مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مُحَمَّدٌ | Muhammed |
|
2 | رَسُولُ | elçisidir |
|
3 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
4 | وَالَّذِينَ | ve bulunanlar |
|
5 | مَعَهُ | onun yanında |
|
6 | أَشِدَّاءُ | katı |
|
7 | عَلَى | karşı |
|
8 | الْكُفَّارِ | kafirlere |
|
9 | رُحَمَاءُ | merhametlidirler |
|
10 | بَيْنَهُمْ | birbirlerine karşı |
|
11 | تَرَاهُمْ | onları görürsün |
|
12 | رُكَّعًا | rüku’ ederek |
|
13 | سُجَّدًا | secde ederek |
|
14 | يَبْتَغُونَ | aradıklarını |
|
15 | فَضْلًا | bir lutuf |
|
16 | مِنَ | -dan |
|
17 | اللَّهِ | Allah- |
|
18 | وَرِضْوَانًا | ve rızasını |
|
19 | سِيمَاهُمْ | nişanları vardır |
|
20 | فِي |
|
|
21 | وُجُوهِهِمْ | yüzlerinde |
|
22 | مِنْ | -nden |
|
23 | أَثَرِ | izi- |
|
24 | السُّجُودِ | secde |
|
25 | ذَٰلِكَ | şöyledir |
|
26 | مَثَلُهُمْ | onların vasıfları |
|
27 | فِي |
|
|
28 | التَّوْرَاةِ | Tevrat’taki |
|
29 | وَمَثَلُهُمْ | ve vasıfları |
|
30 | فِي |
|
|
31 | الْإِنْجِيلِ | İncildeki |
|
32 | كَزَرْعٍ | bir ekin gibidir |
|
33 | أَخْرَجَ | çıkaran |
|
34 | شَطْأَهُ | filizini |
|
35 | فَازَرَهُ | onu güçlendiren |
|
36 | فَاسْتَغْلَظَ | sonra kalınlaşan |
|
37 | فَاسْتَوَىٰ | derken dikilen |
|
38 | عَلَىٰ | üstüne |
|
39 | سُوقِهِ | gövdesinin |
|
40 | يُعْجِبُ | hoşuna gider |
|
41 | الزُّرَّاعَ | ekincilerin |
|
42 | لِيَغِيظَ | öfkelendirsin diye |
|
43 | بِهِمُ | onlara karşı |
|
44 | الْكُفَّارَ | kafirleri |
|
45 | وَعَدَ | va’detmiştir |
|
46 | اللَّهُ | Allah |
|
47 | الَّذِينَ |
|
|
48 | امَنُوا | inananlara |
|
49 | وَعَمِلُوا | ve yapanlara |
|
50 | الصَّالِحَاتِ | iyi işler |
|
51 | مِنْهُمْ | onlardan |
|
52 | مَغْفِرَةً | mağfiret |
|
53 | وَأَجْرًا | ve mükafat |
|
54 | عَظِيمًا | büyük |
|
Cümleyi âyetin başından başlatarak “Muhammed Allah’ın elçisidir” şeklinde bir çeviri yapmak da mümkündür. Ancak bir önceki âyetle bağlantı kurarak, “Elçisini doğru yol rehberi ve hak din ile gönderen...” cümlesinde vazifesine vurgu yapılan ve “Kim bu elçi?” sorusunu akla getiren ifadeye cevap olarak anlamak da mümkündür ve tercümede bu ikincisi tercih edilmiştir (bk. İbn Âşûr, XXVI, 202).
Hudeybiye biatı sebebiyle önemli bir kısmından Allah’ın razı olduğu bildirilen ashabın burada tamamı ile ilgili övücü bir açıklama daha yapılmaktadır. Hz. Peygamber’i malları ve canlarıyla destekleyen, seven, hayatlarının merkezine alan sahâbe (mümin olarak onu gören ve yeterli bir süre yanında bulunan, eğitiminin etkisinde kalan insanlar) gönüllerini de Allah rızasına tahsis etmişlerdir; nefretleri ve sevgileri şahsî çıkar ve arzularına değil, O’nun rızasına göre değişmektedir. Onlar, İslâm’a ve peygambere düşman olanlara karşı gerektiğinde sert ve acımasız olurken kendi aralarında kardeşler gibi yaşamakta, birbirlerine sevgi ve şefkat göstermektedirler. Gayri müslimlere karşı tavır ve davranışla ilgili diğer âyetler (meselâ Mümtehine 60/8) göz önüne alındığında, Hz. Peygamber devrindeki Arap müşriklerine karşı acımasız davranmanın bütün gayri müslimleri kapsamadığı, müminlere inançları yüzünden baskı yapmayan, onları yurt ve yuvalarından çıkarmayanlara, İslâm’ın genel amaçları ve yüksek ahlâk ilkeleri çerçevesinde davranılacağı anlaşılmaktadır, uygulama da genellikle böyle olmuştur.
Sîmâ Türkçe’ye de geçmiş bir kelimedir, sözlük mânası “alâmet, nişan, yüz özelliği, fizyonomi”dir. Burada geçen sima üç şekilde yorumlanmıştır: a) Secdeden meydana gelen maddî iz, alındaki siyahlık, b) Yine secde sebebiyle oluşan mânevî iz, yüzdeki nur,
c) Kıyamette namaz kılanların, secde edenlerin tanınmasını sağlayan yüz işareti. Bize göre bu yorumların biri diğerine zıt düşmemekte, birbirini tamamlamaktadır; sahâbe gibi çokça namaz kılan ve secde edenlerde bu üç işaretin birden oluşması ve bulunması mümkündür. 29. âyet meâlinin buraya (yani “Tevrat’ta onlar için yapılan benzetme budur” cümlesine) kadar olan kısmı, sahâbenin Tevrat’ta bulunan tanımıdır. Bizim “İncil’deki misalleri ise...” diye ayırdığımız kısmı da buraya bağlayarak, “Şu onların hem Tevrat’taki hem İncil’deki temsilleridir...” şeklinde çevirenler ve daha sonra gelen tohum misalini her iki kitapta geçen tek misal olarak verenler de olmuştur (bk. Esed, III, 1052).
İbn Âşûr eldeki Tevrat üzerinde yaptığı araştırma sonunda, yukarıdaki tasvire yakın bulduğu şu pasajı nakletmiştir: “Rab Sînâ’dan geldi ve onlara Seir’den doğdu, Paran dağından parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi, ... gerçek sıptları sever ...” (Tesniye, 33/1-3). Paran (Fârân) dağı Mekke tarafındadır, “bütün sıptları sever” cümlesi de konumuz olan âyetteki “birbirlerine karşı merhametli” ifadesine yakındır (XXVI, 207).
İncil’deki örneğe, yine bugün elde bulunan İnciller’in içinde en uygun düşen parça ise şudur: “Ve Îsâ onlara mesellerle çok şeyler söyleyerek dedi. İşte, ekinci tohum ekmeğe çıktı ve ekerken bazıları yol kenarına düştü ... ve başkaları iyi toprak üzerine düştü, bazısı yüz, bazısı altmış, bazısı otuz kat semere verdiler. Kulakları olan işitsin” (Matta, 13/3). Bu örnekte Hz. Peygamber çiftçidir; o, İslâm tohumunu Hatice, Ebû Bekir, Ali, Zeyd gibi temiz topraklara yani temiz kalplere, yetenekli zihinlere ekmiştir. Bu birkaç kişinin imanı ile başlayan İslâmlaşma kısa zamanda çığ gibi büyümüş, önceleri başkalarının destek ve himayesine muhtaç olan müslümanlar giderek güçlenmiş ve kendi ayakları üzerinde durmaya, eğriyi doğrudan, hakkı bâtıldan ayırma kabiliyetini kaybetmemiş insanları kendilerine imrendirmeye başlamışlardır; bu gelişme, inkârla şartlanmış olanların da kin ve nefretlerini arttırmıştır.
Kur’an’ın, dolayısıyla İslâm’ın asıl amacı insanlara doğru yolu göstermek, dünyada bütün insanlık için örnek olacak bir topluluk yetiştirmek, onlar sayesinde erdem topluluğunun dünya görüşünü ve hayat düzenini insanlığa sunmak ve hür iradeleriyle ona tâbi olmalarını, onların izlediği yolu izlemelerini teşvik etmektir. Savaşlar ve fetihler amaç olmayıp adalet, hürriyet ve faziletin hâkim olduğu bir dünya düzeni oluşturmanın araçlarıdır. Fetih sûresi belirtilen amaca vurgu yaparak son bulmaktadır.
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ
İsim cümlesidir. مُحَمَّدٌ mübteda olup lafzen merfûdur. رَسُولُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. مَعَهُٓ mekân zarfı, mahzuf sılaya mütealliktir. اَشِدَّٓاءُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. عَلَى الْكُفَّارِ car mecruru اَشِدَّٓاءُ ‘ ya mütealliktir.
رُحَمَٓاءُ kelimesi ikinci haber olup lafzen merfûdur. بَيْنَهُمْ mekân zarfı, رُحَمَٓاءُ ‘ ya mütealliktir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً
Cümle الَّذ۪ينَ ‘ nin üçüncü haberi olarak mahallen merfûdur.
تَرٰيهُمْ elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
رُكَّعاً ve سُجَّداً kelimeleri تَرٰيهُمْ ‘deki mef’ûlunden haldir.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًۘ
Cümle الَّذ۪ينَ ‘ nin dördüncü haberi olarak mahallen merfûdur.
يَبْتَغُونَ fiili نَ ‘ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. فَضْلاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. مِنَ اللّٰهِ car mecruru يَبْتَغُونَ fiiline mütealliktir.
رِضْوَاناًۘ atıf harfi و ‘la فَضْلاً kelimesine matuftur.
س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ
Cümle الَّذ۪ينَ ‘ nin beşinci haberi olarak mahallen merfûdur.
س۪يمَاهُمْ mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف۪ي وُجُوهِهِمْ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مِنْ اَثَرِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. السُّجُودِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
مَثَلُ haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. فِي التَّوْرٰيةِ car mecruru mahzuf hale mütealliktir.
وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. مَثَلُهُمْ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪
İsim cümlesidir. كَزَرْعٍ takdiri هُوَ olan mahzuf mübtedanın haberine mütealliktir.
اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ cümlesi كَزَرْعٍ ‘i n sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar:Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat.
Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَخْرَجَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُوَ ‘ dir.
شَطْـَٔهُ۫ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ف atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰزَرَهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُوَ ‘ dir. Muttasıl zamiri هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اسْتَغْلَظَ atıf harfi فَ ile makabline matuftur. اسْتَغْلَظَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُوَ ‘ dir.
اسْتَوٰى atıf harfi فَ ile makabline matuftur. اسْتَوٰى fiili ى üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عَلٰى سُوقِه۪ car mecruru اسْتَوٰى fiiline mütealliktir.
يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ
Fiili cümlesidir. اسْتَوٰى ‘daki failin hali olarak mahallen mansubdur.
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müsbet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında “و ” gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُعْجِبُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُوَ ‘ dir. الزُّرَّاعَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
لِ harfi, يَغ۪يظَ fiilini gizli اَنْ ’ le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte mahzuf fiiline mütealliktir. Takdiri, قوّاهم (Onları destekle) veya شبّهوا بذلك (Buna benzettiler.) veya جعلهم بهذه الصفات (Onları bu niteliklerle yarattı) şeklindedir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra,
2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lamul cuhuddan sonra,
4) Lamut talilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vavul maiyye (وَ)’ den sonra,
6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بِهِمُ car mecruru يَغ۪يظَ fiiline mütealliktir. الْكُفَّارَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً
Fiil cümlesidir. وَعَدَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ ı fail olup mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. عَمِلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul وَ ’ı fail olup mahallen merfûdur. الصَّالِحَاتِ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
وَعَدَ fiilinin ikinci mef’ûlun bihi hazfedilmiştir. Takdiri; الجنّة şeklindedir.
مِنْهُمْ car mecruru mahzuf hale mütealliktir. مَغْفِرَةً kelimesi وَعَدَ fiilinin ikinci mef’ûlu olup fetha ile mansubdur.
اَجْراً atıf harfi وَ ‘ la makabline matuftur. عَظ۪يماً kelimesi اَجْراً ‘in sıfatı olup fetha ile mansubdur.مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مُحَمَّدٌ mübtedadır. رَسُولُ اللّٰهِ haberdir.
رَسُولُ اللّٰهِ izafeti, veciz ifade kastı taşıması yanında, lafza-i celâle muzâf olan رَسُولُ için şan ve şeref ifade etmektedir.
Müsned, kendisine şeref ve azamet kazandıracak bir şeye muzâf olduğu zaman; müsnedün ileyhin tazimine delâlet eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًۘ
Cümle atıf harfi وَ ‘la istînâfa atfedilmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan has ism-i mevsûl eell ‘nin sılası mahzuftur. مَعَهُ , mahzuf sılaya müteallıktır. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
اَشِدَّٓاءُ haberdir. Cümlede müsnedin ileyhin ismi mevsûlle marife olması tazim ve teşvik ifade eder.
الْكُفَّارِ kelimesi, ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade eden اَشِدَّٓاءُ ‘ya mütealliktir. رُحَمَٓاءُ kelimesi, الَّذ۪ينَ ‘nin ikinci haberidir.
بَيْنَهُمْ zarfı, رُحَمَٓاءُ ‘ya mütealliktir. İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الَّذ۪ينَ ‘ nin üçüncü haberi olan تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur.
Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
رُكَّعاً ve سُجَّداً , her ikisi de تَرٰيهُمْ fiilinin mef’ûlünden haldir. Hal, anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًۘ cümlesi dördüncü haberidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. مِنَ اللّٰهِ car-mecruru, mef’ûl olan فَضْلاً ’e mütealliktir.
فَضْلاً ve ona matuf olan وَرِضْوَاناًۘ ‘in nekreliği, tazim, kesret ve nev ifade eder.
رُكَّعاً - سُجَّداً ve فَضْلاً - رِضْوَاناًۘ gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetteki تَرٰيهُمْ ”onları görürsün” ifadesi Peygambere bir hitap olmayıp, tam aksine hitap sadedinde getirilmiş olan ve takdiri, “Ey dinleyen, kim olursan ol, işte bu şekilde ol...” biçiminde olan umumî bir ifade olmuş olur. Bu tıpkı, nasihat eden bir kimsenin, sözüyle belli bir kimseyi kastetmeksizin, ortada da bir uyanma olmadığı halde, “Uyan arkadaş uyan..” demesi gibidir. (Fahreddin er-Razi)
س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ
Cümle الَّذ۪ينَ ‘ nin beşinci haberidir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
س۪يمَاهُمْ , mübtedadır. ف۪ي وُجُوهِهِمْ , mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Müsnedin ileyhin izafetle marife olması muzafın şanı içindir, tazim ifade eder.
Ayetteki السُّجُودِۜ kelimesiyle namaz kastedilmiştir. Secde, namazın bir ruknûdür. Cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatıdır.
س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ifadesinde istiare vardır. Yüzdeki secde izi, namaz kılan müminlerdeki genel vakarlı ifade ve erdemli davranışlar için müstear olmuştur. Temsîlî istiaredir.
س۪يمَاهُمْ - وُجُوهِهِمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ذٰلِكَ mübteda, مَثَلُهُمْ haberdir. Mübtedanın işaret ismiyle gelmesi işaret edilene dikkat çekmenin yanında tazim ifade eder. مَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ ibaresi, habere matuftur.
Müsnedin izafetle marife olması veciz anlatımın (az sözle çok mana ifade etme) yanında tazim ifade eder.
İşaret isminde istiare vardır. ذٰلِكَ ile nebî ve beraberindekilerin sıfatlarına işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ذَ ٰلِكَ ile müşarun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşarun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi 57, s. 190)
Müsnedün ileyhin işaret ismi ile marife olması işaret edileni en güzel şekilde temyîz etmek içindir. Böylece muhatabın zihninde müsnedün ileyh daha iyi yerleşir. Muhâtab târif edilen şeyi daha iyi tasavvur eder, daha iyi tanır.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَثَلُهُمْ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
التَّوْرٰيةِۚۛ - الْاِنْج۪يلِ۠ۛ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
فِي التَّوْرٰيةِۚۛ - فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ ifadelerindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla İncil ve tevrat, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü kitaplar, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.
كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Teşbih harfinin dahil olduğu car mecrur كَزَرْعٍ , takdiri هُوَ olan mahzuf mübtedanın haberine mütealliktir.
اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ cümlesi, زَرْعٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Ayetteki mürekkebin mürekkebe benzetildiği temsilî teşbih, teşbih edatı zikredildiği için mürsel, vech-i şebeh zikredilmediği için mücmeldir.
كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ [Onlar, filizini yarıp çıkmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler…] ayetinde teşbîh-i temsilî vardır. Çünkü vech-i şebeh, birkaç şeyden alınmıştır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Âşûr أخْرَجَ شَطْأهُ ifadesinde istiâre olduğunu söylemiştir. Ürünün çıkması; civcivin yumurtadan çıkmasına benzetilmiştir. Benzeme yönü bir şeyin bir mekandan çıkmasıdır. (Âşûr)
فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ
فَاٰزَرَهُ ve فَاسْتَغْلَظَ cümleleri, atıf harfi فَ ile اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ cümlesine atfedilmiştir. Iki cümlenin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ cümlesi, hükümde ortaklık sebebiyle makabline atfedilmiştir.
يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ cümlesi اسْتَوٰى ‘deki failin halidir. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ cümlesi, mecrur mahalde masdar teviliyle, takdiri, قوّاهم الله (Allah onları kuvvetlendirdi.) olan mahzuf fiile mütealliktir. Bu takdire göre cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
اسْتَغْلَظَ - يَغ۪يظَ kelimeleri arasında cinas-ı muzâri, زَرْعٍ - الزُّرَّاعَ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve her iki gruptaki kelimeler arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
زَرْعٍ - شَطْـَٔهُ۫ - الزُّرَّاعَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Onlar, her iki kitapta da bu şekilde anlatılmış, onlar için bu şekilde benzetme yapılmıştır. Onlar, sanki bir ekin gibi kabul edilmişlerdir. Çünkü ekin ilk çıkışta, zayıf ve narin olur. Ama olgunlaşacak kabiliyet ve kapasitesi vardır. İşte mü’min de böyledir, شَطْءُ kelimesi, bitkinin filizi demektir. فَاٰزَرَهُ fiili ile, “Filizini çıkardı ve sarmaş dolaş olacak, birbirine girecek şekilde büyüyüp kuvvetlendi” manasının kastedilmiş olması muhtemeldir. Bu, en kıymetli ve açık manadır. (Fahreddin er-Razi)
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mef’ûl konumundaki cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan اٰمَنُوا, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelerek sıla cümlesine atfedilen وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri, sonraki habere dikkat çekmenin yanında, onlara tazim amacı taşır.
مِنْهُمْ car-mecruru, عَمِلُوا ’nun failinden haldir. Halin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
مَغْفِرَةً ve ona matuf olan وَاَجْراً kelimeleri, وَعَدَ filinin iki mef’ûlüdür. Bu kelimelerdeki nekrelik, tazim, kesret ve nev ifade eder. Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
عَظ۪يماً kelimesi اَجْراً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. عَظ۪يماً , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Cümledeki مِنْ harf-i ceri, ba'diyyet için değil, beyâniyyedir. Bunun ba'diyet için ve ‘’kafirlerden iman edenler için büyük bir ücret vardır’’ manasında olması da muhtemeldir. (Fahreddin er- Râzî)
Mümin ve kafirlerden oluşan muhatap kitlesine sahip ayette, Hz. Muhammed’in Allah'ın elçisi olduğu haberinin inkâr edenler için tekid edatlarıyla desteklenerek verilmesi gerekmektedir. Ancak ayet muktezâ-yı zâhirden çıkarak مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ şeklinde ibtidaî formda gelmiştir. Burada da, bir önceki örnekte belirtildiği gibi, münkir muhataplara, söz konusu haberin inkâr edilemeyecek ve tekide ihtiyaç duyulmayacak kadar açık bir hakikat olduğu mesajı verilmektedir. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu Ve Haberin Muktezâ-yi Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu (Kur’ân-ı Kerîm Örneği))
Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatab artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî İlmi)
Burada şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ, rükû ve secde edenler hakkında, onların Allah’ın fazlını taleb ettiklerini belirtmiş ve ayrıca da, onlar için, “ücret” vardır demiş, fakat, “Onlar için taleb ettikleri o fazl vardır” dememiştir. Çünkü mümin birşey yaparken, yaptığına değer vermez ve onu önemli bir ücrete değer de bulmaz. İşte bundan dolayı mümin, “Allah’ım, ben ancak senin fazl-u keremini isterim. Çünkü benim amelim, ücrete değer olmayan önemsiz bir şeydir” der. Allah Teâlâ da böylesi mümine, fazlından verdiğini verir ve müminin amelinin makbul sayıldığına, yerli yerince yapılmış olduğuna, Allah katında, mü’minin bu işinden ötürü ücrete müstehak olmayan önemsiz bir şey sayılmadığına işaret etmek için, bu verdiği şeye “ücret” adını verir. (Fahreddin er-Razi)