Necm Sûresi 30. Ayet

ذٰلِكَ مَبْلَغُهُمْ مِنَ الْعِلْمِۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى  ...

İşte onların ilimden ulaşabildikleri nokta! Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidayete ereni de daha iyi bilir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 ذَٰلِكَ işte budur
2 مَبْلَغُهُمْ onların erişebilecekleri ب ل غ
3 مِنَ -den
4 الْعِلْمِ bilgi- ع ل م
5 إِنَّ şüphesiz
6 رَبَّكَ Rabbin ر ب ب
7 هُوَ O
8 أَعْلَمُ iyi bilir ع ل م
9 بِمَنْ kimseyi
10 ضَلَّ sapan ض ل ل
11 عَنْ -ndan
12 سَبِيلِهِ yolu- س ب ل
13 وَهُوَ ve O
14 أَعْلَمُ iyi bilir ع ل م
15 بِمَنِ kimseyi
16 اهْتَدَىٰ yola gelen ه د ي
 

Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19).

19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321). 

Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’an-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52). 

23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).

 

ذٰلِكَ مَبْلَغُهُمْ مِنَ الْعِلْمِۜ 

 

İsim cümlesidir. İsm-i işaret  ذٰلِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. ل  harfi buud yani uzaklık belirten harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

Mübtedanın haberi   مَبْلَغُهُمْ  olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  مِنَ الْعِلْمِ  car mecruru  مَبْلَغُهُمْ ‘e mütealliktir. 


اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  رَبَّكَ  kelimesi  اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

هُوَ  fasıl zamiridir. Tekid ifade eder.

اَعْلَمُ  kelimesi  اِنَّ ’nin  haberi olup lafzen merfûdur.  مَنْ  müşterek ism-i mevsûl  بِ  harf-i  ceriyle birlikte  اَعْلَمُ ’ye mütealliktir.  İsm-i mevsûl sılası  ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ ’dır. Îrabdan mahalli yoktur. 

ضَلَّ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

عَنْ سَب۪يلِه۪  car mecruru  ضَلَّ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  اَعْلَمُ  haber olup lafzen merfûdur.  

 اَعْلَمُ  kelimesi ism-i tafdil kalıbındandır. مَنِ  müşterek ism-i mevsûl  بِ  harf-i ceriyle birlikte  اَعْلَمُ ‘ya mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası  اهْتَدٰى ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.  اهْتَدٰى  fiili  ى üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو 'dir. 

اهْتَدٰى  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi  هدى ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
 

ذٰلِكَ مَبْلَغُهُمْ مِنَ الْعِلْمِۜ 

 

 

İtiraziyye olarak gelmiştir. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır.

İtiraz cümleleri, parantez arası cümleler (cümle-i mu‘teriza) vasıtasıyla yapılan ıtnâbdır. Bir cümlenin öğeleri arasına veya anlamca ilgili iki cümle arasına anlamı pekiştirmek, güzelleştirmek veya tenzih, tazim, tenbih, dua gibi amaçlarla bir kelime, cümle yahut cümleler getirilerek ıtnâb sağlanır. Bu cümleler genellikle öndeki kelime veya cümleyle bağlantılı olarak sırası ve yeri gelmişken hemen kaydedilmesi gerekli açıklayıcı notlar şeklinde gelir. (TDV İslam ansiklopedisi)

Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.  ذٰلِكَ  mübteda,  مَبْلَغُهُمْ  haberdir.

Cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenleri tahkir ifade eder. İnanmayanların düşüncelerine işaret eden  ذٰلِكَ ‘de istiare vardır.

Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

"Onların ilimde varabildikleri son nokta işte budur." Yani onlar ancak dünyalarının işini görebilirler, fakat dinlerinin işleri hususunda cahildirler. Ferrâ'' dedi ki: Bu ayet, onları küçültmekte ve onlarla alay etmektedir. Yani onların akılları ve bilgilerinin vardığı son nokta bu kadardır, dünyayı ahirete tercih etmişlerdir. Onlar melekleri ve putları Allah'ın kızları kabul ettiler diye böyle denilmiştir. (Kurtubî)

 

اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى

 

Ayetin ikinci cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.

اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Veciz anlatım kastıyla gelen,  رَبَّكَ  izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri dolayısıyla Hz. Peygamber şan ve şeref kazanmıştır.  Ayrıca bu izafet Allah’ın rububiyet vasfıyla ona destek olduğunun işaretidir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

اِنَّ ’nin haberi isim cümlesi formunda gelmiştir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda, ism-i tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade eden  اَعْلَمُ , haberdir. İsm-i tafdil kalıbında gelmesi müteallik almasına olanak sağlamıştır.

Fasıl zamiri burada kasır ifade etmiştir. Hakiki kasrdır. Onların sırlarını bilmiyorsun, o yüzden onlara üzülme demektir. (Âşûr)

اَعْلَمُ ’ya müteallik, mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ’in sılası olan  ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ , mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)

Aynı üslupta gelen  وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى  cümlesi,  اِنَّ ’nin haberi olan …هُوَ اَعْلَمُ  cümlesine matuftur. Atıf sebebi tezattır. 

سَب۪يلِه۪ۚ (O’nun yolu) ibaresinde tasrihî istiare vardır.  سَبِیلِ  kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazf edilmiş, müşebbehün bih (müstear minh) olan yol zikredilmiştir.

Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması سَب۪يلِ  için tazim ve teşrif ifade eder. 

ضَلَّ - اهْتَدٰى  kelimeleri arasında tıbak-ı icâb sanatı vardır.

هُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى  cümlesiyle  هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır. 

اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدٰى  cümlesi, icmali olarak gelmişken 31. ayette de kötülerin ve iyilerin yaptıklarının karşılığının verileceğini açıklayıcı olarak gelen  لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أساءُوا بِما عَمِلُوا ويَجْزِيَ الَّذِينَ أحْسَنُوا بِالحُسْنى  cümlesiyle  “tertipli lef ve neşir sanatı” oluşmuştur. (Âşûr)

اَعْلَمُ - مَنِ - بِ - هُوَ  kelimelerinin tekrarında ıtnâb,  اَعْلَمُ - الْعِلْمِۜ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve bu gruplardaki kelimeler arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ ;  Hidayeti kabul edip doğru yolu tutanı en ziyade bilen de O’dur. Bu cümle yüz çevirme emrinin sebebidir.  اَعْلَمُ (En fazla bilen) sözünün tekrarı da, her iki malum (bilinen) arasındaki zıtlığı ifade etmektedir. İlimden maksat da, ceza ve mükafatını tertip ve tatbik edecek tarzda bilmektir. (Elmalılı) 

ضَلَّ (Sapan) dan murad, sapıklıkta direten ve hidayete asla dönmeyendir.  اهْتَدٰى (Hidayet bulan) dan maksat da, genelde durumu hidayet bulmuş olandır. Yani Allah Teâlâ  sapkınlıktan ebediyyen ayrılmayanı ve başka bir şeyi değil tümüyle hidayeti kabul edeni çok iyi bilir. Onun için sen davet edeceğim diye kendini yorma. Zira o, sapkın olanlardandır. (Rûhu’l Beyân)