Mü'min Sûresi 20. Ayet

وَاللّٰهُ يَقْض۪ي بِالْحَقِّۜ وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍۜ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ۟  ...

Allah, hak ve adâletle hükmeder. Allah’tan başka taptıkları ise hiçbir hükümde bulunamazlar. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَاللَّهُ Allah
2 يَقْضِي hükmeder ق ض ي
3 بِالْحَقِّ hak ile ح ق ق
4 وَالَّذِينَ kimseler ise
5 يَدْعُونَ yalvardıkları د ع و
6 مِنْ
7 دُونِهِ O’ndan başka د و ن
8 لَا
9 يَقْضُونَ hüküm veremezler ق ض ي
10 بِشَيْءٍ hiçbir şeye ش ي ا
11 إِنَّ çünkü
12 اللَّهَ Allah
13 هُوَ O
14 السَّمِيعُ işitendir س م ع
15 الْبَصِيرُ görendir ب ص ر
 

“Gözlerin kötü niyetli bakışı”ndan maksat, bakılması helâl olmayan şeylere veya helâl olmayan şekilde, tarzda bakmak; “kalplerin sakladıkları” ise insanın içinden benimsediği, ancak farklı sebeplerle eylem olarak dışa yansıtmadığı veya yansıtamadığı niyet ve düşünceleridir (Zemahşerî, III, 366). Daha çok ahlâk kitaplarında insanın bütün tutum ve davranışları “uzuvların fiilleri ve kalbin fiilleri” diye ikiye ayrılır. Allah’ın ilmi her iki fiil alanını da kuşatmıştır. Hz. Peygamber, amellerin niyetlere göre değerlendirileceğini (Buhârî, “Îmân”, 41; Müslim, “İmâre”, 155); bir kimse hayırlı bir iş yapmaya niyet etmekle birlikte herhangi bir engel yüzünden bunu gerçekleştiremese bile yine de Allah’ın ona sevap yazacağını bildirmiştir (Nesâî, “Kıyâmü’l-leyl”, 63; İbn Mâce, “İkāme”, 177). Buna karşılık insan, içinden bir kötülük yapmayı düşünmek, hatta kesin karar vermekle birlikte, düşünce ve niyetini eyleme dönüştürmezse bundan dolayı günahkâr sayılmaz (bk. Buhârî, “Talâk”, 11; Müslim, “Îmân”, 201, 203, 204). Hatta Gazzâlî’nin açıklamalarına göre eğer kötü eylemden vazgeçmenin arkasında Allah korkusu, insan sevgisi, pişmanlık duyup günah işlemekten sakınma gibi olumlu sebepler varsa, iyi bir nedenle ondan vazgeçtiği için sevap bile kazanır. Ancak –günah işleme arzusu değişmemekle birlikte– korku, acizlik, şartların elverişli olmaması gibi sebeplerle niyet ve düşüncesini gerçekleştirememiş kişi, buna rağmen kötü niyet ve düşüncesinden dolayı günahkâr sayılır (İhyâ, III, 42). Nitekim 20. âyette Allah’ın adaletle hüküm vereceğini bildiren ifade de buna işaret etmektedir.

Bütün bu açıklamalarda putperestlerin bâtıl inançlarından kurtarıl­ması, onlara yeni bir dinî ve ahlâkî zihniyet aşılanması amaçlanmaktadır. Gerçek Tanrı her bir kulunun neler yaptığını, hatta neler düşündüğünü, içinde ne tür niyetler taşıdığını bilir; onlar hakkında niyet ve amellerine göre hükümler verir, nihayet ödüllendirir veya cezalandırır. Buraya kadar geçen âyetlerde gerçek ilâh hakkında iki kategoride bilgi verildi: 

1. O vardır, birdir; bilgisi, kudreti, hükümranlığı gibi niteliklerinde eşsiz ve mükemmeldir; 2. O aynı zamanda insanlar için dinî, ahlâkî planda yasa koyucudur; buyrukları ve yasaklarıyla bireylerin ve toplumların hayatlarına, iradesine uygun bir düzen vermek ister. Nihaî planda bütün insanları âhirette âdil bir şekilde yargılayıp hükümlerine uyanları ödüllendirecek, uymayanları cezalandıracaktır. Putperestlerin tanrı diye taptıkları nesnelerin sadece hüküm verme gücüne sahip olmamaları bile onlara tapmanın anlamsız ve yersiz olduğunu göstermeye yeteceği için 20. âyette bu hatırlatmayla yetinilmiştir. 

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 649-650

 

وَاللّٰهُ يَقْض۪ي بِالْحَقِّۜ

 

İsim cümlesidir. اللّٰهُ  lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur.  يَقْض۪ي  mübtedanın haberi olup mahallen merfûdur. 

يَقْض۪ي  fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو  ‘dir.  بِالْحَقّ  car mecruru  يَقْض۪ي  fiiline mütealliktir.


 وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍۜ 

 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَدْعُونَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

يَدْعُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

مِنْ دُونِه۪  car mecruru mahzuf aid zamirin mahzuf haline mütealliktir. Takdiri, يدعونهم من دونه  (Ondan başkasına dua ediyorlar.) şeklindedir. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍ  mübteda  الَّذ۪ينَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur. لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَقْضُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  بِشَيْءٍ  car mecruru  يَقْضُونَ  fiiline mütealliktir.


 اِنَّ اللّٰهَ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ۟

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur. 

هُوَ  fasıl zamiridir. Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ  Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ  ayırma zamiri) denir.

Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

السَّم۪يعُ  kelimesi  اِنّ ‘nin haberi olup lafzen merfûdur. الْبَص۪يرُ۟  kelimesi  اِنّ ‘nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur. 

لسَّم۪يعُ - الْبَص۪يرُ۟  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَاللّٰهُ يَقْض۪ي بِالْحَقِّۜ 

 

وَ , istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması tazim, teberrük ve hükmün kesinliğini bildirmek içindir.

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

Lafza-i celâl mübteda, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan

 يَقْض۪ي بِالْحَقِّۜ  cümlesi, haberdir. Müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. 

Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

بِالْحَقِّۜ  car mecruruيَقْض۪ي  fiiline veya mahzuf hale mütealliktir. 

Muktezâ-i zâhir’e göre kelamın şöyle gelmesi gerekirdi:  يَعْلَمُ خَٓائِنَةَ الْاَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ وَ يَقْض۪ي بِالْحَقِّۜ  Yani  يَقْض۪ي  fiilinin kendisinden sonra gelen  وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪  sözünde olduğu gibi ُ يَعْلَمُ 'ya atfedilmesi uygun olurdu. Halbuki ayetin başında  ُوَاللّٰهُ  şeklinde lafza-i celâl zikredilmiştir. Dolayısıyla zamir gelmesi gereken yere zahir isim gelmiştir. Bunun sebebi de lafza-i celâl’in bütün kemâl vasıfları cem’ etmesidir. Bunda hüküm vermenin ne kadar önemli olduğuna işaret vardır.  (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 124)


 وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍۜ 

 

Ayetin ikinci cümlesi atıf harfi  وَ ’la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Önceki cümleyle bu cümle, kalb kasrı oluşturarak hakla hükmetmeyi Allah’a hasretmiştir. (Âşûr)

Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

Müsnedün ileyh konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmesi yanında onlara tahkir ifade eder.

مِنْ دُونِه۪  izafeti, gayrının tahkiri içindir.

Faide-i haber ibtidaî kelam olan  لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍ  cümlesi, müsneddir.

Müsnedin menfi muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. 

Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

O’ndan başka ibadet ettikleri ise birşey ile hükmedemezler. Bu, alay ve tehekküm üslubudur. Çünkü O’nun dışında dua edilen şeyler, zaten kendileri birşey değildir ki bir şeye hükmetmeleri mümkün olsun. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 124)

"Ve Allah, adaletle hükmeder; onların Allah'tan başka taptıkları ise, hiçbir şeye hükmedemezler."

Bu ifade, onların ilahları ile istihza anlamını taşımaktadır. Çünkü cansız varlıklar hakkında "hükmeder" denmez. (Ebüssuûd)

بِشَيْءٍ ’in tenkiri, nev ve taklîl ifade eder. Olumsuz siyakta nekre, umuma işaret eder.

يَقْض۪ي - لَا يَقْضُونَ  kelimeleri arasında iştikak cinası, tıbâk-ı selb ve reddül reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.


اِنَّ اللّٰهَ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ۟

 

Ta’liliyye olarak gelen son cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır. Ta’lil cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

اِنَّ , fasıl zamiri ve kasrla tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması tazim ve kalplere korku salmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedin yani السَّم۪يعُ -  الْبَص۪يرُ۟  kelimelerinin marife gelmesi müsnedün ileyhin bu vasıfla kemâl derecede muttasıf olduğuna işaret etmenin yanında kasr oluşturmuştur. Böylece bu iki sıfata sahip olan tek zatın O olduğu, hiçbir benzeri olmadığı ifade edilmiştir. Bu iki vasıf kemâl derecede olmak üzere, sadece Allah’a aittir. 

Cümledeki  هُوَ  fasıl zamiridir. Bu zamir, tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur. Haber, cümlede sıfattan daha kuvvetli bir rükündür.

Haber olan iki vasfın aralarında  و  olmadan gelmesi her ikisinin birden müsnedün ileyhte mevcut olduğuna işaret eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

السَّم۪يعُ - الْبَص۪يرُ۟  kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

Ayetin fasılası tezyîl cümlesidir.

Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek için yapılmış ıtnâb sanatıdır.

Ayrıca bu cümlede yine zamir yerine ism-i celâl gelmiştir. Bu tercihin sebebi ism-i celâl’in sahip olduğu celâl ve kemal vasıflarına işaret ederek tazim ve heybeti artırmaktır. Çünkü ism-i celâl bütün kemal sıfatları taşır. Sonra gelen fasl zamiri, yani  َهُوَ  de kasr manasını tekid eder. Haberin elif-lâm’lı olması, bu sıfatların mutlak kemâl manada olduğuna delâlet eder. Burada  السَّم۪يعُ  ve الْبَص۪يرُ۟  gelmesi, ayetin başında zikredilen onları korkut sözüne daha uygundur. Çünkü inzâr (uyarmak), bütün bu ayetlerde geçen temel manadır. Allah Teâlâ’nın  سَّم۪يعُ  ve بَص۪يرُ۟  olması da, onları işittiğini ve gördüğünü ifade eder ve dolayısıyla uyarmak manasını tekid eder. Aynı zamanda her şeyi işiten ve gören kişinin emrine muhalefet etmekle de korkutur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 125)