اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُوراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | النَّبِيُّ | peygamber |
|
2 | أَوْلَىٰ | daha yakındır |
|
3 | بِالْمُؤْمِنِينَ | mü’minlere |
|
4 | مِنْ | -ndan |
|
5 | أَنْفُسِهِمْ | canları- |
|
6 | وَأَزْوَاجُهُ | ve onun eşleri |
|
7 | أُمَّهَاتُهُمْ | onların anneleridir |
|
8 | وَأُولُو | (anne tarafından akrabalar) |
|
9 | الْأَرْحَامِ | (anne tarafından akrabalar) |
|
10 | بَعْضُهُمْ | bir kısmı |
|
11 | أَوْلَىٰ | daha yakındırlar |
|
12 | بِبَعْضٍ | diğerine |
|
13 | فِي |
|
|
14 | كِتَابِ | kitabında |
|
15 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
16 | مِنَ | öteki |
|
17 | الْمُؤْمِنِينَ | mü’minlerden |
|
18 | وَالْمُهَاجِرِينَ | ve muhacirlerden |
|
19 | إِلَّا | ancak hariç |
|
20 | أَنْ |
|
|
21 | تَفْعَلُوا | yapmanız |
|
22 | إِلَىٰ |
|
|
23 | أَوْلِيَائِكُمْ | dostlarınıza |
|
24 | مَعْرُوفًا | bir iyilik |
|
25 | كَانَ |
|
|
26 | ذَٰلِكَ | bunlar |
|
27 | فِي |
|
|
28 | الْكِتَابِ | Kitapta |
|
29 | مَسْطُورًا | yazılmıştır |
|
Hz. Peygamber ile müminler arasındaki yakınlık, sevgi, bağlılık, itaat, korumada öncelik –hukukî uzantıları olsa da– daha ziyade hissî yakınlıktır. Aile fertlerinin birbirlerine diğer müminlere nisbetle daha yakın olmaları ise –hissî tarafı olsa da– daha çok hukukî yakınlıktır; miras, nafaka, diyet gibi konularda kendini gösteren “hak ve borç yükümlülüğü açısından öncelik”tir.
Hz. Peygamber’in niteliklerinden ve vasıflarından birini de bu âyetten öğreniyoruz; o, müminlere kendilerinden daha yakındır. Burada geçen “kendilerinden” iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: a) Her bir müminin kendinden, b) Bir müminin diğer herhangi bir mümine yakınlığından. Resûlullah bu yakınlığın hissî ve hukukî boyutlarını bazı hadislerde kısmen açıklamışlardır:
“Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz ‘Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır...’ âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar, eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım”(Müslim, “Ferâiz”, 14-15).
“Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada inanmış olmaz” (Müslim, “Îmân”, 69-70).
Kur’an’da ve Sünnet’te peygamber sevgisinin bu kadar vurgulanmasının birçok sebep ve dayanağı vardır: Onu Allah sevmiştir, bu sebeple kendisine “habîbullah” (Allah’ın sevgilisi) denilmiştir. Müminler Allah sevgisine mazhar olabilmek için onun yolundan gitmek durumundadırlar. O, insanlık için kurtuluş reçetesi gibi olan bir dini tebliğ etmiş, insanlara olan sevgisi ve şefkati sebebiyle onu benimsesinler diye kendini helâk edercesine gayret sarfetmiştir. Hem şekli, sureti, fiziği hem de ahlâkı emsalsiz güzellikte ve mükemmelliktedir. Âhirette ümmetine şefaat edeceğine dair sahih hadisler vardır. Bu nitelikleri taşıyan bir kimseyi herkesten ve her şeyden çok sevmeyen kimsenin ilim, irfan ve imanında eksiklik bulunduğunda şüphe yoktur.
İleride gelecek olan 53. âyete göre Hz. Peygamber’den sonra da onun eşleri ile evlenmek müminlere haram kılınmıştır. Bunun ötesinde “Peygamber hanımlarının annelik vasıfları”, hukuk ve haram-helâl hükümleri bakımından bir anneliği değil, anne mesabesinde saygınlığı ifade etmektedir.
Müslümanlar Mekke’de her şeylerini bırakarak Medine’ye göçtüler. Peygamberimiz hem ensarla muhacirlerin kaynaşmaları hem de ikincilerin âcil ihtiyaçlarının karşılanması için her bir muhaciri bir Medineli ile kardeş yaptı. Bir süre bu kardeşlik mal ortaklığını ve karşılıklı vâris olma hakkını da kapsadı. Miras âyetleri ile burada geçen ilgili cümle nâzil olunca yapay kardeşliğin miras hakkına dayanak olması hükmü kaldırılmış oldu. Artık müminlerin birbirlerine vâris olabilmeleri için akraba olmaları ve başkaca bir engelin bulunmaması gerekiyordu. Mâkul ve meşrû gerekçelere dayalı olan geçici hüküm kalkmış, kitapta yer almış bulunan aslî ve devamlı hüküm yürürlüğe konmuştu. Ancak müminler birbirinin mânevî kardeşleri olduğundan, miras dışında karşılıklı yardımlaşma, hediyeleşme, vasiyet yoluyla mal bırakma gibi ilişki ve lutuflara da bir engel yoktu.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 367-368اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ
İsim cümlesidir. اَلنَّبِيُّ mübteda olup lafzen merfûdur. اَوْلٰى haber olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. بِالْمُؤْمِن۪ينَ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir.
Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksur isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfu halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksur isimler merfu, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ اَنْفُسِهِمْ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَزْوَاجُ atıf harfi وَ ’la اَلنَّبِيُّ ’ya matuftur.
اَزْوَاجُهُ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اُمَّهَاتُهُمْ haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مُؤْمِن۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ
Cümle atıf harfi وَ ’la اَلنَّبِيُّ ’ya matuftur.
اُو۬لُوا kelimesi mübteda olup, cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için ref alameti و ’dır. الْاَرْحَامِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
بَعْضُهُمْ ikinci mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَوْلٰى haber olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
بِبَعْضٍ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir. ف۪ي كِتَابِ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ car mecruru اَوْلٰى ’ya müteallık olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. الْمُهَاجِر۪ينَ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
اِلَّٓا istisna edatıdır. اَنْ ve masdar-ı müevvel istisna-i munkatı olup mahallen mansubdur.
İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır. İstisnanın 3 unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir.
Müstesna minh; a) Ya birden fazla olmalı, b) Ya umumi manalı bir kelime olmalı,
(Bir ismin umumi manalı olması için nefy, nehy veya istifhamdan sonra nekre olarak gelmesi gerekir.) c) Ya kısımları bulunan müfred bir lafız olmalı.
(Kısımları bulunan müfred: Mesela sahifeleri olan kitap, saatleri olan gün, günleri olan hafta, ay, mevsim, mevsimleri olan sene, seneleri olan ömür… gibi isimlerdir.)
Müstesna istisna edatından hemen sonra gelen kelimedir. Ancak müstesna minh hemen önce gelen kelime olmayabilir. Müstesna mansubtur. Bununla birlikte istisna edatlarının türlerine göre farklı şekillerde îrablanabilir. Türkçeye “ama, ancak, -den başka, -sız, fakat, hariç, müstesna, yalnız, sadece” gibi kelimelerle tercüme edilir.İstisnanın kısımları 3’e ayrılır:
1. Muttasıl istisna 2. Munkatı istisna 3. Müferrağ istisna (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَفْعَلُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Fiili muzarinin başına “ اَنْ ” harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdarı müevvel cümlesi)” denmektedir. Kur’an-ı Kerim’de çok nadir de olsa bazen cümlede اَنْ’den önce (لِ) harfi cerini ve اَنْ ’den sonra da nâfiye lâ’sını (لَا) görebiliriz. لِئَلَّا şeklinde yazılır. Bazen ise bu اَنْ ’den önce (لِ) harfi ceri ve nâfiye lâ’sının (لَا) hazfedildiğini görebiliriz. Ancak lafızda olmadığı halde manaları geçerlidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ car mecruru تَفْعَلُٓوا fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَعْرُوفاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مُهَاجِر۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan müfâ’ale babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَعْرُوفاً kelimesi, sülasi mücerredi عرف olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُوراً
İsim cümlesidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
ذٰلِكَ işaret ismi كَانَ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
فِي الْكِتَابِ car mecruru مَسْطُوراً ’e mütealliktir. مَسْطُوراً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.
مَسْطُوراً kelimesi, sülasi mücerredi سطر olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. اَلنَّبِيُّ müsnedün ileyh, اَوْلٰى müsneddir. Cümledeki car-mecrurlar, اَوْلٰى ’ya mütealliktir.
اَوْلٰى , ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
اَزْوَاجُهُٓ - اُمَّهَاتُهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْ [Onun eşleri, onların analarıdır] cümlesinde teşbih-i belîğ vardır. Burada vech-i şebeh ile teşbih edatı hazfedilerek teşbîh-i belîğ olmuştur. Cümlenin aslı şöyledir: Onun eşleri, kendilerine hürmet, saygı ve değer vermenin vacip olması hususunda, müminlerin anaları gibidir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsîr)
Teşbîh yönünün zikredilmemesi birden fazla cihetle benzetmenin yapıldığı düşüncesini doğurabilir. وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ [Ve eşleri onların anneleridir] cümlesi, Hz. Peygamberin hanımlarını müminlerin anneleri olarak niteler. Şüphesiz bu her cihetle olmayıp bazı hükümler itibarıyladır. Mesela, anneyle evlenmek haram olduğu gibi Hz. Peygamberin hanımlarıyla evlenmek de haramdır. Anneye hürmet göstermek gerektiği gibi onlara da hürmet göstermek vaciptir. Bundan dolayı ayet belîğ bir teşbîh olarak değerlendirilir. Zemahşerî, peygamber hanımlarının, müminlerin anneleri olduğu gibi Peygamberlerin de ümmetlerinin din alanında babaları olduklarını, bu anlamlar sebebiyle ayetin teşbîh içerdiğini belirtmektedir. Bu yaklaşım teşbîhin yönü belirtilmemişse birden fazla yönü olabileceği kanaatini hasıl ettirebilmektedir. (İsmail Bayer / Keşşâf Tefsirinde Belagat Uygulamaları)
وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ
وَ , istînâfiyyedir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan اُو۬لُوا الْاَرْحَامِ ’nin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifade kastına matuftur. بَعْضُهُمْ ikinci mübteda, اَوْلٰى haberdir.
بِبَعْضٍ , ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ , مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ , الْمُهَاجِر۪ينَ car-mecrurları, haber olan اَوْلٰى ’ya mütealliktir.
اِلَّٓا istisna edatıdır. Masdar harfi اَنْ ve akabindeki تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاً cümlesi, masdar teviliyle istisna-i munkatı’ olarak mahallen mansubdur.
Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Mef’ûl olan مَعْرُوفاًۜ ’deki tenvin, nev ifade eder.
اَوْلٰى بِبَعْضٍ [Birbirlerine daha yakındırlar] ifadesinde hazif yoluyla mecaz vardır. (Birbirlerinin mirasını almaya daha yakındırlar) demektir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsîr)
اَوْلٰى , كِتَابِ ve بَعْضُ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları ve اُو۬لُوا - اَوْلٰى kelimeleri arasında cinas-ı nakıs, اَوْلٰى - اَوْلِيَٓائِكُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası vardır.
اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا ifadesi ile istisna edilmesi, menfaat ve ihsan konusunda en umumi olmasındandır. Nitekim Araplar ألقَريبُ أولى مِن لاَجنبيِ إﻻّ في الوصيةِ [Yakın olan kimse, vasiyet hariç, yabancıdan daha önceliklidir.] derler yani akraba vasiyet dışında kalan miras, hibe, hediye, sadaka vb. bütün menfaat konularında yabancıdan daha öncedir. اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ “Ma‘rûf olanı işlemek”ten murat ise vasiyettir; çünkü vârise vasiyet söz konusu değildir. تَفْعَلُٓوا kelimesi إلى edatıyla müteaddi yapılmıştır; çünkü bu kelime burada vermek anlamındadır. “Dostlar”dan maksat ise, dindeki dostluktan ötürü müminler ve muhacirlerdir. (Keşşâf)
كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُوراً
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir.
كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ذٰلِكَ , nakıs fiil كَانَ ’nin ismidir. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, işaret edilenin, gözle görülür birşey menziline konularak önemsendiğini ve tazmini ifade eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. فِي الْكِتَابِ car-mecruru siyaktaki önemine binaen amili olan كَانَ ’nin haberi مَسْطُوراً ’e, takdim edilmiştir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Olaylara işaret eden ذٰلِكَ ’de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
فِي الْكِتَابِ ibaresine dahil olan ف۪ي harfinde de istiare vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla الْكِتَابِ, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü الْكِتَابِ, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)