لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لِيُعَذِّبَ | azab etsin diye |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | الْمُنَافِقِينَ | iki yüzlü erkeklere |
|
4 | وَالْمُنَافِقَاتِ | ve iki yüzlü kadınlara |
|
5 | وَالْمُشْرِكِينَ | ve ortak koşan erkeklere |
|
6 | وَالْمُشْرِكَاتِ | ve ortak koşan kadınlara |
|
7 | وَيَتُوبَ | ve bağışlasın diye |
|
8 | اللَّهُ | Allah |
|
9 | عَلَى |
|
|
10 | الْمُؤْمِنِينَ | inanan erkekleri |
|
11 | وَالْمُؤْمِنَاتِ | ve inanan kadınları |
|
12 | وَكَانَ | ve |
|
13 | اللَّهُ | Allah |
|
14 | غَفُورًا | çok bağışlayandır |
|
15 | رَحِيمًا | çok esirgeyendir |
|
Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Emanet kelimesinin sözlük anlamı “korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması”dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız, “tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe’deki anlamıyla emanet”tir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126). Bunların da tamamını, “insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü” kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan– insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aynı âyetteki ifadeyle insan zalûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkını verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız insanları arasında, Allah’ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.
Âyette geçen “emanet” Türkçe’deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel olan yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi mânevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.
Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen âkıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insanın bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına işaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.
لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ
لِ harfi, يُعَذِّبَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte önceki ayette geçen وَحَمَلَهَا veya عَرَضْنَا fiiline mütealliktir.
يُعَذِّبَ mansub muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur. الْمُنَافِق۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
الْمُنَافِقَاتِ ve الْمُشْرِك۪ينَ ve الْمُشْرِكَاتِ kelimeleri atıf harfi و ’la makabline matuftur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَتُوبَ mansub muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur. الْمُؤْمِن۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
الْمُؤْمِنَاتِ kelimesi atıf harfi و ’la makabline matuftur.
لِيُعَذِّبَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
الْمُنَافِق۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan müfâ’ale babının ism-i failidir.
الْمُشْرِك۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَرْسَلُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi رسل ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. اللّٰهُ lafza-i celâl كَانَ ’nin ismi, olup mahallen merfûdur.
غَفُوراً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. رَح۪يماً kelimesi كَانَ ’nin ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
غَفُوراً - ظَلُوماً kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ
Önceki ayetin devamı olan bu ayette sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ cümlesi, وَحَمَلَهَا veya عَرَضْنَا fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatı vardır.
Aynı üslupta gelen وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ cümlesi, masdar-ı müevvele matuftur. Atıf sebebi tezattır.
Azap edilecek olanların münafık erkek ve kadınlar ile müşrik erkek ve kadınlar tövbelerinin kabul edilecek olanların mümin erkeklerin ve mümin kadınlar olarak sayılması taksim sanatıdır.
Bu ayette kadınların ayrıca zikredilmesinde, Hendek Savaşı olaylarındaki kadınların da Müslümanlara karşı kurulan tuzaklarda erkeklerine yardım ettiklerine şaret vardır. Bunun zıddı Müslüman kadınlar da erkeklerine yardım etmişlerdi. (Âşûr)
الْمُنَافِق۪ينَ - الْمُنَافِقَاتِ ve الْمُشْرِك۪ينَ - الْمُشْرِكَاتِ ve الْمُؤْمِن۪ينَ - الْمُؤْمِنَاتِۜ gruplarındaki kelimeler arasında iştikak cinası, mürâât-ı nazîr ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ cümlesiyle ve وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
الْمُؤْمِن۪ينَ kelimesiyle الْمُشْرِك۪ينَ - الْمُنَافِق۪ينَ kelimeleri ve الْمُؤْمِنَاتِۜ kelimesiyle الْمُنَافِقَاتِ - الْمُشْرِكَاتِ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Zamir makamında lafza-i celâlin zahir olarak zikredilmesinde ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Burada da zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi mehabeti artırmak, kalplere Allah korkusunu sokmak, tehditte mübalağa ve azap vaidini ağırlaştırmak içindir. (Ebüssuûd) Aşur da inayeti arttırmak içindir der.
Zuhaylî’nin izahına göre surenin başlangıcındaki وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَۜ / َaçık ve gizli inkârcıların sözünü dinleme ifadesi ile لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ diye bitirilmesi arasında bedî‘ ilminde reddü’l-acüz ale’s-sadr diye isimlendirilen sanat vardır. Zira başlangıç münafıkların zemmi ile olmuş ve sure onların kötü akıbetlerini açıklayarak bitirilmiştir. (Sinan Yıldız, Vehbe Zuhaylî’nin Tefsîru’l-Münîr Adli Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)
“Müşrikler” ifadesini “münafıklar” ifadesine atfetmiş; Cenab-ı Hak, müminin münafıktan üstün olduğunu göstermek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi zamandan bağımsız sübut ve istimrar ifade eder.
كَانَ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve teşvik amacına matuftur.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
كَانَ ’nin haberi olan iki vasfın arasında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
غَفُورًا رَح۪يمًا۟ şeklindeki mübalağa kalıbındaki sıfatlar arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
كَان fiili, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgular ve ona dikkat çeker. (Ragıb el İsfehani)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıl olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezeli olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Yani Allah ezelde غَفُوراً ve رَح۪يماً olduğu gibi gelecekte de Gafûr ve Rahîm’dir. Onun bu vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Ragıb el-İsfehani كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığı belirtilmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayetin bu son cümlesi, bir çok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murat sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c, 7, s. 314)
64. ayet وَاَعَدَّ لَهُمْ سَع۪يراًۙ ve 17.ayet وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراً ve 68. ayetteki وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟ cümlesi gibi ayet sonlarının birbiriyle uygunluğu kulağa hoş gelmektedir. Bu da güzelleştirici edebî sanatlardandır. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.
Kur’an’daki bütün surelerde olduğu gibi bu surenin de son ayeti, hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Hüsn-i intihâ, mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Cenab-ı Hak insan hakkında, onun zalim ve cahil olma gibi vasıflarından bahsetmiş, kendi vasıflarından da iki vasıf zikrederek, “Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir” buyurmuştur ki bu, “O, çok zalim olanı çokça bağışlayan; cahil olana karşı da çok merhametli olandır” demektir. Bu böyledir, çünkü Allah, kullarına (tövbe etmemesi halinde) en büyük zulüm olan şirk hariç, bütün günahlarını bağışlayacağı vaadinde bulunmuştur. Keza Cenab-ı Hak, [“Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür”] (Lokman Suresi, 13) buyurmuştur. Bütün günahtan bağışlayacağı vaadinin delili ise Cenab-ı Hakk'ın [“Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar”] (Nisa Suresi, 48) ifadesidir. Cenab-ı Hakk'ın, cehalete karşı merhametli olmasına gelince, çünkü cehalet, merhametin beklendiği bir durumdur. İşte bundan dolayı, hata eden kimse, “bilemedim…” diyerek mazeret beyan eder.
Burada da şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ, kuluna, kendisinin gafur ve rahîm olduğunu bildirmiş ve kulun kendisini kendisine göstermiş, böylece kul da kendisinin çok zalim ve çok cahil olduğunu görmüş. Daha sonra Cenab-ı Hak, kuluna emaneti teklif etmiş, kulu da o emaneti, bu zulmü ve cehline rağmen Hakk Teâlâ'nın, o emaneti gufran ve rahmet vasıflarıyla onaracağını bildiği için üstlenmiştir. (Fahreddin er-Râzî)