Ahzâb Sûresi 4. Ayet

مَا جَعَلَ اللّٰهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ ف۪ي جَوْفِه۪ۚ وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّٰٓئ۪ تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْۚ وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْۜ وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ  ...

Allah, hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır. Kendilerine zıhâr yaptığınız eşlerinizi de anneleriniz yapmamıştır. Yine evlatlıklarınızı da öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır. Bu, sizin ağızlarınızla söylediğiniz (fakat gerçekliği olmayan) sözünüzdür. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola iletir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 مَا
2 جَعَلَ yaratmadı ج ع ل
3 اللَّهُ Allah
4 لِرَجُلٍ bir adama ر ج ل
5 مِنْ
6 قَلْبَيْنِ iki kalb ق ل ب
7 فِي
8 جَوْفِهِ (göğüs) boşluğunda ج و ف
9 وَمَا ve
10 جَعَلَ yapmadı ج ع ل
11 أَزْوَاجَكُمُ eşlerinizi ز و ج
12 اللَّائِي
13 تُظَاهِرُونَ zıhar yaptığınız ظ ه ر
14 مِنْهُنَّ onlarla
15 أُمَّهَاتِكُمْ sizin anneleriniz ا م م
16 وَمَا ve
17 جَعَلَ kılmadı ج ع ل
18 أَدْعِيَاءَكُمْ evlatlıklarınızı د ع و
19 أَبْنَاءَكُمْ sizin öz oğullarınız ب ن ي
20 ذَٰلِكُمْ bunlar
21 قَوْلُكُمْ sizin sözlerinizdir ق و ل
22 بِأَفْوَاهِكُمْ ağızlarınıza gelen ف و ه
23 وَاللَّهُ Allah
24 يَقُولُ söyler ق و ل
25 الْحَقَّ gerçeği ح ق ق
26 وَهُوَ ve O
27 يَهْدِي iletir ه د ي
28 السَّبِيلَ doğru yola س ب ل
 

Kalp, mecazi olarak duygu ve düşünce merkezi anlamında da kul­lanılmaktadır. Gelecek âyetlerde bazı Câhiliye âdetleriyle münafıklardan söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.” Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, inanmış görünen ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların da bir dini vardır, bu din İslâm’a aykırı olduğundan münafıklar da inkârcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar (Nisâ 4/145). Kezâ bir insanın karısı ile anasına, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların öz evlât olabilmesi için insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre karısını anasına benzeten, –eski Arap geleneğine göre– “anam olsun, anamdır, bana haramdır” diyerek yemin eden kimsenin eşi onun anası ve dolayısıyla kendisine haram olmaz. İslâm’dan önce Araplar eşlerine, “Sen bana anamın sırtı gibisin” derler ve bu söz ile onları bosamış olur, mağdur ederlerdi. Zıhâr denilen bu boşama âdetini İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek hükümler getirmiştir (bilgi için bk. Mücadele 58/1-4). 

Bir başka Câhiliye uygulaması da babası belli olan veya olmayan çocukları evlât edinmek, onların gerçek soylarıyla ilişkilerini keserek kendi soylarına eklemek şeklinde oluyordu. Bir göğüste iki kalbin olmaması nasıl bir tabiat kanunu ise A’nın çocuğunun evlât edinme yoluyla B’nin çocuğu olamayacağı da bir fıtrat ve tabiat kanunudur. Ayrıca İslâm’ın koyduğu örtünme vecibesi, evlenme imkânı veya yasağı, çocuk-ebeveyn ilişkisi, karşılıklı haklar ve ödevler, miras gibi konulara dair kurallar da, çocuklarla gerçek ana babalarının soy bağlarının kesilip değiştirilmesine, başkalarına ait çocukların –yakın akraba olmayan ailelerde– ailenin bir ferdi gibi kalıp yaşamasına ters düşüyordu. Yapılmakta olan sosyal ve ahlâkî ıslahat içinde sıra bu âdetin kaldırılmasına gelmiş, “...babalarının soy adları ile anın” emri ile bu uygulamaya son verilmiştir. Tefsir kitaplarında bu münasebetle Hz. Peygamber’in evlâtlığı Zeyd b. Hârise’den söz edilir ve âyetin inişine onun bu durumunun sebep olduğu söylenir. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirilerek satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice’ye gelmişti. Hatice Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd’i de ona vermişti. Peygamberimiz onu âzat etti ve evlât edindi. Zeyd’in ailesi, Mekke’ye gelip çocuklarını bulmuşlardı. Peygamberimiz kendisini seçimde serbest bıraktığı halde Zeyd Allah’ın resulünü tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine Muhammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nisbet ederek Hârise oğlu Zeyd dediler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, müslümanların din kardeşi, Hz. Peygamber’in sâdık bir bağlısı idi (İbn Kesîr, VI, 377; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1504 vd.).

İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir. Sevgili Peygamberimiz “Kimsesiz çocukları koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber olacağım” buyurmuştur (Müslim, “Zühd”, 42). Ancak bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmek, öz ana babasını unutturmak kimsenin hakkı olmadığı gibi kanunî mirasçıların arasına katmak, aile içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak da doğru ve gerekli değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi, koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir (ayrıca bk. Şûrâ 42/49-50).

 Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 365-366

 
Abdullah ibni Abbas (ra) ‘ya “ Allah bir adamın içinde iki kalp yaratmamıştır “ âyetinin anlamını sordular. O da bu âyetin sebeb-i  nüzûlünü şöyle anlattı: Bir gün Resûl-i Ekrem namaz kıldırırken aklına bir fikir takıldı. Resûlullah ile namaz kılan münafıklar bunu öğrenince “ Baksanıza onun iki kalbi var; biri sizinle diğeri ashabı ile” dediler. Bunun üzerine “ Allah bir adamın içinde iki kalp yaratmamıştır “ âyeti nâzil oldu. 
(Tirmizi, Tefsir 33/1; Ahmed b Hanbel, Müsned, I,267).
 

  Zahera ظهر :   ظَهْرٌ sırt organıdır. Çoğulu ظُهُورٌ şeklinde gelir. İnşirah Suresindeki sırt kelimesi ise günahlar, ağırlığıyla kendisini yüklenenin belini büken yüke benzetilmesiyle istiare olmuştur.

  ظَهَرَ fiili عَلَى harfi ceri ile geldiğinde galip gelmek manasındadır.

  Kur'an-ı Kerim'de de geçmekte olan ظِهْرِيٌّ sözcüğü kişinin sırtının arkasına atıp unuttuğu şey anlamına gelir.

  Mufaale babı formundaki ظاهَرَ kullanımı yardım etmek ve desteklemek demektir.

  ظَهِيرٌ ise yardımcı ve destekçidir.

  ظِهارٌ 'a gelince o, adamın karısına 'sen bana anamın sırtı gibisin' demesidir.

  ظَهَرَ الشَّيْء sözü temelde bir şeyin ortaya çıkıpta gizlenmemesidir. Bu temel anlamdan sonra göz ve basiret için, açık, aşikar hale gelen, açığa çıkan her türlü şeyle ilgili kullanılır olmuştur.

  Son olarak ظَهِيرَةٌ sözcüğü de öğle vaktidir. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de pek çok formda 59 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri zâhir olmak, tezâhür, zuhûr, zevâhir, izhar etmek, mazhar (olmak), muzaharet ve zuhrevidir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

 

مَا جَعَلَ اللّٰهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ ف۪ي جَوْفِه۪ۚ 

 

Fiil cümlesidir. مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

جَعَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ  lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur. لِرَجُلٍ  car mecruru  جَعَلَ  fiiline mütealliktir.

Değiştirme manasına gelen  جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:

1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek  

2. Bir halden başka bir hale geçmek 

3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

مِنْ  harfi ceri zaiddir.  قَلْبَيْنِ  lafzen mecrur ,mahallen mansub mef’ûlü bih olup nasb alameti  يْ dir.

مِنْ  nefî, nehîy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, mef'ûl ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M. Meral Çörtü, Nahiv, s. 341)

ف۪ي جَوْفِه۪  car mecruru  قَلْبَيْنِ nin mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

 

 وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّٰٓئ۪ تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْۚ

 

مَا جَعَلَ  cümlesi, atıf harfi وَ la ilk  مَا جَعَلَ ye matuftur. 

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

جَعَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو dir. اَزْوَاجَكُمُ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

الّٰٓئ۪  cemi müennes ism-i mevsûl  اَزْوَاجَكُمُ ün sıfatı olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası تُظَاهِرُونَ dir. Îrabtan mahalli yoktur.

Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır.

Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تُظَاهِرُونَ  fiili  نَ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ı fail olarak mahallen merfûdur. مِنْهُنَّ  car mecruru  تُظَاهِرُونَ  fiiline mütealliktir.  

اُمَّهَاتِكُمْ  ikinci mef’ûlun bih olup, nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanır. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

تُظَاهِرُونَ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil mufâale  babındadır. Sülâsîsi ظهر dır. Mufâale babı müşareket manasında kullanılır.

Müşareket: Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef'ûl aynı işi yapmıştır. Müşareket bâbı olan mufaale babıyla bu bab arasındaki fark: Mufaale babında lafızda fail olan, işi başlatan ve galip durumunda olandır. Bu babda ise fail ile mef'ûl arasında işi yapma konusunda müsavilik (eşitlik) olandır. Bu sebeple tefaul babında her ikisi de faillikte aynı olup mağlup olan olmadığından bazen mef’ûll zikredilmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

 

وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ

 

مَا جَعَلَ  cümlesi, atıf harfi وَ ’la ilk  مَا جَعَلَ ’ye matuftur. 

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk  manasındadır. 

جَعَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. اَدْعِيَٓاءَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

اَبْنَٓاءَكُمْ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَدْعِيَٓاءَ  sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.

Sıfatı müşebbehe; “benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْۜ 

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  ذٰلِكُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur. ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  كُمْ  ise muhatap zamiridir.  

قَوْلُكُمْ  mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

بِاَفْوَاهِكُمْ  car mecruru amili  قَوْلُكُمْ ’ün mahzuf haline mütealliktir. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

 

 وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir. اللّٰهُ  lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur. يَقُولُ الْحَقَّ  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

يَقُولُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. الْحَقّ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. هُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. 

Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. يَهْدِي السَّب۪يلَ  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

يَهْدِي  fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. السَّب۪يلَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

 

مَا جَعَلَ اللّٰهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ ف۪ي جَوْفِه۪ۚ 

 

Müste’nefe olan ayetin ilk cümlesi nefy sigasıyla gelmiş faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede  لِ  ve  مِنْ  harfleri zaiddir, tekid ifade eder.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

لِرَجُلٍ  kelimesindeki tenvin, kıllet ve cins, قَلْبَيْنِ ’deki tenvin ise cins ve adet ifade eder. Nefy siyakında nekre umum ve şumûle işarettir. Kelimelere dahil olan zaid harfler, anlama “hiçbir” manası katmıştır.

ف۪ي جَوْفِه۪ۚ  terkibinin zikri ise bunun olmayacağını daha fazla tasvir etmek içindir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsîr)

قَلْبَ , çam kozalağı şeklinde bir et parçası olup Allah onu insanın sol göğsünde yaratmış ve ilmin mahalli kılmıştır. Yani Kurtubî'nin de belirttiği şekilde Allah Teâlâ insan için birinde inkâr, sapıklık, ısrar ve kararsızlığın; diğerinde de iman ve hidayetin yer aldığı iki kalp yaratmamıştır. (Ebüssuûd)

الجَوْفُ : İnsanın içi yani göğsü, karnı anlamında olup beyin dışında insanın ana organların merkezidir. (Âşûr)

رَجُلٍ  kelimesinin nekire, قَلْبَيْنِ  kelimesinin de nekire ve başında istiğrak ifade eden  مِنْ  edatı ile kullanılmış olması kastedilen manayı pekiştiren iki tekittir. Sanki (Allah Teâlâ ne genel olarak erkek milletinin ne de onlardan herhangi özel birinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.) buyurulmaktadır. (Keşşâf)

Allah, bir adamda iki kalp yaratmamıştır. Ayette “içinde” (anlamındaki) جَوْفِه۪ۚ kelimesinin zikredilmesi, fazla izah içindir. Nitekim “Fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” ifadesi de bu kabildendir. (Ebüssuûd)

 

وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّٰٓئ۪ تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْۚ وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ 

 

Öncesine matuf bu cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Menfî mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Analık ile eşlik vasıfları ve evlatlık ile öz oğulluk vasıfları da tek bir şahısta bir araya gelmez. Ve yine mutlak olarak, eşlik, hükümleri ile analık hükümlerinin ve evlatlık hükümleri ile öz oğulluk hükümlerinin de bir araya gelmemesi anlamında da değildir. Fakat gerçek eşlik ile analık hükümlerinin ve gerçek evlatlık ile öz oğulluk hükümlerinin bir araya gelmeyecekleri anlamındadır. Zira bu ayetin amacı, Arapların, zihar yaptıkları hanımlarına analık hükümlerini ve evlatlıklarına da öz oğulluk hükümlerini icra etmek geleneğini kaldırmaktır. (Ebüssuûd)

اَزْوَاجَكُمُ  için sıfat konumundaki cemi müennes has ism-i mevsûl  الّٰٓئ۪ ’nin sılası olan  تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. 

Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı  sanatıdır.

ظِهار, bir kimsenin, kendi karısına: “Seni benim için anamın sırtı gibisin (onun gibi haramsın)!” demesidir. Bu, karısından uzak durmak kararıdır. Cahiliyye devrinde bu ifade, karısını boşamak sayılırdı. İslam'a göre ise bu ifade, ya boşamayı yahut kefaretini verinceye kadar karısının kendisine haram olmasını gerektirmektedir. Ziharin (sırtın) zikredilmesi, direği olduğu karından kinayedir. Zira بطن [karın]’ın ifade edilmesi, fercin (cinsiyet uzvunun) ifade edilmesine yakındır. Yahut sırtın zikredilmesi, haram kılmayı ağır bir şekilde ifade etmek içindir. Zira cahiliyye devri Arapları, kadının sırtı yukarıya dönük olarak onunla cinsi ilişkide bulunmayı haram sayıyorlardı. (Ebüssuûd)

Makabline matuf olan  وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ  cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Menfî mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Üç cümlede tekrarlanan  جَعَلَ  fiili, mazi sıyga ile gelerek, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)

اَدْعِيَاء  kelimesi, دَعِيَّ in çoğuludur. دَعِيَّ , evlat diye çağırılan demektir ki dilimizde evlatlık denilir. Ebûssuud der ki: Arapçada أفعلاء  ölçüsü, تقِيٌ  kelimesinin أتقياء  şeklinde gelmesi gibi tekil vezni فعيل  olup manası “fail” olan sıfatlar içindir. Oysa  دَعِيَّ “fail” manasında değil, “mef'ûl” manasınadır, buna göre çoğulunun اَدْعِيَاء  diye gelmesi kural dışıdır. (دَعِيَّ  fail manasında olsaydı evlat eden olacaktı. Oysa burada manası evlat edinilen çocuk demektir.) O yapılan zıhar ve evlatlığa evlat diye isim verme, sizin ağzınızda lafınızdır. Sadece sözün geçerli olduğu hususlarda bazı hükümleri olabilirse de gerçekte onun vicdanda tasdik edilmesi gereken bir varlığı yoktur ve nihayet bir mecazdır. O halde onlar hakkında gerçekten ve her yönden oğul hükümlerinin yürürlükte olması gerekmez. (Elmalılı-Âşûr) 

اَبْنَٓاءَكُمْۜ - اُمَّهَاتِكُمْۚ - اَزْوَاجَكُمُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

مَا - جَعَلَ  kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l- acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

 

ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْۜ وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ


Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Sözlerin önemine dikkat çekmek ve açıklamayı artırmak için müsnedün ileyh, işaret ismiyle marife olmuştur.

Müsnedin izafet formunda gelmesi, veciz anlatım kastına matuftur.

بِاَفْوَاهِكُمْ  car mecruru,  قَوْلُكُمْ un mahzuf haline mütealliktir. Dolayısıyla cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.

ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْ  [Sizin ağızlarınıza gelen sözlerinizdir] ifadesi onların gerçek payı yoktur anlamındadır. Öyleyse bu sözler, iddia ettiğiniz gibi evlat edinme hükümleriyle bağdaşmaz. اَفْوَاهِ  ağız anlamındaki  فَمْ  kelimesinin çoğuludur. Allah Teâlâ'nın, sözü ağza atfettiği her yerde yalana işaret edilmekte ve inancın bu söze uymadığı vurgulanmaktadır. (Rûhu-l Beyan)

قَوْلُكُمْ  lafzından sonra  بِاَفْوَاهِكُمْۜ  kelimesinin zikri, ıtnâb sanatıdır. 

Sözlere işaret eden  ذٰلِكُمْ ’da istiare vardır. 

Bilindiği gibi işaret ismi, mahsûs şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiâre olur. Câmi; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi)

Cümlede zamir yerine Allah ismi gelmiştir. Lafza-i celâlin tekrarlanması, zatının yüceliğine tenbih, onun kudret ve celâlini hissettirmek, zihne yerleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Bu tekrarda cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün, illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlânın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd, Nisa Suresi 81) 

ذَ ٰ⁠لِكَ  ile muşârun ileyh en kamil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâği Tefsiri, Duhan Suresi 57, c. 5, s. 190)

Bu ayette, insanların zıhâr ve evlatlıklarla ilgili sözlerinin hak bir söz olmayıp, kendilerince uydurulmuş bir söz olduğunu tekitli bir şekilde ifade için, söylemek fiiliyle birlikte ağız lafzı da zikredilmiştir. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de İtnâb Üslûbu) Bu tür pekiştirici itnâb öğesi durumun korkunçluğunu tasvir etmek ve mübâlağa için gelebilmektedir. (Ömer Özbek, Arap Dili Ve Belâgati’nda Itnâb Üslûbu) 

وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ  cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiştir. Sübut ve . istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ  şeklinde gelen iki cümlede ism-i celalin takdimi kasır ifade etmiştir. Her ikisi de kasr-ı kalptir. Her ikisinde de fiil müteaddidir ve mef’ûlune kasredilmiştir. (Âşûr)

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

الحَقُّ, mahzuf masdar için sıfattır. Takdiri  الكَلامُ الحَقُّ  [hak kelam] şeklindedir. (Âşûr)

Aynı üslupta gelen son cümle وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ , hükümde ortaklık nedeniyle önceki cümleye atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

Doğruyu söyleyen onlar değil Allah Teâlâ’dır. 

Her iki cümlenin de müsnedlerinin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüdî istimrar ifade eder. Muzari fiil ayrıca tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

يَهْدِي السَّب۪يلَ  ifadesinde istiare vardır. السَّب۪يلَ  kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müsteârun leh) hazfedilmiş müsteârun minh kalmıştır.

الْحَقَّ -  يَهْدِي  ve  اَفْوَاهِكُمْۜ  -  قَلْبَيْنِ  gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.