş olur. Çünkü bu kimse, başkasına karşı, kendisinin ondan herhangi bir yönden daha üstün ve büyük olduğuna inandığı zaman büyüklük taslar. Ama kendi kendine büyüklenen ve gururlanan kimse ise bazen büyüklük taslamaz ve kendisinin, insanlara alçak gönüllü davrandığını vehmedebilir. İşte bu sebeple Cenab-ı Hakk, burada önce başkasına karşı kibirlenmeyi nehyetmiş, daha sonra da kendi kendine böbürlenmeyi nehyetmistir. Çünkü O, (önce) böbürlenmeyi nehyetmiş olsaydı, bundan, kibrin de nefyi gerekmiş olurdu, böylece de kibri yeniden nefyetmeye ihtiyaç duyulmazdı. (Fahreddin er-Râzî)
وَاقْصِدْ ف۪ي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَۜ اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟
Hamera حمر : حِمارٌ bildiğimiz bir hayvan olan eşektir. Çoğulu أحْمِرَة , حَمِر ve حُمُر şekillerinde gelir. Ayrıca cahil kişi de bununla ifade edilir.
حُمْرَةٌ renklerden biri olan kırmızıdır. Renklerinin geneli esas alınarak Acemlere ve Araplara Kızıllar ve Siyahlar anlamında ألأحْمَرُ وَ ألأسْوَدُ denmiştir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de iki farklı isim kalıbında 6 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri hamra, muhammara, (hilal-i) ahmer ve Hümeyra'dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَاقْصِدْ ف۪ي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اقْصِدْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. ف۪ي مَشْيِكَ car mecruru اقْصِدْ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
اغْضُضْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. مِنْ صَوْتِكَ car mecruru اغْضُضْ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اَنْكَرَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur. الْاَصْوَاتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
صَوْتُ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen merfûdur. الْحَم۪يرِ۟ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اَنْكَرَ kelimesi ism-i tafdil kalıbındandır.
İsmi tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsmi tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsmi tafdilin sıfatı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsmi tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاقْصِدْ ف۪ي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَۜ
Nidanın cevabına matuf ayetin ilk cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Aynı üslupla gelen وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ cümlesi makabline atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
غضّ الْصَوْتِ ifadesinde istiâre vardır. Çünkü غضّ kelimesinin asıl anlamı yüksek bir dereceden alçak indirmektir. Nitekim غضّ فلان من فلان (Falanca falancanın değerini düşürdü.) denir. Ona bu değer düşürmeyi sözlü ve fiili olarak yaptığı zaman böyle denir. Yine bakışını kırdı ve zayıflattı anlamında da غضّ طرفه denir. Buna göre Hz. Lokman, sanki Allah’a huşu ile itaat etmek, Allah’ın velilerine saygılı ve alçak gönüllü davranışta bulunmak için “Sesini yükseklik halinden alçalma haline indir” demiş oluyor. (Şerîf er-Râdî, Kur'an Mecazları)
وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ ifadesi, sesini alçalt, sesini kıs demektir. Burada اغضض صوتك buyurulmamıştır. Çünkü sesi tamamen kısmak istenmemiş, sadece dinleyicinin duyacağı kadar sesini çıkarması istenmiştir. Sesin daha yüksek olması rahatsız edici olacağı için daha alçak olması da duyulmayacağı için istenmemiştir.
Bu ifadede görüldüğü gibi itidale işaret vardır.
Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Allah Teâlâ “yeryüzünde şımarık yürüme” buyurmuştur. Bunun olmayışı da bazen, onun zıddının tahakkuk etmesiyle olur. Ki bunun zıddı, kendisine taban tabana zıt olan şey demek olup; bu da, kendisinde acizlik ve zayıflık hisseden ve zühd olsun diye adeta ölgün ölgün yürüyen kimsedir. Bu sebeple (birinci ifadeye karşılık), “Yürüyüşünde mutedil ol” buyurmuştur. Yani “İki aşırı uç arasında, orta bir yerde ol, o şekilde hareket et” demektir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 447)
اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin ismi olan اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ ve haberi olan لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟, veciz ifade kastına matuf olarak izafetle gelmiştir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekit ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اَنْكَرَ ism-i tafdil kalıbındadır. Mübalağa ifade eder.
صَوْتُ kelimesinin çoğul ve tekil olarak tekrarında ıtnâb ve reddü’l- acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟ [Seslerin en çirkini, kuşkusuz eşeklerin sesidir.] cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Seslerini yükseltenler eşeğe, sesleri ise eşek sesine benzetildi. Teşbih edatı söylenmedi. Aksine daha çok yerme ve sesini yükseltenleri nefretleme için istiare yoluyla ifade etti. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)
Bu cümlede teşbih-i beliğ vardır. (Âşûr)
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl, anlamı tekid eden ıtnâb sanatıdır.
Müfessirimiz konuyla ilgili olarak tefsîrinde şunları kaydeder: Merkep, özellikle de onun sesi, yermenin timsalidir. Onun içindir ki adı kinâye yollu uzun kulaklı şeklinde kapalı bir biçimde söylenir. Yüksek sesi onun sesine benzetmede, sonra da onu istiâre kalıbı ile vermede aşırı mübalağa vardır.
Yani burada müşebbeh ve teşbîh edatı söylenmemiş, sesini yükselten kimseleri daha çok yermek ve ayıplamak, muhatabı sesini alçaltmaya teşvik etmek ve sesini yükseltmekten sakındırmak için sadece müşebbehün bihin zikriyle yetinilerek istiâre yapılmıştır. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
Şayet eşeklerin sesi neden tekil söylendi de çoğul yapılmadı? Yani الْحَم۪يرِ۟ [eşek] الحمير [eşekler] diye çoğul getirildiği halde صوت neden الْاَصْوَاتِ şeklinde çoğul getirilmedi? dersen şöyle derim: Maksat, bu cinsin bireylerinden her birinin sesini söylemek değildir ki çoğul yapılsın. Maksat, ses çıkaran canlı cinslerinden her birinin kendine ait bir sesi olduğu; bu cinsler içinde sesi en çirkin olanın ise işbu cinsin [eşeğin] sesi olduğudur. Dolayısıyla tekil söylenmesi gerekmiştir. (Keşşâf)
اَنْكَرَ ism-i tafdîldir. “Ef'ale” kalıbı, şaz olanlar hariç, ne ism-i fâil, ne ism-i mef'ûl ne de ayıp ve kusur ifade eden şeyler manasına kullanılır. Bu durumda bu kelime, ism-i mef'ûl yani munker; yadırganan, yadırganmış olan, anlamındadır. Yahut bu kelime, “Bir şey yadırgandı, yadırganmış olan ve en çok yadırganan” tabirlerinden alınmıştır. Eğer bu kelime bu manada kullanılmışsa bu ifadenin şu şekilde bir ince tarafı var demektir: Her canlının sesinden, mesela deve vb. hayvanlar gibi onun, ya yükün ağırlığından ya da yorgunluktan dolayı bağırdığı anlaşılır. Ama eşek, yükün altında ölüp gitse veya öldürülse katiyen ses çıkarmaz. Ama hiç gerekli olmayan bir zamanda, bağırır ve anırır. (Fahreddin er-Râzî)
Sokaklarımızda sevinç rüzgarları esiyor ve hayırlı haberler dolaşıyordu. Allah, komşularımızdan birine, bir evlat bağışlamıştı. Adetimiz üzere, bebek mahallemizin delisinin kucağına verildi. O, öğütlerle ve dualarla ismini okuyacaktı:
Hoşgeldin! Dünyaya gelişin hayırlı, bereketli ve mubarek olsun. Dünyada kalışınla nice hayırlara vesile olasın. Dünyadan gidişin, Senden razı olan Rabbine kavuşmak olsun.
Bilir misin; hikmet sahibi Lokman hazretlerini ve oğluna verdiği öğütleri? Kalbinin derinliklerine işlemesi ve bizi de uyandırması ümidi ile dilimiz döndüğünce tekrar edelim.
Ey bize acizliğimizi hatırlatan ve kalbimize sevgisi verilen taze can! Allah’a şirk koşmaktan ve zalimlerden sakınasın. Şüphesiz dönüşün Allah’adır, dünya hayatının güzelliklerine kapılan nefsine kanmadan, O’nun yolunda yürüyenlerden olasın.
Anne babana iyi davranasın. Allah’a ve anne babana müteşekkir olasın. Şikayet etmek kolaydır, elinde olanların kıymetini bilesin. Kusur ve eksiklik göze batandır, dünya hayatına, Allah’a iman penceresinden bakanlardan olasın.
Yaptığın hiçbir şeyin boşa gitmeyeceğini bilerek hareket edesin ve yaşadıklarına öyle tepki veresin. Aceleciliğine yenilerek, karşılığını hemen almadığını düşündüklerine üzülmeyesin. Allah’ın rahmetine ve adaletine güvenen sabır ehlinden olasın.
Allah’ın gizli ve açık olan her zerreden haberdar olduğuna iman edesin. Namazını özenle kılasın. İyiliği emredenlerden ve uygulayanlardan; kötülükten sakındıranlardan ve sakınanlardan; hakikat hatırlatıldığında işitenlerden olasın.
Sahip olduğun ya da olduğunu düşündüğün hiçbir şeyden dolayı gururuna kapılıp başkalarını küçümsemeyesin. Yürüyüşünde ve konuşmanda, ağırbaşlı davranasın. Allah’ın dinini en güzel şekilde yaşayanlardan ve ona davet edenlerden olasın.
Allah’ın rahmeti ve izni ile; İsminin hayırlı manası ile, Allah yolunda hayırlı ve bereketli bir ömür yaşayasın. Salih kullardan ve hayırlı evlatlardan olasın. İki cihanda da; anne babanın göz aydınlığı olasın. İki cihanda da; gözü, gönlü ve yüzü aydınlıklardan olasın. Dünyadan ahirete geçtiğin gün; meleklerin selamı ile karşılanasın. Cennet bahçelerinde, sevdiklerine kavuşasın. Cennet sofralarında; Allah dostları ile oturasın.
Ey bizi de anne babamıza evlat kılan Rabbim! Bizi de bu öğütlere uyanlardan ve duaya ortaklardan eyle.
Amin.
Ey Allahım!
Şüphesiz ki, insan maddi ve manevi her kötülüğü ile en çok kendisine zarar verendir. Bizi kötü düşünmekten ve kötülük yapmaktan; kötü düşünenlerden ve kötülüğe uğramaktan muhafaza buyur.
Şükretmesini bilen mutluluğa kavuşurken, nankör ise hep huzursuzdur. Allah’a ortak koşanın sonu yalnızlıktır. Rabbini unutan unutulmaya mahkumdur. Bizi huzursuzluktan, yalnızlıktan ve unutulmaktan muhafaza buyur.
Allah’a yönelenlerin ve Allah’ın rızasını arayanların yolundan ayrılanların sonu karanlık bir boşluğa düşmektir. Bizi nefsinin şımarıklıklarına kapıldığı için Senin emirlerine burun kıvıranlara benzemekten muhafaza buyur.
Maddi (dış güzelliğinden, elindeki nimetlerden dolayı) ya da manevi (ibadetlerinden, ahlakından dolayı) alemde kendisini beğenenlerin sonu sevgisizliktir. Bizi başkalarını küçümsemekten ve gurura kapılmaktan muhafaza buyur.
Gözünün gördüğünü, kulağının işittiğini ve elinin yaptığını Allah’tan gizlediğini sanan büyük bir yanılgı içindedir. Foyası illa ki meydana çıkacaktır. Bizi iki cihanda da rezil olmaktan muhafaza buyur.
Ey Allahım! Bizi Sana şirk koşmaktan uzaklaşan, namazını ihlas ile kılan, iyiliği emreden ve onları uygulayan, kötülükten sakındıran ve sakınan, her işinde ve hareketinde ölçülü davranan, iki cihanda da hatırlanan ve mutlu olan, Senin sevgine, rahmetine, şefaatine ve nuruna kavuşan mütevazi ve müttaki kullarından eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji