فَاِذَا لَق۪يتُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَۙ فَاِمَّا مَناًّ بَعْدُ وَاِمَّا فِدَٓاءً حَتّٰى تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَاۚۛ ذٰلِكَۜۛ وَلَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَانْتَصَرَ مِنْهُمْۙ وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍۜ وَالَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَلَنْ يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَإِذَا | zaman |
|
2 | لَقِيتُمُ | karşılaştığınız |
|
3 | الَّذِينَ | kimselerle |
|
4 | كَفَرُوا | inkar eden(lerle) |
|
5 | فَضَرْبَ | vurun |
|
6 | الرِّقَابِ | boyunlarını |
|
7 | حَتَّىٰ | nihayet |
|
8 | إِذَا | zaman |
|
9 | أَثْخَنْتُمُوهُمْ | onları iyice vurup sindirdiğiniz |
|
10 | فَشُدُّوا | sıkıca bağlayın |
|
11 | الْوَثَاقَ | bağı |
|
12 | فَإِمَّا | ister |
|
13 | مَنًّا | iyilikle (bırakırsınız) |
|
14 | بَعْدُ | ondan sonra |
|
15 | وَإِمَّا | veya |
|
16 | فِدَاءً | fidye alırsınız |
|
17 | حَتَّىٰ | kadar |
|
18 | تَضَعَ | bırakıncaya |
|
19 | الْحَرْبُ | harb |
|
20 | أَوْزَارَهَا | ağırlıklarını |
|
21 | ذَٰلِكَ | işte |
|
22 | وَلَوْ | şayet |
|
23 | يَشَاءُ | dileseydi |
|
24 | اللَّهُ | Allah |
|
25 | لَانْتَصَرَ | öc alırdı |
|
26 | مِنْهُمْ | onlardan |
|
27 | وَلَٰكِنْ | fakat |
|
28 | لِيَبْلُوَ | denemek için |
|
29 | بَعْضَكُمْ | bir kısmınızı |
|
30 | بِبَعْضٍ | diğeriyle |
|
31 | وَالَّذِينَ | kimselerin |
|
32 | قُتِلُوا | öldürülen(lerin) |
|
33 | فِي |
|
|
34 | سَبِيلِ | (Allah) yolunda |
|
35 | اللَّهِ | Allah |
|
36 | فَلَنْ | asla |
|
37 | يُضِلَّ | zayi etmeyecektir |
|
38 | أَعْمَالَهُمْ | yaptıkları işleri |
|
Enfâl sûresinde (8/67) düşmana öldürücü darbeyi vurup savaş güçlerini çökertmedikçe ganimet ve esir alma gibi şeylerle meşgul olunmaması emredilmişti. Bu âyet aynı hükmü teyit ettikten sonra esirlere nasıl muamele edileceğini açıklıyor.
“Esirleri sağlam bağlamak”tan maksat kaçmamaları için gerekli tedbiri almaktır. Bundan sonra onlara ne yapılacağı konusunda yetkililere iki seçenek gösterilmektedir: Ya bedelsiz, bir lutuf olarak salıvermek ya da bir müslüman esir ile değişmek, salmaya karşılık maddî menfaat sağlamak, bu mânada bir bedel karşılığında serbest bırakmak. Âyette esirlere yapılacak başka bir muameleden söz edilmiyor. Bu sebeple büyük hukukçulardan Atâ ve Hasan-ı Basrî, “Esirin öldürülmesi câiz değildir, devlet başkanına böyle bir yetki verilmemiştir” demişlerdir; biz de bu görüşe katılıyoruz. Müctehidlerin çoğunluğu ise esirlerin öldürülmesinin de câiz olduğu kanaatine, âyetin başını (yani kâfirleri öldürün ifadesini) ve bazı uygulamaları delil gösteriyorlar. Bize göre bu deliller de zayıftır. Âyetin başı savaş hali ile ilgilidir, burada ise savaş bitmiş ve düşman esir alınarak etkisiz hale getirilmiştir, ona ne yapılacağı da açıkça anlatılmıştır. Örnek gösterilen uygulamalarda bazı esirlerin öldürülmeleri özel sebeplere ve suçlara dayanmaktadır.
Bu noktada tartışılması gereken bir konu da esirlerin köleleştirilmeleridir (istirkak). Hz. Peygamber’in böyle bir uygulaması yoktur. O, esirleri kurtulacakları güne kadar himaye edilmek ve hizmetinden yararlanılmak üzere bazı ailelere vermiş, fakat köleleştirme yapmamıştır (Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-sünne, II, 688). Ondan sonra gelen halifeler misilleme yoluyla bu uygulamaya nâdir olarak yer vermişlerdir. Daha sonra esirlerin köleleştirilmeleri uygulaması –bize göre Kur’an’ın amacından sapılarak– yaygınlaşınca fıkıhçılar bunun meşruiyetini, zayıf temellere dayandırmışlardır. Bu delilleri tenkit etmeden açıklayan İbn Âşûr, “bedelsiz” mânasında olmak üzere “karşılıksız” diye tercüme ettiğimiz mennen kelimesinin mânasına köleleştirmenin de girdiğini, çünkü öldürmemenin bir lutuf olduğunu ifade etmektedir (XXVI, 81). Bu delillendirmenin zayıf yönü, esiri öldürmenin câiz olduğunu veri olarak almasıdır. Halbuki bunun tartışmalı olduğunu yukarıda ifade etmiş bulunuyoruz. Ayrıca bir kimseyi köleleştirmeyi “lutuf saymak” için kelimeyi ve kavramı iyice zorlamak gerekir. Bizim anladığımıza göre Kur’an’ın hedefi, insanları köleleştirmek, kölelik için meşru kaynak icat etmek değil, bir sosyal krize yol açmadan zaman içinde köleliğe son vermektir (bu konuda farklı görüşler için bk. Kurtubî, XVI, 219 vd.).
Savaşla ilgili tâlimatın bağlandığı gerekçe, İslâm’ın savaş ve barış hakkındaki temel düşüncesini anlamak bakımından oldukça önemlidir: “Ta ki savaş ağırlıklarını indirsin (sona ersin).” Kur’an, haksız yere cana kıymayı sona erdirmek için öldürenin canına kıyılmasını (kısas) istiyor; aynı şekilde yeryüzünde savaşın sona ermesi; barış, hak ve din özgürlüğünün hâkim olabilmesi için de zalim düşmanla savaşılmasını ve onların savaş güçlerinin çökertilmesini emrediyor.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 47-48
Leqaye لقي :
الّلِقاءُ hem bir şeyi karşılama, hem onunla karşılaşmaktır. Duyuyla, gözle ve basiretle idrak anlamında kullanılır. الّلِقاء kavramı yine mülâkât anlamındadır.
Tefe’ul babı kullanımı olan التلقِّي formu ise yüz yüze/karşı karşıya gelmek demektir.
Son olarak if’al babı formu إلقاء ise bir şeyi karşılaşıldığı/görüldüğü gibi fırlatıp atmaktır. Birde söz, görüş, kelam, konuşma ve sevgi göstermek anlamında kullanılır. (Müfredat-Tahqiq)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda toplam 146 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri telâkki etmek ve mülâkâttır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَاِذَا لَق۪يتُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِۜ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
(إِذَا) : şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَق۪يتُمُ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. لَق۪يتُمُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. ضَرْبَ mahzuf fiilin mef’ûlün mutlakı olup fetha ile mansubdur. Takdiri, اضربوا (Vurun) dur.
الرِّقَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir.
Mef’ûlu mutlakın fiili şu durumlarda hazf edilebilir: 1) Emir ve nehiy fiillerinin yerini alırsa, 2) Dua ifade eden fiilin yerini alırsa, 3) Sonucu (akıbeti) açıklamak için getirildiği zaman. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
حَتّٰٓى اِذَٓا اَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَۙ
حَتّٰٓى ibtida harfidir. حَتّٰٓى edatı üç şekilde kullanılabilir: Harf-i cer olarak, başlangıç edatı olarak ve atıf edatı olarak. Burada ibtida (başlangıç) edatı olarak kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ’dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a. إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b. إِذَا ’nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف)’nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır. (Bk. Meczum muzariler, Cümle Kuruluşu, s. 114, 118)
c. Sükun üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَثْخَنْتُمُوهُمْ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَثْخَنْتُمُوهُمْ fiili sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمُ fail olarak mahallen merfûdur. Sonundaki و işbâ vavıdır. Cemi müzekker muhatap mazi fiillere mansub muttasıl zamirler doğrudan doğruya gelmez.
Bu fiillerle söz edilen zamir arasına bir و harfi getirilir. اَثْخَنْتُمُوهُمْ fiilinde olduğu gibi. Buna işbâ vavı - işbâ edatı denir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. شُدُّوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. الْوَثَاقَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَثْخَنْتُمُو fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi ثخن ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
فَاِمَّا مَناًّ بَعْدُ وَاِمَّا فِدَٓاءً حَتّٰى تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَاۚۛ ذٰلِكَۜۛ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِمَّا ‘daki إنْ şartıyedir, مَّا ise ona tekid için ziyade kılınmıştır, bunun içindir ki sonuna fiili tekid eden نَّ ‘u getirmek mümkün olmuştur. (Beyzâvî, İsra Suresi, 23)
اِمَّا ; yargıyı seçmeli olarak birbirine bağlayan bir tercih edatıdır. اِمَّا ile yapılan atıfta genellikle yargılardan yalnızca birinin gerçekleşmesi söz konusudur. el-Mâlekî, talebî cümlelerden sonra kullanılan اِمَّا edatının tahyir ve ibaha, haberî cümlelerden sonra kullanılan اِمَّا edatının ise şek ve tereddüt ifade ettiğini söyler. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, (Doktora Tezi))
مَناًّ mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri, فإمّا أن تمنّوا منّا (Ya bizden isterler) şeklindedir.
بَعْدُ zaman zarfı damme üzere mebni mahallen mansub olup مَناًّ kelimesine mütealliktir. بَعْدُ kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِمَّا ; yargıyı seçmeli olarak birbirine bağlayan bir tercih edatıdır.
فِدَٓاءً mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri, تفدون فِدَٓاءً …(fidye alarak serbest bırakırsınız) şeklindedir.
حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. تَضَعَ muzari fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde dört hadise olan الضرب، وشدّ الوثاق، والمنّ والفداء (Vurmak, esir almak, iyilik yapmak, fidye vermek) mütealliktir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَضَعَ fetha ile mansub muzari fiildir. الْحَرْبُ fail olup lafzen merfûdur. اَوْزَارَهَا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. ذٰلِكَ mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri, الأمر (Durum, iş) dir.
وَلَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَانْتَصَرَ مِنْهُمْۙ
وَ istînâfiyyedir. لَوۡ gayrı cazim şart harfidir. يَشَٓاءُ damme ile merfû muzari fiildir. ٱللَّهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur.
لَ harfi لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır. انْتَصَرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. مِنْهُمْ car mecruru انْتَصَرَ fiiline mütealliktir.
انْتَصَرَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi نصر ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍۜ
وَ atıf harfidir. لٰكِنْ istidrak harfidir. İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِ harfi, يَبْلُوَ۬ا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, أمركم (Size emretti) şeklindedir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte خَلَقَ fiiline mütealliktir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَبْلُوَ۬ا fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. بَعْضَكُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بِبَعْضٍ car mecruru يَبْلُوَ۬ا fiiline mütealliktir.
وَالَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَلَنْ يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ
وَ istînâfiyyedir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası قُتِلُوا ‘dur. Îraban mahalli yoktur.
قُتِلُوا damme üzere mebni meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur. ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru قُتِلُوا fiiline mütealliktir.
اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اَمْوَاتًا ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَ zaiddir. لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz istikbale çeviren tekid harfidir. يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُضِلَّ fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اَعْمَالَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُضِلَّ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi ضلل ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
فَاِذَا لَق۪يتُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِۜ
Ayete dahil olan فَ istînâfiyyedir. اِذَا ; şart manası taşıyan zaman zarfı, şart cümlesinin muzâfıdır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi لَق۪يتُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mef’ûl konumundaki has ism-i mevsul الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan كَفَرُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
كَفَرُوا ile kastedilenler, müşriklerdir. Çünkü Kur’an’da kâfir lafzı istilah manasında kullanılmaktadır. (Âşûr)
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَضَرْبَ الرِّقَابِ , mahzuf bir fiilin mef’ûlu mutlakı olarak mansubdur. Takdiri اضربوا (Vurun!) olan fiilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Bu takdire göre cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
فَضَرْبَ الرِّقَابِ ifadesinde, kül-cüz alakasıyla mecâz-ı mürsel sanatı vardır. Âşûr, kinaye olduğunu söyler.
ضَرْبَ lafzının tercih edilmesi, ister kılıç, ister ok, isterse de mızrakla öldürmenin farkının olmayacağını ifade etmek içindir. (Âşûr)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Kafirlerle karşılaştığınız zaman; savaşta [boyunlarını vurun] ifadesinin aslı فَالضَرْبَ الرِّقَابِۜ ضربا şeklindedir. Fiil hazf edilmiş, mastar başa alınmış ve tekidin yanı sıra kısa olması için mef’ûlüne muzâf olarak gelmiştir. Öldürme yerine gelen boyunlarını vurun ibaresi savaş meydanında öldürmenin en sert ve en şiddetli şeklini ifade eder. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 308, Âşûr)
Bu ayet, savaşta mağlup edilen kâfirlerin, öldürülmek ile esir alınmak arasında ve esir alınanların da fidyesiz veya fidye karşılığında salıverilmeleri arasında muhayyerlik hükmünü ifâde etmektedir.
Bu hüküm İmam Şafiî'ye göre sabittir. Biz Hanefîlere göre ise, bu hüküm nesh edilmiştir. Hanefî alimleri derler ki; bu ayet, Bedir Savaşı’nda nazil olmuştur; sonra hükmü nesh edilmiştir. Bu konudaki hüküm ya öldürülmeleridir yahut esir alınıp köle yapılmalarıdır. (Ebüssuûd)
حَتّٰٓى اِذَٓا اَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَۙ فَاِمَّا مَناًّ بَعْدُ وَاِمَّا فِدَٓاءً
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. حَتّٰٓى ibtida harfi, اِذَا şart manalı zaman zarfıdır. اِذَا ’nın muzâfun ileyhi konumunda ve şart cümlesi olan اَثْخَنْتُمُوهُمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
اَثْخَنْتُمُو , galip gelmek, zafer demektir. Çünkü galip gelen, mağlup ettiğini hareket etmesi kolay olmayan katı bir madde gibi bırakır. Donmuş veya donmaya yüz tutmuş, kolay akamayacak gibi boğulmuş bir hale gelen sıvı da bu isimle vasıflanır. Birleştirilmesi zor olacak kadar yıpranmış giysi ve ip için de kullanılır. (Âşûr)
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَشُدُّوا الْوَثَاقَ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
فَشُدُّو , sıkıca tutmak demektir. (Âşûr)
الْوَثَاقَۙ , vav harfinin fetha ile okunması ile ‘bağ’ anlamındadır. Vav harfinin esre okunması da caizdir. O takdirde esirden kinayedir. (Âşûr)
الرِّقابِ والوَثاقَ ’daki harf-i tarifin ahd-i zihnî olması da muzâfun ileyhden ivaz olması da mümkündür. (Âşûr)
فَ atıf harfidir. فَاِمَّا مَناًّ بَعْدُ cümlesi, şartın cevabına matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. اِمَّا , tahyir harfidir.
اِمَّا ; yargıyı seçmeli olarak birbirine bağlayan bir tercih edatıdır. اِمَّا ile yapılan atıfta genellikle yargılardan yalnızca birinin gerçekleşmesi söz konusudur. el-Mâlekî, talebî cümlelerden sonra kullanılan اِمَّا edatının tahyîr ve ibâha, haberî cümlelerden sonra kullanılan اِمَّا edatının ise şek ve tereddüt ifade ettiğini söyler. (Abdullah Hacıbekiroğlu, (Doktora Tezi, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler.)
مَناًّ بَعْدُ cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. مَناًّ mahzuf bir fiilin mef’ûlu mutlakı olarak mansubdur. Takdiri تمنون ( lütufta bulunursunuz) olan fiilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu takdire göre cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
بَعْدُ zaman zarfı, مَناًّ ‘nın mahzuf sıfatına mütealliktir. Takdiri أسرهم (esir ettiniz) olan muzâf mahzuftur. Ötre, muzâfun ileyhten ivazdır. Muzâfın ve sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
بَعْدُ ‘daki ötre mahzuf muzâfun ileyhinden ivazdır. (Âşûr)
Aynı üslupla gelen وَاِمَّا فِدَٓاءً cümlesi makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir. İkinci اِمَّا da tahyir harfidir. فِدَٓاءً mahzuf bir fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Cümlenin takdiri تفدون فِدَٓاءً ( fidye alarak serbest bırakırsınız) şeklindedir. Bu takdire göre cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Fiilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Birbirine atfedilen bu iki cümle arasında mukabele sanatı vardır.
مَناًّ (karşılıksız) - فِدَٓاءً (fidye olarak) kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
İki اِمَّا edatı arasında gelen atıf وَ ’ının ifadeye tahyir/tercih anlamı yüklediğine yönelik en güzel kullanımları bu ayeti kerimede müşahede etmek mümkündür: Savaş meydanında kâfirlere karşı galip geldikten sonra esirlere karşı uygulanacak iki stratejiden birini tercih bağlamında bu ayetteki ifadeleriyle dile getirmektedir. Atıf üslubuna başvurmak suretiyle müminleri, söz konusu esirleri karşılıksız bırakmak veya fidye karşılığı salıvermek arasında muhayyer bırakmakta ve bu konuda serbest olduklarını ve yapacakları tercihin kendi nezdinde de makbul olduğunu ifade ederek onların görüş ve tutumlarına değer verdiğini de söze yansıtmış olmaktadır. (Halil İbrahim Kaçar, Arapça'da Meânî (Semantik) Açısından Atıf (Bağlama) Edatları)
مَناًّ ‘nin (iyilik yapmanın), فِدَٓاءً fidyeden önce zikredilmesi, insan nefsinin hürmetinin, ondan mal istemeden önce geldiğine bir işarettir. Fidye mal cinsinden olabileceği gibi, karşılıklı esir değişimi şeklinde de olabilir Yahut da karşı tarafın tümüne yahut sadece esir edilen şahsa, ileri sürülen bir şart şeklinde de olabilir. (Fahreddin er-Râzî)
حَتّٰى تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَاۚۛ
Gaye bildiren harf-i cer حَتّٰى ‘nın gizli أنْ ‘le masdar yaptığı تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَا cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde olup başındaki حَتّٰى ile birlikte الضرب ، وشدّ الوثاق ، المنّ , الفداء fiillerinin mazmûnuna mütealliktir.
Ayetteki muzari fiiller hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Ayetteki iki حَتّٰى arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
حَتّٰى تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَاۚ (Savaş, ağırlıklarını bırakıncaya kadar) cümlesinde istiâre-i tebeiyye vardır. Yüce Allah istiâre-i tebeiyye yoluyla, savaşı bırakmayı, savaş aletlerini yere bırakmaya benzetmiş ve yere bırakmak manasına gelen وضَعَ kelimesinden, ‘sona erer, bırakır’ manasına gelen تَضَعَ fiilini türetmiştir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Müsteâr ve müsteârun minh اَوْزَارَهَاۚۛ [ağır yükler/sorumluluklar/günahlar] kelimesidir, aklîdir. Müsteârun leh harp aletleridir, hissîdir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi, Âşûr)
ayet metninde geçen حَتّٰى kelimesi, karşılıksız veya karşılıklı salıverme için sınırdır. Bu anlayışa göre de mana şöyle olur: ”Bedir Savaşı’na katılan müşrikler silahlarını bırakınca, onlar ya karşılıksız ya da fidye ile salıverilirler." Eğer harbi, genel anlamda savaş cinsine hamledersek cümle, boyun vurma ve sıkı tutma için gaye olur yani sınır olur, bitim noktası olur. O zaman da ayet şöyle anlaşılır: ”Müşriklerin hiçbir gücü kalmayıp da savaş ağırlıklarını atıp son buluncaya kadar onları öldürmeye ve esir etmeye devam edin." Küfür bulunduğu müddetçe, savaş da olacaktır. (Ruhu’l Beyân)
ذٰلِكَۜۛ وَلَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَانْتَصَرَ مِنْهُمْۙ وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍۜ
Fasılla gelen müstenefe cümlesinde, îcâz-ı hazif sanatı vardır. ذٰلِكَ , takdiri الأمر ذلك (Durum böyledir.) olan mahzuf mübteda için haberdir. Bu takdire göre cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayetin başındaki كذلك sözü son derece kısa ve müstakil bir cümledir. Manası başka bir manaya sürükler. Ancak öncesinde bunu açıkça ifade edecek müstakil bir lafız yoktur. Öyle ki bu bir şeye benzetmek istenirse bundan daha kâmil olan bir başka şekil bulunamaz. Bu cümle Kur’an-ı Kerîm'de gerçekten çok geçer, en güzel geldiği yer de burada görüldüğü gibi farklı konuların arasında ve kelamın mafsalında tek bir hakikat için gelmesidir. (Muhammed Ebu Mûsâ, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan/28, s. 101)
Bu ifadedeki ك harfi ‘misil’ manasındadır ancak neyin misli olduğu açık değildir. İşaret ismi ise bir merci gerektirir. İşaret ismi ك ile birleşmiştir ve bunlarda bir kapalılık söz konusudur. Çünkü muşârun ileyh bilinmedikçe bir şey ifade etmeyen, işaret ismi ile ك ‘ten oluşmuştur. Bu bina önemli mafsallarda gelen kapalı bir terkiptir. Bize ‘’arkadan gelecek olan şeyler şu anda bulunduğunuzdan daha yüce bir makamdır’’ der. (Muhammed Ebu Mûsâ, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhân/54, s. 177, 205)
ذَ ٰلِكَ ile muşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâgi Tefsiri, Duhan/57, C. 5, s. 190)
Şart üslubunda gelen وَلَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَانْتَصَرَ مِنْهُمْۙ cümlesi, makabline matuftur.
Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan يَشَٓاءُ اللّٰهُ cümlesi şarttır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Şartın cevabı olarak لَ karinesiyle gelen لَانْتَصَرَ مِنْهُمْ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Genel olarak شَٓاء fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَوْ harfinin geldiği cümlelerde hem şart hem de ceza fiili mazi olur. Ancak bir nükte için muzariye de dahil olabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَوْ şart edatı; şart ilişkisi kurar. Bu edat, gerçekleşmeyen iki fiil arasındaki ayrılmazlık ilişkisini ifade eder. Nahivcilerِ لَوْ edatını “şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır” diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. Bu tanıma göre cevabın gerçekleşmediğine açık bir şekilde delalet eder. Yani şartın imkânsızlığında cevabın da imkânsızlığını ifade eden bir edat olmaktadır. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Cümledeki muzari fiiller hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍ cümlesi atıf harfi وَ ‘la şart cümlesine atfedilmiştir. Şart cümlesinin haber manalı olması bu atfı mümkün kılmıştır.
لٰكِنْ istidrâk harfidir. لٰكِنْ kendisinden sonra gelen cümleye, önceki cümlenin hükmüne muhalif bir hüküm kazandırır. Bu yüzden kendisinden önce, sonradan gelecek cümleye muhalif veya mütenakız bir sözün geçmesi lazımdır. (İtkan, c. 2 s. 474)
Sebep bildiren harf-i cer لِ ‘nin gizli أنْ ‘le masdar yaptığı لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
البَلْوُ burada الِاخْتِبارُ والتَّجْرِبَةُ (deneme ve imtihan etmek) demektir. Allah’ın müminlerin derecelerini yükseltmek, bu güçleri ile düşmanlarının kalplerine korku salmak ve halk tarafından görülüp işitilmekte olan bu kâfirlerin işlerini aşağılamak için iradesini ortaya koyması anlamında mecaz olarak kullanılmıştır. (Âşûr)
Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde, takdiri أمركم (Size emretti) olan mahzuf fiile mütealliktir. Fiilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
بِبَعْضٍ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah Teâlâ, لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍۜ "Fakat sizi... imtihan etmesi için" buyurmuştur. Güzel ve nefis şeylerin de, kendisinden dolayı yok olacağı şeylerle denenemeyeceği bellidir. Çünkü, keskin ve bilenmiş kıymetli bir kılıç, kendisinden dolayı kırılması söz konusu olan sert bir şeyle sınanmaz. İnsanoğlu, Allah'ın, kendisini mükerrem kıldığı, kendisine şeref bahşettiği, yücelttiği kıymetli bir varlıktır. Binaenaleyh, Cenab-ı Hak insanoğlunu, çok net bir biçimde, ölüm ve helake sevkeden savaş ile denemiş, sınamıştır ve bu deneme de güzel addedilmiştir. Çünkü öldürülme işi, mümine nispetle bir yok oluş değildir ve şehadet, ebedî hayatı doğurur. Binaenaleyh Cenab-ı Hak, müminin, yapacağı savaş ile denendiğinde, öldürülmesi halinde de öldürülmemesi halinde de, mükerremdir. Bu kimse ister savaşsın isterse savaşmasın, ölüm kaçınılmazdır, ama (savaşmaması halinde), kendisi için söz konusu olan büyük bir ücreti kaçırmış olur. (Fahreddin er-Râzî)
Allah, dileseydi, savaşsız olarak da, bazı helak ve kökten yok etme yollarıyla da o kâfirlerden intikam alırdı. Fakat Allah, sizi birbirinizle denemek için bunu dilemedi. Böylece size savaşı emir buyurdu ve sizi kâfirlerle denedi ki, onlarla cihat edesiniz de, vaadi gereğince büyük sevaplar kazanasınız; kâfirleri de sizinle denedi ki, onların azabının bir kısmını sizin elinizden onlara tattırsın. Ta ki, o kâfirlerin bir kısmı, küfürden caysınlar. (Ebüssuûd)
وَالَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَلَنْ يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. الَّذ۪ينَ , müsnedün ileyh, فَلَنْ يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ cümlesi müsneddir.
Mübteda konumunda olan ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasıyla gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması habere dikkat çekerek vurgulamak ve söz konusu kişilere tazim içindir.
قُتِلُوا fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127, Âşûr)
Âşûr, ayrıca cumhurun قاتَلُوا şeklinde mufaale sıygası ile okuduklarını, bunun da mücahitler için hem hayatlarında hem de ölümden sonrası için bir vaat olduğunu söylemiştir.
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafeti, lafza-i celâle muzâf olan سَب۪يلِ için şan ve şeref ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. Ayette lafzı celalin tekrarı telezzüz ve teberrük içindir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
سَب۪يلِ kelimesi din manasında istiaredir. سَب۪يلِ aslında yol demektir. Hedefe ulaştırmak bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstearun leh) hazf edilmiş müstearun minh kalmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ف۪ي سَب۪يلِ ibaresinde din manasındaki سَب۪يلِ ‘e dahil olan ف۪ي harfinde istiare vardır. Burada zarfiyye olan ف۪ي harfi, kendi manasında kullanılmamıştır. سَب۪يلِ içine girilmeye müsait bir şey değildir. Fakat dine dahil olmayı mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf عَلَيْ yerine kullanılmıştır. Dine dahil olmak, adeta bir şeyin bir kabın içinde muhafaza edilmeye benzetilmiştir. Din ve tabi olmak arasındaki mutlak irtibat, zarf ve mazruf arasındaki mutlak irtibata benzetilmiştir. Câmi; temekkün (yerleşme, sabit olma)’dür.
فَلَنْ يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ cümlesi mübtedanın haberidir. Cümlede فَ zaiddir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber, inkarî kelamdır. لَنْ , muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder.
Muzari fiil hudus, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
الَّذ۪ينَ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Cenab-ı Hak, kâfir hakkında, mazi sıygasıyla اَضَلَّ (boşa çıkardı) buyurmuş (Muhammed/1), onun amelinin, meydana gelir gelmez, yok olduğuna ve adeta meydana gelmemiş ve yapılmamış gibi olduğuna işaret etmek için يُضِلَّ (boşa çıkarır) kelimesini kullanmamıştır. Ama mümin kimse hakkında لَنْ يُضِلَّ (asla boşa çıkarmayacak) demiş, mümin kimsenin, ameline devam ettiği sürece, o amelin kendisi için sabit kılınacağına, yok edilmeyeceğine bir işaret olsun diye de, ما أضَلَّ (boşa çıkarmadı) dememiş de, ebedîlik ve süreklilik manasını ifade eden لَنْ يُضِلَّ (asla boşa çıkarmayacaktır) ifadesini getirmiştir. Bu, tıpkı, dine davet edenle; insanların dine girmelerine mani olan kimseler arasındaki alabildiğince mevcut olan fark gibidir. (Fahreddin er-Râzî)