وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّـذ۪ٓي اَنْتُمْ بِه۪ مُؤْمِنُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَكُلُوا | ve yeyin |
|
2 | مِمَّا |
|
|
3 | رَزَقَكُمُ | size verdiği rızıklardan |
|
4 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
5 | حَلَالًا | helal |
|
6 | طَيِّبًا | (ve) temiz olarak |
|
7 | وَاتَّقُوا | korkun |
|
8 | اللَّهَ | Allah’tan |
|
9 | الَّذِي | o ki |
|
10 | أَنْتُمْ | siz |
|
11 | بِهِ | kendisine |
|
12 | مُؤْمِنُونَ | inanıyorsunuz |
|
Müminlere, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kendilerini ve başkalarını hayatın helâl olan güzelliklerinden mahrum bırakma yoluna girmemeleri çağrısının bu âyette yapılmış olması, 82. âyette kendini ibadete veren hıristiyan din adamlarından olumlu biçimde söz edilmesinin yanlış anlaşılmasını da önlemiş olmaktadır. Nitekim bu iki âyetin iniş sebebi olarak anılan olaylar, Resûlullah zamanında bile bazı müminlerin dünyadan el etek çekerek zâhidâne bir hayat sürdürme arzusu içine girdiklerini, özellikle yeme-içme, dinlenme, giyim-kuşam, evlenme ve evlilik hayatının icaplarını yerine getirme konularında mahrumiyeti temel hayat felsefesi haline getirmeye yöneldiklerini, hatta bazılarının zühd yarışına girdiğini, bunun sonucunda gerek kendilerinin gerekse aile fertlerinin zarar görmesi sebebiyle Hz. Peygamber tarafından uyarıldıklarını göstermektedir (bk. Buhârî, “Edeb”, 86, “Teheccüd”, 20; Müslim, “Sıyâm”, 186, 188; Taberî, VII, 8-11; Reşîd Rızâ, VII, 20-25).
Öteden beri insanların kendi iradeleriyle bazı yasaklar koyup bunları gelenek haline getirdikleri ve çoğu defa Tanrı’nın isteği imiş gibi takdim ederek onlara dinî bir renk verdikleri bilinmektedir (Câhiliye döneminde yaygın olan bu tür uygulamalardan bazı örnekler için bk. En‘âm 6/143-144; bu zihniyetin reddi için bk. A‘râf 7/32). Bu tür telakkilerin günümüzde de dünyanın birçok yerinde dinî inanç biçiminde yaşadığı ve modern toplumlarda da bireysel bâtıl inanışlar tarzında yaygın bulunduğu görülmektedir.
87. âyetteki “Haram saymayın” diye çevirdiğimiz “lâ tuharrimû” fiilini “Kendinizi yoksun bırakmayın” şeklinde çevirmek mümkün ise de (meselâ bk. Esed, I, 210), âyetin metninde bulunmayan “kendinizi” ilâvesiyle anlam daraltılmış olur. Çünkü âyetin kaçınılmasını istediği tutumun zararları çoğu zaman kişinin kendisi ile sınırlı kalmamaktadır. Bu bakımdan “yoksun bırakma” fiili kullanıldığında “kendinizi ve başkalarını” şeklinde bir açıklama konması isabetli olur. Diğer taraftan, âyetin ana hedefinin bilfiil mahrumiyetten değil, dininyasaklamadıklarını beşerî irade ile ve dine mal ederek yasak saymaktan sakındırma olduğu anlaşılmaktadır. Zaten böyle bir zihniyet içine girilmediği takdirde gereksiz mahrumiyetlere katlanma yönüne de gidilmeyecektir. Bu sebeple “Haram saymayın” şeklindeki tercüme daha kapsamlı olmaktadır.
Muhammed Esed tayyibât kelimesini, Taberî’nin “insanın arzuladığı ve gönlünün çektiği zevk verici şeyler” şeklindeki (VII, 8) açıklamasına dayanarak “hayatın güzellikleri” diye çevirmiştir (I, 210). Bu anlayışa katılmakla beraber biz kelimeyi mutlak olarak “güzellikler” şeklinde çevirmeyi tercih ettik.
“Sınırı aşmayın” ifadesi “Helâli haram sayarak Allah’ın hükümranlık sınırına girmeyin” mânasında anlaşılabildiği gibi, “Başkalarının haklarına tecavüz etmeyin” veya “Helâl de olsa verilen nimetlerden yararlanırken mâkul sınırın ötesine geçmeyin, israftan kaçının” şeklinde de yorumlanmıştır. Birinci anlam esas alınırsa bu, “Allah’ın size helâl kıldığı güzellikleri yasak saymayın” cümlesini teyit etmiş olur. Diğer bir anlayışa göre ise burada maksat, “Haramın helâl sayılmasını yasaklayan” birinci fiilin yanlış anlaşılmasını önlemek ve aksi yönde davranmanın da yasak olduğunu hatırlatmaktır; bir başka anlatımla, burada kastedilen anlam şudur: “Helâllerin sınırını zorlayıp bazı haramları helâl haline getirmeyin” (İbn Atıyye, II, 228; Zemahşerî, I, 360-361).
Bu âyetler, İslâm’da, yasaklandığına dair bir delil bulunmadıkça insanın yararlanabileceği her şeyin kural olarak helâl olduğunu ifade eden “ibâha-i asliyye” ilkesi için güçlü bir dayanak oluşturmaktadır. İslâm bilginlerinin “istishâb” delili içinde inceledikleri bu ilkenin hayata geçirilmesinde müslümanların zaman zaman başarılı olamamalarının, İslâm dünyasının bilim, sanat vb. alanlarda gerilemesinde çok etkin bir rolü olmuştur. Bu ilkenin uygulanmasında fazlaca ihtiyatlı davranılmış olması, zamanla kişilerin zihnî ve bedenî potansiyellerini âzami ölçüde harekete geçirebilmelerine ve doğadaki imkânlardan olabildiğince yararlanabilmelerine engel teşkil eder hale gelmiş, atılacak her adım için özel bir meşruiyet delili aranır olmuştur. Bu tutum, hiçbir sınır tanımaksızın her türlü davranışı meşrû sayma şeklinde bir anlayışa sapma endişesiyle izah edilebilirse de, bunu yeterli ve haklı bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir. Zira âyette değinilen bu genişlik ve özgürlük, sınırın aşılmaması ve Allah’ın yasaklarından sakınma kaydına bağlanmıştır. Konan bu kaydın doğru uygulanışı ise, önce yasakçı bir zihniyeti hâkim kılmak, sonra özel istisnalar yaparak serbestlik getirmek değildir. Bu konuda izlenmesi gereken yol, insanın yeteneklerini olabildiğince ortaya çıkarmasına ve evrende insanın istifadesine sunulan imkânlardan âzami ölçüde yararlanmaya imkân veren bir anlayışın esas alınması, bunun yol açabileceği sapma ve kaymaların da iyi bir eğitimle ve yaptırımların sağlıklı biçimde işletilmesiyle, dolayısıyla bilinçli bireylerin oluşturduğu sosyal kontrol mekanizmalarıyla önlenmeye çalışılmasıdır.
Bu anlayışın toplumda hâkim olması halinde, bireysel hayatta –meşruiyet çerçevesi içinde– dünya nimetlerinden olabildiğince fakat ölçülü biçimde yararlanma alışkanlığı kazanılmış olacak, toplum düzeyinde de tüketim arzusunun zinde kalması sayesinde üretim artacak ve ekonominin canlılığı korunmuş olacak, fakat bütün bu faaliyetler daima temel inanç ve ahlâk değerlerinin murakabesi altında dengelenecektir.
İbn Âşûr da burada, haramlığına dair delilin bulunmadığında veya delili bu âyetteki yasaklık ifadesinden daha güçlü olmayan durumlarda haramlığa hükmetmekten kaçınmaları için müslüman din bilginlerine yönelik bir uyarının yer aldığına dikkat çeker (VII, 16).
88. âyette geçen “yiyin” ifadesi, “yeme, içme, giyinme, seyahat etme gibi yollarla dünya nimetlerinden yararlanın” anlamında olup insanın günlük yaşantısının vazgeçilmez gereklerinden ve dünya nimetlerinden istifade etmenin en belirgin yolu ve örneği olmasından ötürü “yeme” fiili esas alınmıştır (İbn Atıyye, II, 229). Nitekim Türkçe’de yemek fiili “ihtiyaçlarını karşılama amacıyla malını harcamak” anlamında da kullanılmaktadır.
Ehl-i sünnet bilginlerinin yorumuna göre rızık, yararlanılabilecek her şeyi kapsayan bir kavramdır. Mu‘tezile’ye göre ise, ancak helâl yoldan sahip olunan imkânlar rızık olarak adlandırılabilir (İbn Atıyye, II, 229; rızık konusunda ayrıca bk. Rûm 30/37-40; Sebe’ 34/34-36; Şûrâ 42/27).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 329-331
وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًۖ
Ayet atıf harfi وَ ’la nidanın cevabına matuftur. كُلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مَا müşterek ism-i mevsûlu, مِنْ harf-i ceriyle birlikte كُلُوا fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası رَزَقَكُمُ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
رَزَقَكُمُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. حَلَالًا mahzuf mef’ûlun hali olup fetha ile mansubtur. Takdiri; رزقكم إياه الله (Allah’ın sizi rızıklandırdığı şey) şeklindedir.
طَيِّبًا kelimesi حَلَالًا kelimesinin sıfatıdır.
وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّـذ۪ٓي اَنْتُمْ بِه۪ مُؤْمِنُونَ
وَ atıf harfidir. اتَّقُوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Müfret müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ٓي, lafza-i celâlin sıfatı olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اَنْتُمْ بِه۪ مُؤْمِنُونَ ’dir.
Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. بِه۪ car mecruru مُؤْمِنُونَ ’ye müteallıktır.
مُؤْمِنُونَ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
مُؤْمِنُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّقُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقي ’dır. Bu bab fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًۖ
Nidanın cevabına atfedilmiş olan ayet, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mecrur mahaldeki ism-i mevsul مَا ’nın sılası رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالًا طَيِّبًاۖ, mazi fiil sıygasında gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve emre itaati teşvik içindir.
Hal olan حَلَالًا ve sıfat olan طَيِّبًاۖ nedeniyle cümlede ıtnâb sanatı vardır.
رَزَقَكُمُ اللّٰهُ [Allah’ın rızıklandırdığı] ibaresi yediğimiz temiz ve helal şeylerin bize Allah’ın bir lütfu olduğunu dikkat çeker.
Allah, “Allah’ın size rızık olarak verdiği şeyleri yiyiniz.” dememiş ama “Allah’ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden yiyin.” buyurmuştur. Buradaki مِنْ harf-i ceri teb'iz ifade eder. Buna göre Cenab-ı Hak sanki “Size verilenlerin bazısını yemekle iktifa edin; diğer kısımları da sadaka ve hayır yerlerine harcayın.” demek istemiştir. Çünkü bu ifade, israfı bırakmaya bir irşad ve teşviktir. (Fahreddin er-Râzî)
وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّـذ۪ٓي اَنْتُمْ بِه۪ مُؤْمِنُونَ
Önceki inşâ cümlesine atfedilmiş cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Atıf sebebi tezâyüftür.
Has ism-i mevsûl اللّٰهَ ,الَّذ۪ٓي ’nin sıfatı olarak nasb konumundadır.
Mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı, tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları, ism-i mevsûlde tevcîh sanatı vardır.
Mevsûlün müphem yapısı nedeniyle her zaman arkasından gelen sılası اَنْتُمْ بِه۪ مُؤْمِنُونَ , isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Car mecrur بِه۪ önemine binaen amiline takdim edilmiştir.
Allah’ın size helal kıldığı temiz ve güzel şeylerden, rızıklardan yiyin, iman ettiğiniz Allah’a karşı dikkatli olun, takvalı olun. Bu surede takva kelimesi çok fazla geçmiştir.
حَلَالًا - طَيِّبًا ve اتَّقُوا - مُؤْمِنُونَ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Önceki ayet يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklinde başlamıştı. Bu ayet-i kerime مُؤْمِنُونَ şeklinde sona erince teşâbüh-i etrâf sanatı olmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın, “Allah’a saygılı olun.” emri ise bu emri yerine getirme tavsiyesini pekiştirmektedir. Bunun peşinden gelen, “kendisine iman etmiş olduğunuz” vasfı ise bu tekidi daha da artırmaktadır. Çünkü Allah’a iman, O’nun insana çizdiği emirler ve yasaklar çerçevesi içinde kalıp O’nu saymasını gerektirir. (Fahreddin er-Râzî)
Hasan-ı Basrî Hazretlerinden nakledilmiştir ki: “Bir gün yemeğe davet edilmiş, beraberinde Ferkad Sebhî ve arkadaşları da varmış, sofraya oturmuşlar, yağlı tavuklar, tatlı ve diğerleri türlü türlü yemekler var. Ferkad bir kenara çekilmiş, Hasan-ı Basrî de: ‘Oruçlu mu?’ diye sormuş, ‘Hayır, böyle çeşitli yiyecekleri mekruh görür.’ demişler. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî, Ferkad’a dönerek: ‘Ey Ferkadcik, sen halis tereyağı ve buğday özü ile lüab-ı nahli yani balı bir Müslümanın ayıplayacağı (nehyedeceği) fikrinde mi bulunuyorsun?’ demiş. Yine adı geçen Hasan-ı Basrî’ye, ‘Falan zat paluze (bir çeşit tatlı) yemiyor, şükrünü eda edemem diyor.’ demişler. ‘Soğuk su içiyor mu?’ diye sormuş, ‘evet’ demişler. Buyurmuş ki: ‘’O halde bu adam cahil, Allah Teâlâ’nın ona soğuk sudaki nimetinin paluzeden daha çok olduğunu bilmiyor.” demiştir.(Elmalılı, Âşûr)