Nisâ Sûresi 134. Ayet

مَنْ كَانَ يُر۪يدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً بَص۪يراً۟  ...

Kim dünya sevabı (nimeti) istiyorsa (bilsin ki), dünya sevabı da, ahiret sevabı da Allah katındadır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 مَنْ kim
2 كَانَ ك و ن
3 يُرِيدُ isterse ر و د
4 ثَوَابَ sevabını ث و ب
5 الدُّنْيَا dünya د ن و
6 فَعِنْدَ (bilsin ki) katındadır ع ن د
7 اللَّهِ Allah
8 ثَوَابُ sevabı ث و ب
9 الدُّنْيَا dünya د ن و
10 وَالْاخِرَةِ ve ahiret ا خ ر
11 وَكَانَ ك و ن
12 اللَّهُ Allah
13 سَمِيعًا işitendir س م ع
14 بَصِيرًا görendir ب ص ر
 

Her kim dünya sevabı isterse, bilmeli ki dünyanın da ahiretin de sevabı ancak Allah'ın katındadır. Dünya sevabını da verecek olan başkası değil, yine Allah'dır. Bunun için de Allah'a ve Allah'ın kanunlarına müracaat etmek gereklidir. Fakat bunun karşısında bir de ahiret sevabı vardır. Şu halde Allah'a müracaat edip de yalnız dünya sevabına göz dikmek ne kadar himmet (gayret) sizlik, ne kadar budalalıktır. Akıllı olan -hiç olmazsa- "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de" diye ikisini de istemeli veya en şerefli ve en yükseğine göz dikip dünyayı kâle almayarak ahireti istemelidir. "Kim ahiret menfaatini isterse, onun mükafatını artırırız" (Şûra, 42/20) âyetinin delaletince, ahireti isteyen, fazla olarak, dünyadan da hissedar olur. Nitekim Allah için mücahede eden dünya ganimetinden mahrum kalmaz, onunla beraber ahiret sevabına da erer. Fakat ganimet için harbe gidenler gibi sırf dünya peşinde koşanlar bunu bulurlarsa diğerlerinden mahrum kalırlar. Çünkü Allah semî (işitici) ve basîr (görücü)dir. Söylenenleri işitir, yapılanları görür, herkesin niyyet ve maksadını bilir ve ona göre muamele eder. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

 

مَنْ كَانَ يُر۪يدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ

 

مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart fiilidir.  كَانَ يُر۪يدُ  cümlesi  مَنْ’in haberi olarak mahallen merfûdur.

كَانَ ’nin ismi müstetir  هو  zamiridir.  يُر۪يدُ  fiili  كَانَ ’nin haberi olarak mahallen mansubtur.  يُر۪يدُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

ثَوَابَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  الدُّنْيَا  muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Mekân zarfı  عِنْدَ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  ثَوَابُ  muahhar mübtedadır.  الدُّنْيَا  muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.  الْاٰخِرَةِ  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  الدُّنْيَا’ya matuftur.

يُر۪يدُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi رود’dir. İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

 

 وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً بَص۪يراً۟

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  اللّٰهُ  lafza-i celâli,  كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.

سَم۪يعًا  kelimesi  كَانَ ’nin haberidir.  بَص۪يرًا۟  ise  كَانَ ’nin ikinci haberidir.


 

مَنْ كَانَ يُر۪يدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ


وَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.  مَنْ  mübteda,  كانِ’nin dahil olduğu isim cümlesi, şarttır.

Cevap cümlesi olan  فَ  karinesiyle gelen  فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا  cümlesidir. Sübut ifade eden isim cümlesidir. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  عِنْدَ اللّٰهِ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. 

عِنْدَ اللّٰهِ  izafeti muzâfın şanı içindir.

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. Bu terkip aynı zamanda  مَنْ ’in haberidir.

الدُّنْيَا - الْاٰخِرَةِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab,  ثَوَابُ الدُّنْيَا ’nın tekrarında ise ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

مَنْ كَانَ يُر۪يدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا  [Kim dünyanın nimetini isterse…] cümlesindeki sevap; karşılık demektir, ama burada “nimet” olarak çevirmek daha uygun düşer.

Önceki ayette geçen  كُمْ  zamirinden sonra burada  مَنْ كَانَ يُر۪يدُ  [kim isterse] buyurularak iltifat yapılmıştır.

Ayette mükâfattan maksat hukukî değil, dilsel anlamdır. (Âşûr)

Allah, onlara dünyanın en hayırlısının da ahiretin de en hayırlısının da Allah’ın elinde olduğunu bildirerek uyarmıştır. (Âşûr)


وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً بَص۪يراً۟

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Bütün kemal sıfatlara şamil lafza-i celâl, telezzüz, teberrük ve kalplerde haşyet uyandırmak amacına matuftur. 

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)

Allah Teâlâ kendi vasıflarını  كَانَ  ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden  كَانَ  bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. O’nun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî  كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda  söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)

Haber olan iki vasfın, aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

سَم۪يعًا ,بَص۪يرًا۟ şeklindeki mübalağa kalıbındaki sıfatlar arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.

Eğer “Allah katında, insanın ister böyle bir isteği olsun ister olmasın, hem dünya hem ahiret mükâfatı olduğu halde niçin şartın cevabının başına  فَ  gelmiştir?” denir ise biz deriz ki: Kelamın takdiri şöyledir:

فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ لَهُ اِنْ اَرَادَهُ اللّٰهُ تَعَالَى

“Eğer Allah isterse o kimse için hem dünyanın hem de ahretin mükâfatı Allah katındadır.” Bu takdire göre, cevap (ceza), “Allah’ın irade etmesi” şartına bağlanmıştır. (Fahreddin er-Râzî)


وَكَانَ اللّٰهُ سَمٖيعًا بَصٖيرًا  [Allah, semî ve basîrdir.] buyurmuştur. Yani Allah onların sözlerini duyar. Çünkü onlar, cihad yapmakla, ganimet elde etmekten başka bir gaye gütmezler. Yine Cenab-ı Hakk onların sadece ganimet elde etmek için yaptıkları savaşlarda say’u gayret gösterdiklerini görüp bilir. Bu ifade adeta Allah’tan onları, bu gibi işlerden bir men etme manasındadır. (Fahreddin er-Râzî)