Nisâ Sûresi 135. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراً  ...

Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَا أَيُّهَا ey
2 الَّذِينَ kimseler
3 امَنُوا inanan(lar) ا م ن
4 كُونُوا olun ك و ن
5 قَوَّامِينَ ayakta tutarak ق و م
6 بِالْقِسْطِ adaleti ق س ط
7 شُهَدَاءَ şahidler ش ه د
8 لِلَّهِ Allah için
9 وَلَوْ bile olsa
10 عَلَىٰ aleyhinde
11 أَنْفُسِكُمْ kendinizin ن ف س
12 أَوِ veya
13 الْوَالِدَيْنِ ana babanızın و ل د
14 وَالْأَقْرَبِينَ ve yakınlarınızın ق ر ب
15 إِنْ eğer
16 يَكُنْ olsalar ك و ن
17 غَنِيًّا zengin غ ن ي
18 أَوْ veya
19 فَقِيرًا fakir de ف ق ر
20 فَاللَّهُ çünkü Allah ا ل ه
21 أَوْلَىٰ daha yakındır و ل ي
22 بِهِمَا ikisine de
23 فَلَا öyle ise sapmayın
24 تَتَّبِعُوا uyarak ت ب ع
25 الْهَوَىٰ keyfinize ه و ي
26 أَنْ
27 تَعْدِلُوا adaletten ع د ل
28 وَإِنْ ve eğer
29 تَلْوُوا eğip bükerseniz ل و ي
30 أَوْ ya da
31 تُعْرِضُوا doğruyu söylemezseniz ع ر ض
32 فَإِنَّ muhakkak ki
33 اللَّهَ Allah
34 كَانَ olandır ك و ن
35 بِمَا -dan
36 تَعْمَلُونَ yaptıklarınız- ع م ل
37 خَبِيرًا haberdar خ ب ر
 

İnsan topluluklarının korunmaya, düzene ve adalete ihtiyaçları vardır; devlet de bu ihtiyaçlardan doğmuştur. Adaletin gerçekleşmesinde bağlayıcı hukuk kuralları kadar onları uygulayan yönetici ve hâkimlerle hakkın veya suçun ispatı için gerekli bulunan şahitler önemli rol oynamaktadırlar. Adalet görevlilerinin doğruluktan sapmalarına sebep olan âmilleri iki gruba ayırmak mümkündür: Maddî menfaat, mânevî eğilim ve değerler. Âyetin gerek “Kendiniz, ana-babanız veya akrabanız aleyhinede olsa” kısmı, gerekse “zengin olsunlar, yoksul olsunlar” kısmı bunları bir genel anlatım üslûbu içinde ihtiva etmektedir. Hâkim ve şahitler elde edecekleri veya elden kaçırmak istemedikleri şahsî menfaatleri veya yakınlarının menfaatleri sebebiyle adaletten sapabilmektedirler. Ayrıca davacı ve davalının sosyal, ekonomik ve siyasî durumu da şahit ve hâkimleri etkileyebilmektedir. Meselâ bir maddî menfaati dava eden kimsenin yoksul, davalının ise zengin olması durumunda, hak zenginin olduğu halde yoksul lehine şahitlik edildiği veya hüküm verildiği görülmektedir. Halbuki zengin de yoksul da Allah’ın kullarıdır, onları içinde bulundukları duruma göre değerlendirecek, haklarında hayırlı olanı lutfedecek, sorumluluklarını belirleyecek ve hikmetinin bir sonucu olarak dilediğinde özel lutuflarda bulunacak olan da Allah’tır. İnsanların O’nun yerine geçmeye, adaleti saptırma pahasına bazı kimseleri kayırmaya hakları yoktur. Bu sebeplerle gerek hâkimlerin ve gerekse şahitlerin haksız tarafa meyletmeleri veya hakkın ortaya çıkmasını, adaletin gerçekleşmesini engellemek için hükümden ve şahitlikten geri durmaları, mahkemeyi oyalayan davranışlar içine girmeleri de yalancı şahitlik ve hukuka aykırı hüküm kadar adalete aykırı bulunduğundan âyet bunları da yasaklamış, bazı şeyleri halktan gizlemek mümkün olsa bile Allah’tan gizlemenin imkânsız olduğunu vurgulamıştır.

 Âyetten açıkça anlaşılan hüküm, yakın akrabanın birbiri lehine ve aleyhine yapacakları şahitliklerin muteber ve geçerli olduğudur. Kurtubî’nin verdiği bilgiye göre (V, 411), İslâm’ın ilk nesillerinde Allah korkusu hâkim ve güzel ahlâk yaygın bulunduğundan –bu âyete de dayanarak– yakınların birbirleri için şahitlikleri kabul ediliyordu, bu konuda hiçbir kimseden peşinen şüphe edilmiyordu. İslâm topluluğu sosyal ve kültürel değişmeler geçirdikçe yakınların birbirleri hakkında yapacakları şahitliklerin geçerliği tartışılmaya başlandı, birçok müctehid, “yakınlığın ve menfaatin saptırma ihtimali güçlü bulunduğu durumlarda” şahitliği geçerli saymadı.

Kaynak : Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 159-160

 

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Size şahitlerin en hayırlısını haber vereyim mi? O kendisine sorulmadan şahitlik görevini yerine getiren kimsedir.”

( Müslüm , Akdiye 19, Ebu Davud , Aldiye 13; Tirmizi ,Şehadat 1)

(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’ÂN-I KERİM MEALİ PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)

 

Leva لوي :  İpi sarmak veya eğirmektir. لِوَاء ise sancak demektir, rüzgâr ile bükülerek dalgalandığından bu adı almıştır. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 5 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli livâ (sancağı)dır. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ 


يَٓا  nida harfidir.  اَيُّ, münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir.  هَا  tenbih harfidir.  ٱلَّذِینَ  münadadan sıfat veya bedeldir.

İsm-i mevsûlun sılası  ءَامَنُوا۟ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

ءَامَنُوا۟ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

Nidanın cevabı  كُونُوا قَوَّام۪ينَ ’dır.  كُونُوا  fiili  نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. كُونُوا’nun ismi, cemi müzekker olan  و  merfû muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur. قَوَّام۪ينَ kelimesi  كُونُوا’nun haberidir.  Nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي  ile nasb olurlar.

بِالْقِسْطِ  car mecruru  قَوَّام۪ينَ ’ye müteallıktır.  شُهَدَٓاءَ  kelimesi  كُونُوا ’nun ikinci haberidir. Sonunda zaid, yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.  لِلّٰهِ  car mecruru  شُهَدَٓاءَ ‘ye müteallıktır. 


وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ

 

وَ  atıf harfidir. لَوْ  gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.  عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ  car mecruru mahzuf  كان ‘nin haberine müteallıktır.  كان’nin ismi  لَوْ ’den sonrasıdır. Takdiri,  ولو كانت الشهادة مستقرة على أنفسكم (Bu şahitlik sizin zararınıza olsa bile) şeklindedir.

Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  الْوَالِدَيْنِ  kelimesi atıf harfi  اَوِ  ile  اَنْفُسِكُمْ  matuftur.  الْوَالِدَيْنِ  kelimesi müsenna olduğu için  ى  ile mecrurdur. الْاَقْرَب۪ينَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الْوَالِدَيْنِ ’ye matuftur.  الْاَقْرَب۪ينَ ’nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri,  لوجبت عليكم الشهادة (Şahitlik yapmak gerekir.) şeklindedir.


 اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ


اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  يَكُنْ ’un dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.  يَكُنْ  şart fiili olup nakıs meczum muzari fiildir.

İsim cümlesinin önüne gelir ve ismini ref haberini nasb eder.  يَكُنْ ’un ismi, müstetir هو  zamiridir.  غَنِيًّا  kelimesi  يَكُنْ ’un haberi olup lafzen mansubtur. 

فَق۪يرًا  kelimesi atıf harfi  اَوْ  ile  غَنِيًّا’e matuftur.

Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri, فلا تمتنعوا من الشهادة طلبا لرضا الغني أو ترحما على الفقير (Şahitlik etmekten, zenginin rızasını kazanmak ve fakire merhamet etmek için sakınmayın.) şeklindedir.

فَ  ta’lîliyyedir. Şartın cevabının başına gelen rabıta harfi de olması da caizdir.  اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.  اَوْلٰى  haber olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.  بِهِمَا  car mecruru  اَوْلٰى’ya müteallıktır.

فَ  istînâfiyyedir.  لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تَتَّبِعُوا۟  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

الْهَوٰٓى  mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubtur.

اَنْ  ve masdarı müevvel, mahzuf harfi cer ile  تَتَّبِعُوا  fiiline müteallıktır.  تَعْدِلُوا  fiili  نَ ’un hazfiyle mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.


 وَاِنْ تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراً

 

وَ  istînâfiyyedir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  تَلْوُٓ۫ا  fiili  ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir.  تُعْرِضُوا  fiili atıf harfi  اَوْ  ile  تَلْوُٓ۫ا ‘ye matuftur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  ٱللَّهَ  lafza-i celâli  إِنَّ ’nin ismidir.

اِنَّ ’nin haberi  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.  كَانَ  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.

كَانَ ’nin ismi, müstetir  هو  zamiridir.  مَا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ harf-i ceriyle birlikte  خَب۪يرًا ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  تَعْمَلُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

تَعْمَلُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  خَب۪يرًا  ise  كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubtur.

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Nidanın cevabı olan  كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ  cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Münada olan has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’de tevcih sanatı vardır. İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi gelecek habere dikkatleri çekmek içindir. Sılası  ءَامَنُوا۟ şeklinde mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsm-i mevsûller muhakkak herkesin bildiği bir grup varsa kullanılır. Burada bu iman edenler Peygamber Efendimiz ve sahabe tarafından bilinen insanlardı. Böyle bir grup yoksa ism-i mevsûl gelmez.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi, söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’anî, s. 43)

Bazı salihler Allah Teâlâ’nın,  ايَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا  [Ey iman edenler]  sözünü işitince sanki Allah’ın nidasını işitmiş gibi  لبيك وسعديك (Emret Allah'ım, emrine amadeyim.) der. Böyle söylemek Kur’an’ın edebidir.

Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا  hitabıyla Kur’an’ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. Muhataplara “Ey müminler!” diye seslenilmesi onlara, bu iman sahibinin Allah’ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Safvetü’t Tefasir)

قَوَّام۪  mübalağalı ism-i faildir. Bu kelime Kur’an’da 3 kez geçmiştir. (Nisa Suresi, 34, 135 ve Maide Suresi, 8). Son ikisi aynı konudadır. Yönetici, bir işi üstlenen manasındadır.

قَوّامِينَ  kelimesi sıygası itibarıyla çokluğa delalet eder. Bundan murad da lâzımıdır. Yani hiçbir durumda bu görevi aksatmamasıdır. (Âşûr)

Adalet emrinin şahitlikten önce verilmesi:

a) İnsanların pek çoğunun âdeti, başkalarına ma’rûfu emretmektir. Ama iş kendilerine varıp dayandığında, ma’rûfu kendilerine de emretmeyi bırakırlar. Hatta kendilerinden en çirkin bir şey südur etmiş olsa dahi müsamaha görüp çok güzel bir şeymiş gibi kabul görür. Ama aynı fiil başkalarından südur ettiğinde bu, münakaşa mevzusu olur. Binaenaleyh Allah Teâlâ bu ayette, bu yolun kötü olduğuna dikkat çekmiştir. Zira Cenab-ı Hakk, insanlara ilk önce adaleti yerine getirmelerini emretmiş ve güzel yolun, insanın kendisini sıkıştırıp muaheze etmesinin, başkalarını sıkıştırıp muaheze etmesinden daha üstün olması olduğuna dikkat çekmek için, ikinci kez başkalarının aleyhine şehadette bulunmayı emretmiştir.

b) Adaleti bihakkın yerine getirmek, başkalarından, yani üzerinde hak bulunan kimselerden zararı gidermekten ibarettir. Halbuki kişinin kendi nefsinden zararı defetmesi, başkasından defetmesinden önce gelir.

c) Adaleti bihakkın yerine getirmek bir fiildir. Şehadet ise sözdür. Halbuki fiil, sözden daha kuvvetlidir.

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ  [Allah şu hakikati, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. (Âl-i İmran Suresi, 18)] buyurmuş, böylece bu ayette şehadeti, adaleti yerine getirmekten önce zikretmiştir. Halbuki tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayette ise adaleti yerine getirmeyi daha önce zikretmiştir. Binaenaleyh aralarındaki fark nedir? denirse biz deriz ki:

Allah’ın şehadeti, kendisinin mahlûkatın yaratıcısı olmasından; O’nun adaleti yerine getirmesi ise o mahlûkat hakkında adaleti ifa edenleri görüp gözetmesinden ibarettir. (Âl-i İmran Suresi,18) Şehadetin, adaleti ifa etmeden önce zikredilmiş olması gerekir. Ama kullar hakkında kullanılan, “adaleti bihakkın yerine getirmek” buyruğu ise kulun adaleti görüp gözetmesi ve zulme karşı koymasından ibarettir. İnsanın, böyle olmaması halinde başkası hakkındaki şehadetinin makbul olmayacağı malumdur. Âl,i İmran Suresi, 18. ayetteki ifadesinde vacip olan, şehadetin adaleti yerine getirmekten önce zikredilmiş olması; burada vacip olanın ise şehadetin, adaleti bihakkın yerine getirmekten sonra olması olduğu sabit olmuş olur. (Fahreddin er-Razi)

 

وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ

 

Hal  وَ ’ı ile gelen cümle şart üslubunda inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ  takdir edilen  كان  fiilinin mahzuf haberine müteallıktır. Bu şart cümlesinin cevabı da mahzuftur. 

الْوَالِدَيْنِ  ve  الْاَقْرَب۪ينَۚ  tezayüf sebebiyle  عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ’e atfedilmiştir.

الْوَالِدَيْن - الْاَقْرَب۪ينَۚ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.


 اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا 

 

Fasılla gelen cümle istînâfiyyedir. Şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

فَ  karinesiyle gelen şartın cevabı mübtedası lafza-i celâl olan isim cümlesidir. Müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnaya şamil lafza-i celâlle marife olması, durumun önemini vurgulamak, konuya dikkat çekmek amacına matuftur.

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olmasına rağmen  اللّٰهَ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. 

İsim cümlesi zamandan bağımsız olarak sübut ifade eder.

غَنِيًّا - فَق۪يرًا  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

الغني: Kelimedeki asıl anlam fakirin mukabili (zıddı) olmasıdır. Yani ihtiyaçsızlık halidir. Allah'tan başkasına izafe edildiğinde  عن  harfi ile kullanılırken Allah Teâlâ’ya nispet edildiğinde harf vasıtası olmaksızın kullanılır. Allah Teâlâ’nın zenginleştirmesi bir hususiyete, hadde (sınır) ve kayda ihtiyacı olmayan bir durumdur. O neyi nasıl dilerse öyle yapan mutlak kudret sahibidir. Allah’tan gayrı herhangi bir şey için söz konusu olduğunda kullanımına gelince; o şey ancak hususi (spesifik) bir cihetten ihtiyacı giderebilir. Ameli, tesiri ve kudreti sınırlıdır.  ّالغني  Kur’an-ı Kerim’de 4 sıfatla vasıflanmıştır:

2/267  كَر۪يمٌ  6/133  - وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ  2/263 -  وَٱللَّهُ غَنِىٌّ حَلِيمٌ  27/40 -  وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ رَبّ۪ي غَنِيٌّ كَر۪يمٌ    وَرَبُّكَ الْغَنِيُّ ذُو الرَّحْمَة  (Tahkik)


 فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ


فَ  istînâfiyyedir. Cümle nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.  اَنْ  ve akabindeki muzari fiil cümlesi masdar tevilindedir. Masdar-ı müevvel mahzuf  ل  harfiyle birlikte لَا تَتَّبِعُوا  fiiline müteallıktır.

بِالْقِسْطِ - تَعْدِلُواۚ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Furuk’da الْهَوٰٓى ve şehvetin farkı hususunda şunlar söylenmiştir: “Hevâ nefsin kendisini ilgilendirmeyen bir şeye meylederek uygun olmayacak bir biçimde yaklaşmasıdır. Bu nedenle genellikle hevâ bir yergi nitelemesi olarak kabul edilir. İnsan yemeğe karşı şehvet (aşırı arzu)  duyabilir, ancak yemeğe karşı hevâ (za’f) göstermez.”

Kur’an-ı Kerim’de bir defa geçmiş ve cehennem isimlerinden olan “Hâviye” kelimesi de bu kökten gelir.

 

وَاِنْ تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراً


Cümle وَ ’la öncesine atfedilmiştir. İki cümle arasında inşâî isnad olmak bakımından mutabakat vardır.  وَ ‘ın  istînâfiyye olduğu da söylenmiştir.

Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber inkârî kelamdır.

Şart cümlesi  تَلْوُٓ۫ا, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَ ’la makabline atfedilmiş  تُعْرِضُوا  cümlesi de aynı üslupta gelmiş haberî isnaddır. İki cümle arasında tezayüf vardır. 

Cümlede fiillerin muzari sıygada gelmesi tecessüm ve teceddüt ifade eder. 

Rabıta harfi   فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesidir.

Lafza-i celâl  اِنَّ ’nin ismi,  كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا  cümlesi  اِنَّ ’nin haberidir. Cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır

اِنّ ’nin haberinin,  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olarak gelmesi sübut ifade eder.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve celâl sıfatları bünyesinde toplayan Allah ismiyle marife oluşu, teşvik ve heybet uyandırmak içindir. 

Cümlede car mecrur  بِمَا تَعْمَلُونَ, amilinin önüne geçmiştir. Bu takdim, tahsis ifade eder. Yani “O yaptıklarınızdan haberdardır. Haberdar olmadığı hiçbir şey yoktur.” Bu cümle, mamulun amiline kasrını, başka bir deyişle de olumlu mananın yanında bir de olumsuz mana ifade eder. 

Müşterek ism-i mevsûl  مَا ’da tevcih sanatı vardır. Sıla cümlesi  تَعْمَلُونَ, müspet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

يَكُنْ - كُونُوا - كَانَ  arasında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.

تَلْوُٓ۫ا  kelimesi burada yalan söylemek manasında istiare olarak gelmiştir.

اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا  sözü, lafzen sarih olarak Allah’ın bütün yapılanlardan haberdar olduğuna delalet eder. Ama maksat bu yapılanlara karşılık ahirette verilecek  sevap ve cezayı hatırlatmaktır. Buna, lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel denir.

Burada zamir makamında Allah isminin zahir olarak zikredilmesi mehabeti artırmak içindir. (Ebüssuûd)

Allah Teâlâ kendi vasıflarını  كَانَ  ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezeli olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden  كَانَ  bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. O’nun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Ragıb el-İsfehani  كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda  söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41) 

فَإنَّ اللَّهَ كانَ بِما تَعْمَلُونَ خَبِيرًا  cümlesi vaîdden kinayedir. Çünkü o kötülük yapanı bilir ve ona azap etmeye kādirdir ama azap etmez. Bu yüzden cümle  إنَّ  ve  كانَ  ile tekid edilmiştir. (Âşûr)

Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.