اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّا | şüphesiz biz |
|
2 | عَرَضْنَا | sunduk |
|
3 | الْأَمَانَةَ | emaneti |
|
4 | عَلَى |
|
|
5 | السَّمَاوَاتِ | göklere |
|
6 | وَالْأَرْضِ | ve yere |
|
7 | وَالْجِبَالِ | ve dağlara |
|
8 | فَأَبَيْنَ | fakat kaçındılar |
|
9 | أَنْ |
|
|
10 | يَحْمِلْنَهَا | onu yüklenmekten |
|
11 | وَأَشْفَقْنَ | ve korktular |
|
12 | مِنْهَا | ondan |
|
13 | وَحَمَلَهَا | ve onu yüklendi |
|
14 | الْإِنْسَانُ | insan |
|
15 | إِنَّهُ | doğrusu o |
|
16 | كَانَ |
|
|
17 | ظَلُومًا | çok zalimdir |
|
18 | جَهُولًا | çok cahildir |
|
Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Emanet kelimesinin sözlük anlamı “korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması”dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız, “tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe’deki anlamıyla emanet”tir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126). Bunların da tamamını, “insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü” kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan– insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aynı âyetteki ifadeyle insan zalûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkını verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız insanları arasında, Allah’ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.
Âyette geçen “emanet” Türkçe’deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel olan yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi mânevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.
Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen âkıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insanın bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına işaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ
Fiil cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
عَرَضْنَا fiil cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. عَرَضْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. الْاَمَانَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
عَلَى السَّمٰوَاتِ car mecruru عَرَضْنَا fiiline mütealliktir.
الْاَرْضِ ve الْجِبَالِ kelimeleri atıf harfi و ’la makabline matuftur.
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَبَيْنَ fiili (نَ) nûnu’n-nisvenin bitişmesiyle sükun üzere mebni mazi fiildir. Faili nûnu’n-nisve olup mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
يَحْمِلْنَهَا fiili (نَ) nûnu’n-nisvenin bitişmesiyle sükun üzere mebni muzari fiildir. Faili nûnu’n-nisve olup mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. اَشْفَقْنَ fiili (نَ) nûnu’n-nisvenin bitişmesiyle sükun üzere mebni mazi fiildir. Faili nûnu’n-nisve olup mahallen merfûdur. مِنْهَا car mecruru اَشْفَقْنَ fiiline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. حَمَلَهَا fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. الْاِنْسَانُ fail olarak mahallen merfûdur.
شْفَقْنَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi شغق ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
ظَلُوماً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. جَهُولاً kelimesi كَانَ ’nin ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
جَهُولاًۙ - ظَلُوماً kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir..
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadir Suresi 1)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عَرَضْنَا fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
Emanet; bu husustaki en sahih görüşe göre dinin bütün görevlerini kapsamaktadır. Cumhur'un görüşü budur. (Kurtubî)
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ - الْجِبَالِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı, الْاَرْضِ - السَّمٰوَاتِ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın ve الْجِبَالِ ‘nin zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
Bu ayettte gökler, yer ve dağlara teklifte bulunmak ya mecaz yahut hakikattir ya da bir misal getirmedir. Bir grup alim şöyle demiştir: Ayetin manası şudur: Biz emaneti göklerin ve yerin ahalisi olan meleklere ve cinlere teklif ettik. Onlar bunun yükünü taşımaktan kaçındılar. Bunun benzeri: [“Köye sor”] (Yusuf Suresi, 81) ayetinin “köy halkına sor” anlamında olmasıdır. Bu duruma nispeten ayet mecaz-ı mürseldir. (Süleyman Kablan, Arap Dili ve Belâgatında Mecaz-ı Mürsel Ve Alakaları)
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ [Emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik] cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Yüce Allah, büyüklüğü, şanının yüceliği ve önemi hususunda emânetin, ağır şeylerden olduğunu temsilî olarak anlattı. Şöyle ki bu emanet eğer göklere, yere ve dağlara verilseydi, onlar, en kuvvetli ve muhkem varlıklar olmalarına rağmen almaktan kaçınır ve korkarlardı. İşte bu ifade, emaneti yüklenmenin dikkat ve itina isteyen bir konu olduğunu, neticesinden korkulması gerektiğini vurgulayan parlak bir misaldir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir, Âşûr)
Mükellefiyetlerin emanet olarak ifade edilmesi, şu hakikate dikkat çekmek içindir: Bu mükellefiyetler, gözetilmesi gereken haklar olup Yüce Allah, onları mükelleflere emanet olarak tevdi etmiş; onlarin, bu emanetleri itaat ve inkiyad (boyun eğmek) göstererek güzel telakki etmelerini zorunlu, kılmış ve haklarından hiçbir şey ihlal etmeksizin onları hakkıyla gözetip korumalarını emretmiştir. (Ebüssuûd, Âşûr )
Ayette, göklerin, yerin ve dağların, bu mükellefiyetlere istidatlı olup olmadıklarına bakmaksızın bu emanetleri onlara arz etmek olarak ifade edilmesi, bu mükellefiyetlere fazlasıyla önem verildiğini ve göklerin, yerin ve dağların bu mükellefiyetleri kabul etmelerinin talep edildiğini belirtmek içindir. Göklerin, yerin ve dağların, o emanetleri kabul etmek istidatlarının olmamasının da onların, bu emanetleri yüklenmekten çekinmeleri ve ürkmeleri olarak ifade edilmesi, bu mükellefiyetlerin heybet ve azametini göstermek içindir. Bu emanetlerin kabulünün, yüklenmek olarak ifade edilmesi de bu emanetlerdeki zorluk manasını tahkik etmek içindir. Şöyle ki bu emanetler, yüklenmek için maddî kuvvetlerin en büyüğünün ve en çetininin kullanıldığı ağır cisimler kabilinden kılınmıştır.
Yani o emanetler, şanları o kadar muazzamdır ki eğer kuvvet ve şiddette, en büyük misâl olan bu büyük cisimlere riayetleri teklif edilse ve bu cisimler, şuur ve idrak sahibi olsalar, kesinlikle bu emanetleri kabul etmekten çekinirler ve ürkerlerdi. Fakat bu kelam, gerçek cihetiyle vârid olmayıp farz edilen bir şey, gerçek olan bir şey suretinde tasvir edilmiştir. Bundan amaç, kastedilen manayı temsil ve izah ile ziyadesiyle tahkik etmektir. (Ebüssuûd)
فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ
Cümle atıf harfi فَ ile istînâfiyye cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki يَحْمِلْنَهَا cümlesi, masdar teviliyle اَبَيْنَ fiilinin mef’ûlun bihi konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Aynı üslupta gelen وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا ve وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُ cümleleri hükümde ortaklık nedeniyle فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا cümlesine atfedilmiştir. Cümleler müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
حَمَلَهَا - يَحْمِلْنَهَا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْاِنْسَانُ lafzındaki marifelik cins içindir. (Âşûr)
Başkalarının haklarının yüklenmek manasını ifade eden emanet kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, sorumluluk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada “teklif” etmeyi ve “yüz çevirme”yi gerçek manası üzere anlayan tefsir bilginleri varsa da çokları emanetin büyüklüğünü beyan için “temsili istiare” biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (بَلا) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. Her ferdi değil, insan cinsi. (Elmalılı)
“Ve bunu insan yüklendi.” Yani bu emanetler insana teklif edilince insan onları yüklendi. Bu yüklenme, insanın bunlara istidadı olması itibarı iledir yahut misâk günü (kalû belâ sürecinde insandan ahit alınırken) bu emanetlerin ona teklif edilmesiyle olmuştur.
Hülasa insan, zayıf bünyesine ve gevşek kuvvetine rağmen bu emanetleri yüklendi ve kabullendi. Bu, insanın, fıtrî istidadının gereği olarak, bu emanetleri kabul etmesinden ibarettir yahut yüce Rabbin: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına “بَلا / elbette ki” cevabıyla ikrarda bulunmasından ibarettir. (Ebüssuûd)
اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ
Fasılla gelmiş ta’lil cümlesidir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ şeklinde nakıs fiil كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَانَ ’nin iki haberi olan جَهُولاًۙ - ظَلُوماً kelimelerinin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Aralarında وَ olmaması bu iki sıfatın her ikisinin birden mevcudiyetine işarettir.
ظَلُوماً : Çok zalim, zulme haksızlığa çok yatkın, Allah'ın ve Allah'ın kullarının haklarını yüklendiği halde gerektiği gibi ifa etmeyip kendine yazık ediyor.
جَهُولاًۙ : İddiası gibi âlim değil, aksine çok cahil, çünkü akıbetinin nasıl olacağını bilmiyor, onun için zulmediyor. (Elmalılı, Âşûr)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle tekit ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
ظَلُوماً ve جَهُولاً sıfatları mübalağalı ism-i fail vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Mübalağalı ism-i fail kalıbı, bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Aralarında muvazene sanatı vardır.
Bu kelamın, bir ara cümlesi olarak, insanın emaneti yüklenmesi ile gayesi arasında zikredilmesi, insanın, ahdine ve yükümlülüğüne vefa göstermeyeceğinin baştan bildirmek içindir.
Yani insanların, sağlam fıtratlarının yahut ezelde verdikleri ikrarın gereklerim yerine getirmeyen fertleri çok zalim ve çok cahildirler; Yüce Allah’ın yarattığı fıtratı değiştirmeyen insanlar ise zalim ve cahil değillerdir. (Ebüssuûd)
Kimileri de bu ayetin tefsiri hakkında şöyle demişlerdi: Mahlukat, idrak edebilen ve edemeyen diye ikiye ayrılır. İdrak edenler de mesela insanoğlu gibi hem külliyatı hem de cüziyatı idrak eden ve hayvanlar gibi sadece cüziyyâtı idrak edenler diye, ikiye ayrılır. Çünkü hayvan, yediği arpayı idrak eder fakat işlerin nereye varacağı hususunda tefekkür edemez ve delillere ve burhanlara derinliğine bakamaz. Yine melekler gibi külliyatı idrak edip de cüziyatı idrak edemeyenler de vardır. Melek, külliyatı idrak eder, mesela cima ve yemek gibi şeylerin lezzetini idrak edemez. Bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: İşte bu hususa Cenab-ı Hak, “Sonra onlar, meleklere gösterip[‘’ ... ‘bunları adlarıyla bana haber verin’ dedi”] (Bakara Suresi, 31) ifadesiyle işaret etmiştir. Böylece melekler, o cüziyatı bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Teklif, ancak her iki şeyi (cüziyatı ve külliyatı) idrak edenlere yapılır. Çünkü böylesi bir idrak sahibinin cüzi şeylerden duyduğu lezzetler bulunmaktadır. Böylece böylesi bir idrak sahibi, tıpkı meleklerin Allah'a ibadet edip de O'nu ikrar etmeleri sayesinde duydukları lezzet gibi hakiki lezzeti elde etsin diye, bu cüzi lezzetten uzak tutulmak istenmiştir. Bu iki şeyi idrak edebilenden başkası, eğer mükellef tutulmuşsa kendisinde birtakım külfet ve sıkıntıların bulunduğu bir şeyin kendilerine emredilmiş olduğu anlamında değil de tam aksine bir hitaba mazhar kılınma manasında mükellef tutulmuştur. Çünkü muhataba da mükellef ismi verilir. Zira mükellef kendisine hitap olunmuş kimse demektir. O halde hitap edilen kimseye mükellef denilebilir. (Fahreddin er-Râzî)