Mâide Sûresi 25. Ayet

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لَٓا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْس۪ي وَاَخ۪ي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ  ...

Mûsa, “Ey Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebilirim. Artık bizimle, o yoldan çıkmışların arasını ayır” dedi.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قَالَ dedi ق و ل
2 رَبِّ Ya Rabbi ر ب ب
3 إِنِّي elbette ben
4 لَا
5 أَمْلِكُ malik değilim م ل ك
6 إِلَّا başkasına
7 نَفْسِي kendimden ن ف س
8 وَأَخِي ve kardeşimden ا خ و
9 فَافْرُقْ ayır ف ر ق
10 بَيْنَنَا aramızı ب ي ن
11 وَبَيْنَ ve arasını ب ي ن
12 الْقَوْمِ toplumun ق و م
13 الْفَاسِقِينَ yoldan çıkmış ف س ق
 

“Allah’tan korkan ve O’nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; “Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer mümin iseniz sırf Allah’a dayanınız.”

Burada, Allah’a iman ve O’ndan korkmanın değeri karşımıza çıkmaktadır. Bu, Allah’tan korkan iki adamın kalplerinde taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini sağlıyordu. Muhtemel tüm tehlikeler karşısında bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri, zorluk anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde Allah korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce Allah, bir gönülde iki korkuyu, “Allah’tan korkma ile insanlardan korkmayı” birleştirmez. Allah’tan korkan kimse, O’ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden korkmaz.

” ..Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince, onları yendiniz demektir.”

Gönüller savaşlarla ilgili ilmin ortaya koyduğu bir kuraldır bu. İleri atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)… Kavmin yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman, kalplerin sizin gönüllerinizin sağlamlığı nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar. Artık onlara karşı zaferin kesinleşti demektir.

 

“… Eğer mümin iseniz, sırf Allah’a dayanınız.”

Mümin, yalnızca Allah’a dayanır. Bu, imanın karakteristiğidir. Bu, imanın zorunlu neticesidir.

Fakat bu iki adam bu sözü kime söylüyorlar? Yahudilere mi?

“Dediler ki; Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”

Böylece korkaklar belirlendi. Utanmıyorlardı. Önlerindeki tehlikeden korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım bile ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine zıt ve yek diğerinden uzak hasletler değildir. Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir göreve kalkışır! Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider ve bu göreve sayıp döker. İstemediği halde omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca bir tavır takınır.

“… Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”

İşte böyledir acizin küstahlığı… Dil küstahlığı, ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez. Fakat görevi yerine getirmeye kalkışmak, aynı zamanda dili tutmayı da gerektirir.

“Git sen Rabbin ile birlikte…”

Allah, ilâhlığı gereği olarak, onları savaşla yükümlü kıldığı zaman, onların Rabbi değilmiş gibi davranıyorlar.

“… Biz burada kalıyoruz.”

Biz ne hükümranlık istiyoruz ne şeref ne de vaad edilmiş toprakları istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla karşılaşma var.

Bu Hz. Musa’nın yolculuğunun sonu. Büyük gayretlerinin uzun seferinin ve yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu! Evet, işte onlarla kapısına kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah’ın yahudiler ile yaptığı anlaşmasını bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda elde ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?

“Musa dedi ki; “Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır.”

Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren bir dua!

O, kendisi ve kardeşi dışında kimseye söz geçiremediğini Allah’ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da bir insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir. Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah’tan başka yönelecek bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve yakarışla Allah’a şikayette bulunuyor, kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen ayrılmasını istiyor. Artık Allah’ın sağlam anlaşmasını bozduktan sonra onlarla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa’yı yahudilere ne soy bağlayabilir ne tarih ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu yahudilere sadece Allah’a davet ve Allah ile anlaşma bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu bağı koparınca Hz. Musa ile aralarına derin bir uçurum girdi. Yahudilerle ilişkisini sağlayan hiç bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı. Hz. Musa, Allah’ın anlaşmasına dosdoğru uymuş, yahudiler yan çizmiş iken, Hz. Musa Allah’ın sözleşmesine sımsıkı sarıldı.

 

İşte bu peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin çizgisidir. Bu, müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe olan bir bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne millet, ne dil, ne tarih ne de yöre bağlarından herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir. Allah peygamberinin davasını kabul etti ve sapıklar aleyhine adil bir ceza hükmetti.

“Allah dedi ki; “Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.”

Böylece Allah onları, -mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile yasakladı. Böylece yeni bir nesil türesin, bu nesilden farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler çıkaran ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa alışmış olarak yetişen bir nesil..

Mısırda aşağılık, kölelik ve zulüm altında bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi yerine getirmekten caymayacak bir nesil. Aşağılanma, kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de milletlerin fıtratını yozlaştırır.

Ayetlerin akışı onları çölün perişanlığı içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi güzellikleri, mükemmel ibretleri içeren bu sahne Kur’an’ın ifade üslubuna uygundur.

Müslümanlar -Allah’ın kendilerine anlattığı kıssalardan- gerekli dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında Kureyş ordusu karşısında az olmalarına rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine şöyle demişler:

“Şu halde “Ey peygamber, biz sana yahudilerin peygamberlerine söylediği gibi, “Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz” demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile savaş biz de seninle birlikte savaşacağız” diyoruz.

İşte bunlar, Kur’an’ın genelde kıssalar ile terbiye metodunun kimi sonuçları ve Allah’ın yahudilerin kıssasını ayrıntılı olarak anlatmadaki kimi hikmetleridir.

Önümüzdeki ders, insanların hayatında temelli yere sahip bazı şer’i hükümleri açıklamaya başlıyor. Bunlar, Allah’ın sistemine ve kanunlarına göre hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve hayatın korunmasına, düzeninin himayesine, Allah’ın kanunları gölgesindeki kamu düzenine ve onu Allah’ın emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman topluma karşı yapılan ayaklanmaların önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen Âllah’ın kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü bu toplumdaki herhangi bir kişinin malının ve mülkiyetinin dokunulmazlığına dair hükümlerdir.

Bu ders, toplum hayatındaki bu temel işlere ilişkin bu hükümleri incelemeye geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda meydana getiren sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği ve bozgunculuğu, ona karşı ona karşı durmanın gerekliliği, suçluların cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye yücelten sebeplere karşı direnmenin zorunluluğunu açıklayan “Adem’in iki oğlu” ile ilgili kıssaya ilişkin bu hükümler ile giriliyor.

Kıssa ve içerdiği öğütler, Kur’an ayetlerinin akışı içerisinde, onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde kaynaştırılıyor.

Ayetlerin sıralamasını düşünen okuyucu, bu kıssanın buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna edici öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında, hisseder. Allah’ın hükümleri ile hükmedilen ve sistemin uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve toplum düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete yönelen saldırıların, oluşturduğu suçlara getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu, her yönüyle hayatı Allah’ın sistemine ve hukukuna göre düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu sistemin temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder… Bu yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm çeşitlerini korku ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın bütün yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün etkilerini, ondan uzaklaştırır. Böylece -erdemli, adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete yönelik saldırılar kabul edilemez ve genel özelliğiyle hiçbir hafifletici sebep tanımaz.

 

Bu durum sorunsuz insanlara normal olmak yolunda uygun şartlar sunduğu ve hem ferd, hem de toplum hayatında suça yönelten tüm sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm’ın suç ve suçlulara yönelik sertliğini anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların yanında, İslâm nizamı, bir de iyi bir kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için, kural tanıma suçlulara bütün garantileri sağlamayı üstleniyor ve en ufak bir şüphe sebebiyle hadleri uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına yarayan tevbe kapısını sonuna kadar açıyor. Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:

Fakat ayetlerin akışıyla birlikte konuyu ve içerdiği bu hükümleri ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz etmemiz gerekmektedir.

Bu derste sözü geçen gerek cana karşı, yapılan saldırılar ve gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın koyduğu, kısas ve ta’zir gibi diğer hükümler ile aynıdır. Hepsi de, sadece “daru’l İslâm”da kurulan “İslam toplumu”nda yürütme gücü ile uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın “daru’l-İslâm” kavramı ile neyi amaçladığını açıklamamız gerekmektedir. Bütün dünya İslâm nizamına ve müslümanların değer yargılarına göre sadece iki kısma ayrılmaktadır:

1- İslam yurdu (dar’ul-İslâm):

İslâm kanunlarının uygulandığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilen bütün toplumları kapsamaktadır. İdarecileri İslâm kanunlarını uygular ve İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem de gayri müslimlerden (zımmî) olması ya da tamamının zımmî olması durumlar aynıdır. Halkı tamamen müslüman veya hem müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir beldeyi savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte aralarında İslâm hukukuna göre hükmediyor ve İslâm kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır. Bir beldenin, “Dar’ul-İslâm” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada, İslâm kanunlarının uygulanması ve yasamanın. İslâm şeriatına göre yapılması yer almaktadır.

2- “Dar’ul-Harb” (Savaş Yurdu): İslâm kanunlarının uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne olursa olsun, ister müslüman oldukları ister ehli kitap oldukları ya da kafir olduklarını söylesinler fark etmez. Bir beldenin “Savaş Yurdu” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm kanunlarının uygulanmaması ve yasamanın İslâm hukukuna göre yapılmaması yer almaktadır. Böyle bir belde gerek müslüman gerekse İslâm toplumu açısından “Savaş Yurdu” sayılır. Tüm bu tanımlamalara göre İslâm toplumu “İslâm Yurdu”nda yaşayan bir toplumdur. Bu toplum Allah’ın sistemine göre düzenlemiştir ve O’nun hukuku uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar ve kamu düzeni korunmayı haketmiştir. Can ve mallara saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların uygulanması gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek güçlüler, gerekse güçsüzler için çalışma güvenliği ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe özendiren etkenleri bol olarak barındırma, kötülüğe teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir toplumdur. Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin kendisine sağladığı bu bol nimetleri muhafazası, bütün diğer bireylerin de haklarını can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi tüm hakları garanti altına alınmış olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları “İslâm Yurdu”nun selametini koruması hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm insanî değerleri ve bütün sosyal hakları kabul etmekte bu değerleri ve hakları korumayı da üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki düzene karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve günahkar saldırganlardır. Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan yüzünden ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak her türlü garantiyi sağlamıştır. “Daru’l-Harb”e gelince… Tanımı yukarıdaki şekildedir. Ne oranın, ne de halkının İslâm şeriatının cezalarını uygulayarak esenliğinden faydalanmaya hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle İslâm şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm’ın hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar, Dar’ul-İslâm’da yaşayan ve hayatlarında İslâm şeriatını uygulayan müslümanlara oranla, güvenlik altında değillerdir. Canları ve malları İslâm’a göre -müslümanlarla anlaşmaları, Dar’ul-İslâm ile aralarında sözleşme bulunması durumu dışında- dokunulmaz değildir. Bu anlaşmazlıkların yanısıra İslâm hukuku dar’ul-harp’ten gelip eman ahdi ile dar’ul İslâm’a giren her ferdine bu eman süresince ve müslüman devlet başkanının otoritesi dahilindeki “daru’l İslâm” sınırları içerisinde yukardaki garantileri vermektedir.

 

Fizilal’il Kuran/ Seytid Kutub

 

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لَٓا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْس۪ي وَاَخ۪ي


Fiil cümlesidir.  قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir. Yani Musa (as)’dır.

رَبِّ  münada olarak mansubdur. Nida harfi ve muzâfun ileyh mahzuftur.  رَبِّ kelimesinin sonundaki esre, mütekellim zamirinden ivazdır.

Mekulü’l-kavli,  اِنّ۪ي لَٓا اَمْلِكُ ’dur.  قَالَ  fiilinin mef'ûlün bihi olarak mahallen mansubtur.

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. Muttasıl zamir  ي  harfi,  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.

لَٓا اَمْلِكُ  fiili  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  لَٓا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  اَمْلِكُ  merfû muzari fiildir. Faili ise müstetir zamir  اَنَا’dir.

اِلَّا  hasr edatıdır.  نَفْس۪ي  mef’ûlun bihtir. Mütekellim zamiri  ي  ise muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَخ۪ي  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  نَفْس۪ي ’ye matuftur.

  

 فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ

 

فَ  atıf harfidir.  افْرُقْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri  أنت’dir.

بَيْنَنَا  mekân zarfı,  افْرُقْ  fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  بَيْنَ  mekân zarfı atıf harfi  وَ ’la öncesindeki mekân zarfına matuftur.  الْقَوْمِ  kelimesi muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

الْفَاسِق۪ينَ  kelimesi  ٱلۡقَوۡمِ ’nin sıfatıdır. Cer alameti  ی ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. 

Cemi müzekker salim olan  الْفَاسِق۪ينَ  kelimesi, sülâsî mücerred olan  فسق  fiilinin ism-i failidir.
 

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لَٓا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْس۪ي وَاَخ۪ي


Fasılla gelen ayette fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavli, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. Nida harfi ve muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri mahzuftur. Nida harfinin hazfi mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir.

Nidanın cevabı olan …اِنّ۪ي لَٓا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْس۪ي  cümlesi ise  اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Sübut ifade eden bu cümle, birden fazla unsurla tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır.  اِنَّ ’nin haberi menfi muzari fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.  اَخ۪ي  tezâyüf sebebiyle  نَفْس۪ي ’ye matuftur.

Nidanın cevabı, haber cümlesi formunda gelmiş olmasına rağmen anlam itibariyle dua manasındadır. Vaz edildiği anlamın dışında anlam ifade ettiği için bu haber cümlesi, mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Bu ayette de Musa (as) kendisine ve kardeşine malik olabildiğini söylerken başkasına malik olamadığını da zımnen ifade etmiştir. Malik olmak, sıfat ve maksûrdur. Nefsi ve kardeşi de, mevsûf ve maksûrun aleyhdir. Murad; Allah yolunda ve hak kelimeyi savunma konusunda sadece kendisine ve kardeşine söz geçirebildiğini ifade etmektir. Halbuki ayetin siyakında Allah’tan korkan başka iki kişiden bahsedilmektedir. Allah Teâlâ o iki kişiye de iman lütfetmiştir. Ama Musa (as) kavmindeki değişikliği görünce o ikisindeki imana da güvenemediği için  فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ  diye dua etmiştir. Demek ki buradaki kasr hakiki, iddiaidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’ân Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi)

لَٓا اَمْلِكُ  cümlesinde istiare vardır. لا اقدر  manasındadır.


فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ


فَ  sebebi müsebbebe bağlayan atıf harfidir. Cümle mekulü’l-kavle matuftur. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Bu cümle de emir formunda gelmiş olmasına rağmen anlam itibariyle dua manasındadır. Vaz edildiği anlamın dışında anlam ifade ettiği için, mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

بَيْنَنَا - بَيْنَ  kelimeleri arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

افْرُقْ  [Ayır] fiili hüküm verilmesi, cezalarının farklı olması anlamındadır. Onun için istiare vardır.

Hz. Musa, bunların sapıklık ve inadını, inkârlarını görünce tam hüzün ve kırgınlıkla ve ilâhî rahmet ve icabeti çekecek olan bir kalp inceliği ile Allah’a şikayet ederek şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim, bir canım var ki kudretim, iradem, hükmüm ancak ona geçer, bir de kardeşime yahut kardeşim de benim gibi hükmü ancak kendi nefsine geçer. Şu halde bizimle şu itaatten çıkan, isyanda ısrar eden sapık kavmin arasını ayır yani bize bizim hak ettiğimize, onlara da kendi hak ettiklerine göre hükmedip aramızı ayır. Demek ki Hz. Musa ya o iki kişiye bile tamamen inanmayarak veya din kardeşi manasını kastedip onları da hesaba katarak böyle dua etti. (Elmalılı, Fahreddin er-Râzî, Ebüssuûd, Âşûr)